LATİFÎ

(d. 896/1491 - ö. 990/1582)
tezkireci
(Divan/Yazılı Edebiyat / 16. Yüzyıl / Anadolu-Osmanlı-Türkiye)
ISBN: 978-9944-237-86-4

Latîfî, 896/1491 yılında Kastamonu'da doğdu. Asıl adı Abdüllatif'tir. "Hatip-zâdeler" diye anılan köklü bir aileye mensuptur. Latifi'nin ceddi Fatih dönemi şairlerinden Hamdi Çelebi'dir.

Latifi, Kastamonu'da başladığı ilk öğrenimini yarım bırakarak İstanbul'a gelip katip oldu. Gördüğü eğitimin süresi ve seviyesi hakkında ayrıntılı bir bilgi bulunmamakla beraber; onun şiir ve inşa alanında kendisini  yetiştirdiği, devrinin kültürünü fazlasıyla aldığı bir gerçektir. Bunu, çocukluktan itibaren içinde bulunduğu zengin ve sağlam kültür ve edebiyat ortamının eseri olarak değerlendirmek mümkündür. Çünkü Latifi, şiir ve inşaya küçük yaşlardan itibaren "ülfet"i olduğunu, "fazl u hüner"e samimi olarak "teveccüh ve rağbeti" bulunduğunu söyler.

Latifi, katiplik mesleğine girdikten sonra, devrin önemli şahsiyetlerinden defterdar İskender Çelebi'ye "Bahariyye" kasidesini sundu. Bu kaside vasıtasıyla hem tanındı, hem de karşılık olarak Belgrad imaret katipliğine tayin edildi.

Uzun yıllar Rumeli'de kalan ve imaret katipliklerinde bulunan Latifi, 950/1543 yılında elli iki yaşında İstanbul'a döndü. Ancak bu Latifi'nin İstanbula ikinci gelişi değildir. "Risale-i Evsaf-ı İstanbul" adlı eserini 929-931/1522-1524 yılları arasında yazdığına göre Latifi, 1543 yılından daha önce de İstanbul'a gelip gitmiş, kitabının konusunu oluşturacak mekanı yakından tanımıştır. İlk gelişinde kendi ifadesiyle dünya zevkleriyle ibadetler, rindlikle zahidlik arasında bocalayan tecrübesiz bir gençtir. Rumeli'de geçirdiği uzun yıllardan sonra İstanbul'a dönen Latifi, artık olgun bir "inşa ustası"dır.

Latifi'nin İstanbul'a geldiği yıllarda Anadolu sahasında ilk tezkire örneği olarak ortaya çıkan "Sehi Bey Tezkiresi" henüz tamamlanmış, sözkonusu tezkire edebiyat çevrelerinde büyük ilgiyle karşılanmıştır. Bu olay, Latifi'de de bir tezkire yazma arzusu ve şevki uyandırır. Yine kendi anlattıklarına göre dostu şair Zaifi'nin teşvik ve ısrarı üzerine, dönemin bir başka tezkire yazarı Aşık Çelebi'nin görüşlerinden de faydalanarak eserini yazmaya başlar. Latifi, kendisine haklı bir şöhret kazandıran Tezkire'sini 953/1546'da tamamlar ve devrin padişahı Kanuni Sultan Süleyman'a sunar. Bu eserine karşılık padişah Latifi'yi Taşlıcalı Yahya Bey'in mütevellisi bulunduğu Ebu Eyyub Ensari Vakfı'na katip tayin eder.

Latifi, yaklaşık on yıl kadar bu görevini sürdürdü. Bir ara buradaki görevinden azledilerek Rodos'a, Kanuni İmareti Katipliği'ne sürgüne gönderildi. Latifi'nin bu görevde ne kadar kaldığı bilinmiyor. Ardından bir süre de Mısır'da katipliklerde bulunan Latifi, hayatının son yıllarında İstanbul'a döndü. Bir ara tekrar Mısır'a gitti, oradan Yemen'e geçerken bindiği geminin batması sonucu 990/1582 yılında boğularak öldü.

Latifi, yaşadığı dönemde ilgi uyandırmış birçok eserin sahibi olduğu halde sıkıntılı bir hayat yaşamış, özlediği rahatlığı bir türlü bulamamıştır. Gençlik yıllarında yazdığı "Risale-i Evsaf-ı İstanbul" adlı eserini, mukaddimesini değiştirerek III.Murad'a sunması da muhtemelen bu sıkıntılara bir çare bulmak için olmalıdır. Ne var ki sonucun Latifi'yi memnun edecek şekilde tecelli ettiğini söylemek zordur. Zaten Latifi de her fırsatta kıymetinin bilinmediğini dile getirerek, halinden memnuniyetsizliğini ortaya koyar.

Latifi, bir divan oluşturacak kadar şiir kaleme aldığı halde şairliği ile değil, nesir yazarlığı ile tanındı. Kendisi, herkesin şiir söylediği devirde inşaya yöneldiğini, bu vadide bir "tarz-ı has" vücuda getirdiğini anlatır. Küçük yaşlarda şiir söylemeye başlayan Latifi, sadece şiir yazan biri olmamış, şiir teorisi üzerine de düşünce üretenlerden biri olmuştur. Tezkire'sinin önsözünde, divan şiirinin bir bakıma çerçevesini çizer.

Zengin bir edebiyat kültürüne sahip olan Latifi, şiir tenkidinin tutarlı örneklerini vermiş, dil zevkine sahip, cümle yapısı sağlam bir nesir ustasıdır. Necati'nin şiirde gerçekleştirdiğini Latifi nesirde yapmış, nesri atasözleriyle, deyimlerle işlemiş, kendi ifadesiyle "yeni bir üslup" meydana getirmiştir.

Latifi'nin eserlerinde kullandığı nesir dili ve üslubu, esasen XV. asırdan itibaren gelişmeye başlayan secili nesrin ölçülü ve olgun örnekleri arasında sayılır. Bir şiir eleştirmeni olarak ele aldığı şiir örnekleri üzerindeki takdir ve tenkitlerini sözünü esirgemeden, açık ve net bir ifade tarzıyla ortaya koyar. Çerçevesi çizilmiş, unsurları belirlenmiş, az çok şairlerin belirli estetik değerler üzerinde karar kıldığı şiir anlayışına aykırı bulduğu söyleyişleri acımasızca eleştirmekten çekinmez. Latifi, tezkiresinin önsözünde şair tiplerinden sözederken kısaca; muhayyilesi renkli ve soluğu yeni imajlar üretmeye elverişli bir şair modeli çizer.

Latifi, Tezkire'sinin önsözünde devrinde hüner gösterme sahasının inşa olduğunu, ancak bu inşayı anlaşılmaz bulduğundan beğenmediğini, ayet, hadis, kelam-ı kibar ve atasözleriyle müzeyyen yeni bir nesir üslubu vücuda getirdiğini söyler. Bu iddiasına delil olarak da "Enisü'l-Füseha", "Füsul-i Erbaa", "Evsaf-ı İstanbul" ve "Tezkiretü'ş-Şu'ara" adlı eserlerinden örnekler verir. Gerçekten de Latifi, sözkonusu eserlerinde ifadelerini yer yer ayetler, hadisler, kelam-ı kibarlar ve atasözleriyle süslemiştir. Bunun içindir ki Aşık Çelebi, Latifi'yi "akranı içinde yegane" ve "inşası nazikane" diye nitelendirir. Ne var ki nesir üslubunu "anlaşılır" olma kaygısı üzerine kuran Latifi'nin bu tavrı, dönemin dilde külfetli ifadeler kullanma taraftarı kalemleri tarafından yadırganmış hatta eleştirilmiştir.

Latifî'nin en önemli eseri olan Tezkire'si, yazıldığı dönemden itibaren hem tertip tarzı hem de içeriği açısından büyük ilgi görmüştür. Denebilir ki Türk tezkirecilik geleneği onun açtığı çığırdan yürümüştür. Özellikle ele aldığı isimleri alfabetik sıralaması artık vazgeçilmez bir tertip tarzı olmuştur.

Latifi, kendi biyografisini anlatırken on iki eser kaleme aldığını söylerse de bu eserlerin tamamı bugün elde mevcut değildir. Bilinen eserleri şunlardır:

Tezkiretü'ş-Şu'ara ve Tabsıratü'n-Nuzama : Latifi'nin en önemli eseri olan Tezkire, Anadolu sahasında Edirneli Sehi Bey'in yazdığı Heşt-Behişt adlı şuara tezkiresinden sekiz yıl sonra kaleme alınmıştır. Eser, 953/1546 tarihinde tamamlanmış ve devrin padişahı Kanuni Sultan Süleyman'a takdim edilmiştir. "Mukaddime", "Üç Fasıl" ve "Hatime" den oluşan Tezkire'de toplam 334 şair yer almaktadır. Tezkire üzerinde Dr. Mustafa İsen tarafından bir sadeleştirme çalışması yapılarak Kültür Bakanlığı tarafından 1990 yılında basılmış, ayrıca yine Dr. Rıdvan Canım tarafından bir tenkitli metin çalışması yapılmış ve eser Atatürk Kültür Merkezi tarafından 2000 yılında yayınlanmıştır.

Risale-i Ta'rif-i Evsaf-ı İstanbul : Latifi'nin 931/1524'te kaleme aldığı bu eser, bir mukaddime, altı fasıl ve bir hatimeden oluşur. İstanbul'un hangi tarihte, kimler tarafından kurulduğu anlatılır. Tarihi mekanlardan hareketle bu şehrin insanı büyüleyen güzellikleri tasvir edilir. Risale-i Ta'rif-i Evsaf-ı İstanbul 1522-1524 yılları arasında yazılmış ve Kanuni Sultan Süleyman'a sunulmuştur. Ancak Latifi, ömrünün son yıllarında bu risalenin mukaddimesi değiştirerek bir kez de III.Murad'a sunmuştur.

Divan : Latifi, Tezkire'sinde mürettep bir Divan'ının bulunduğunu söyler. Ancak, yazarın muhtemelen gençlik yıllarında söylediği 33 kaside ve 500 gazeli ihtiva eden bu eseri kayıptır.

Fusul-i Erbaa : Latifi'nin, dört mevsimin özelliklerini sanatlı bir söyleyişle kaleme aldığı bu eseri, nazım-nesir karışımıdır.

Subhatü'l-Uşşak : Mesnevi tarzında bir "Mukaddime" ve bir "Hatime"si bulunan eser, yüz kadar hadisin kıtalar halinde Türkçe'ye tercümesinden ibarettir.

Nazmü'l-Cevahir : Hz.Ali'nin 207 sözü kıtalar halinde Türkçe'ye çevrilmiştir.

Esma-i Suveri'l-Kur'an : Kur'an-ı Kerim'in surelerini isim isim kaydeden 29 beyitten oluşan bir manzumedir.

Enisü'l-Füseha : Eserin muhtevası hakkında bilgi yoktur.

Münazara-i Latifi : Fusul-i Erbaa'nın Tevfik Bey tarafından Asır Gazetesi'nde tefrika ettirilerek 1287'de yayınlandığında kitaba verilen isim. Bu matbu eserin Münazara-i Latifi adıyla yayınlanması ayrı bir kitap olduğu yanılgısına yol açmıştır. Oysa bunlar iki ayrı eser değil, bir eserin iki farklı ismi şeklinde değerlendirilmelidir.

Rebiiyye-i Ezhar : Aşık Çelebi ve Gelibolulu Mustafa Ali'nin eserlerinde adını zikrettikleri bu eser de muhtemelen Füsul-i Erbaa'nın bir bölümüdür. Zira eserin yarısından fazlası bahar ve çiçeklerden sözetmektedir.

Kaynakça

Andrews, W.Guilford (1970). The Tezkere-i Şu'ara of Latifi's a Source for the Critical Evaluation of Ottoman Poetry. The University of Michigan.

Babinger, Franz (1982). Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri. Çev. C. Üçok. Ankara.

Banguoğlu, Tahsin (1930). Türk Şuara Tezkireleri. İstanbul.

Canım, Rıdvan (hzl.) (2000). Latifi, Tezkiretü'ş-Şu'ara ve Tabsıratü'n-Nuzama. Ankara: AKM Yay.

Çetin, Nihat. “Latifi”. İslam Ansiklopedisi. C. 7. İstanbul: TDV Yay. 19.

İpekten, Haluk (1986). Şu'ara Tezkireleri. Erzurum: Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.

İsen, Mustafa (1990). Latifi Tezkiresi. Ankara: KB Yay.

Kılıç, Filiz (hzl.) (2010). Âşık Çelebi, Meşâ’irü’ş-Şu’arâ (İnceleme-Metin). İstanbul: İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Yay.

Kutluk, İbrahim (hzl.) (1978). Kınalızâde Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş-Şu’arâ. Ankara: TTK Yay.

Rescher, O (1950). Turkische Dichterbiographien II, Latifi's Tezkire. Tübingen.

Sevgi, Ahmet (1987). Latifi. Hayatı ve Eserleri. Doktora Tezi. Ankara.

  

Madde Yazım Bilgileri

Yazar: DOÇ. DR. RIDVAN CANIM
Yayın Tarihi: 12.10.2013
Güncelleme Tarihi: 30.10.2020

Eserlerinden Örnekler

DER ZİKR-İ MERHÛM VE MAGFÛR HAZRET-İ SULTAN SELÎM ALEYHİ RAHMETİ'L-MELİKİ'L KADÎM

Belîgu'l-beyân ceriyyü'l-cinân ve fasîhu'l-lisân bir padişâh-ı ârif-i pür-ma'ârif ve esrâr-ı ahvâl-i cihâna mû-be-mû vâkıf idi. İttifâk-ı hukemâ-yı hikmet-ârâ budur ki karn-ı Zülkarneynden bu karna gelince ana adîl ü bedîl bir sâhib-kırân-ı nusret-karîn cihan sarayına gelmemişdür ve serîr-i rub'-ı meskûna sâye salmamışdur. Tîg-ı tedbîr-i isâbet-pezîrden gayrı şol kadar kaviyyü'l-kalb ve şecî' ü dilîr idi ki meydan-ı mesâffda siper-i âhenîn-veş sîne gerüp ve tîr-i râst-reftâr gibi düşmene tenhâ varmak ve darb-zen-i saf-şiken gibi asker-i a’dâya istikbâl idüp kendüyi kalbe urmak katında câiz idi. Cihânun Rüstem ü İsfendiyârı resâyil-i mehâsin-i menâkıbından şöyle nakl olındı ki hîn-i vilâdetinde endâm-ı sa’âdet-encâmlarında ‘aded-i seb’a-i seyyâre yedi ‘aded hâl bulundı ve ol hâller hikmet-i sarîhden hâlî görülmeyüp her biri bir ‘alâmet-i uzmâya ve bir vâkı’a-i kübrâya dâll bulundı. Hîn-i mezbûrda ‘ahdün büdalalarından biri ki vâkıf-ı esrâr-ı gayb ve dil-i pâki âyine-i suver-i lâ-reyb idi lâbüd mevlûd-i mezbûr ‘âlem-i gaybden ‘arsa-i şuhûda geldükde der-i devlet-sarâya gelüp didi ki ol vücûda gelen ferzend-i ferzâneyi ki sadef-i zemînde gevher-i yekdânedür hıfz u hırâsetinde kemâl-i ihtimâm üzre olun ki beden-i pâkinde ve ten-i tâbnâkinde yedi dâne hâl-i sa’âdet-me’âl vardur mülûk ü memâlikden yedi nefer sultân-ı sâhib-i bahtun tâc u tahtın alacakdur ve Hazret-i Sikender -veş ekâlim-i seb’aya sultân olacakdur diyü îmâ ve işâret itdi ve nüvîd-i nusret beşâret itdi. ‘Âkıbet Süleymân u İskender gibi şâh-ı zafer-i dest-gâh ve her ne cânibe teveccüh itdiyse mü’eyyed-i min-indillâh oldı ve bilcümle şâhân-ı memâlik-sitân içre bir şeh-i kişver-güşâ ü leşker-keş ve pâdişâh-ı ‘adû-küş idi ki ‘arsa-i cihân Kâfdan Kâfa serâser ‘adû ve her biri hem-pençe-i Peşen ü Gîv olsa vakt-i saf-ı mesâffda binünden yüz döndürmez ve nîze müje-vâr gözine girse göze göstermezdi.” (Latifi; Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratü’n-Nuzamâ. İnceleme-Metin. AKM Başkanlığı Yay. Ankara 2000, s.147-148)

Cemâlî rahmetu’llâhi ‘aleyh

Karamânî yâhud Burûsevîdür. Vatan-ı aslîsinde ihtilâf idüp tarîk-ı dürûg u hilâfdan i’râz u insırâf iderler. Selâtîn-i ‘Osmâniyândan Sultan Mehmed Hân Gâzî devrinde gelmişdür. Sultân Bâyezîd devrinün âhirlerinde fevt olmışdur. Hümâ-yı Hümâyûnı mü’ellefât-ı Hâcû-yı Kirmânîden sâbiku’z-zikr Mehmed Han nâmına nazmen terceme itmişlerdür. Nazm-ı belîgu’l-beyânında hayli sühan-perverlikler ızhâr idüp eş’ârında dahî hayli hayâlât harc itmişlerdür. Tarz-ı nagzı zamânemüzde makbûl ü matbû’ olan üslûbdur nazm-ı kadîm iken el’an yine mer’î ve mergûbdur. ‘Aceb budur ki bu kadar nazm-ı pâk ve şi’r-i sûznâk ile miyân-ı enâmda şöhret bulmamış ve peygûle-i hamûl ü hafâda kalmış ma’lûm u meşhûr olmamışdur. Sıfat-ı leyl ü nehârda ve sıfat-ı şitâ ve bahârda bu birkaç beyt ol kitâb-ı sihr-intisâbdandur.

Nazm : Olub âteş kenârı reşk-i gülzâr

 Her ahker olmış idi şekl-i gülnâr

 Zümürrüd ferşi tayy idüp zamâna

 Bisât-ı sîm salmışdı cihâna

 Sabâ soymış idi eşçârı yek-ser

 Sovukdan ditrer idi serv ü ar’ar

Bu birkaç metâli’-i matbû’a anun eş’ârındandur.

Matla’ : Tanlaman her gice şem’a yandugın pervâneyi

 Komak olmaz bir arada od ile dîvâneyi

Velehû : Lebün itmedi devâ itdi gözün hasta beni

 Billâh ey ‘Îsî-nefes ya seven ölsün mi seni

Velehû : Akdı gönlüm su gibi bir dilberün dîdârına

 Tûr-ı Mûsâdan beter yandum tecellî nârına

Nesr : Bu şi’r-i meşhûr dahî anun eş’ârındandur.

Şi’r : Tâ ki girdi ol nihâl-i tâze ‘işret bâgına

 Döndi şem’-i meclisün benzi hazân yapragına

 Nâle-i ‘uşşâkdan âhenk ugurladun diyü

 Tutuben kamış yürütdiler neyün barmagına

 Mâyil olsa gönlüne nola Cemâlî tîg-i yâr

 Meyl ider ‘âdet budur ki su yirün alçagına

( Canım, Rıdvan (hzl.) (2000). Latifi, Tezkiretü'ş-Şu'ara ve Tabsıratü'n-Nuzama. Ankara: AKM Yay. 217-218.)


İlişkili Maddeler

Sn.Madde AdıD.Tarihi / Ö.TarihiBenzerlikİncele
1Halil Erdoğan Cengizd. 3 Eylül 1934 - ö. 28 Ekim 1993Doğum YeriGörüntüle
2Mehmet Rıza Çalışkand. 1931 - ö. ?Doğum YeriGörüntüle
3Oğuz Atayd. 12 Ekim 1934 - ö. 13 Aralık 1977Doğum YeriGörüntüle
4NİŞÂNÎ, Koca Nişancı/Celâl-zâde/ Nişancı Mustafa Bey b. Tosyalı Kadı Celâl Efendi/Mustafa Çelebid. 1490/1491? - ö. 1567Doğum YılıGörüntüle
5SÜRÛRÎ, Musliheddin Mustafa (Şârih-i Mesnevî)d. 1491-92 - ö. 13 Ocak 1562Doğum YılıGörüntüle
6ZEYNÎ, Şeyh Mehmed Zeynî b. Mehmed Hamdullah Efendid. 1491-92 - ö. 1569-70Doğum YılıGörüntüle
7YAHYÂ BEY, Taşlıcalı, Dukagin-zâded. ? - ö. 1582Ölüm YılıGörüntüle
8SIRRÎ, İsa Sırrî Efendid. ? - ö. 1582Ölüm YılıGörüntüle
9AHMED, Ahmed Efendid. ? - ö. 1582Ölüm YılıGörüntüle
10VÂFÎ, Osman Vâfî Efendid. 1834-35 - ö. 1890-91MeslekGörüntüle
11SÎRET, Seyyid Mehmed Sîret Efendid. ? - ö. 1844MeslekGörüntüle
12RÂŞİD, Mustafâd. 1822 - ö. 1850MeslekGörüntüle
13HÂLETÎ, Mehmed Hâletî Deded. ? - ö. 1601Alan/Yüzyıl/SahaGörüntüle
14ÂRİFÎd. ? - ö. 1564\\\'ten sonraAlan/Yüzyıl/SahaGörüntüle
15AHDÎ, Ali Çelebid. ? - ö. 1567/68Alan/Yüzyıl/SahaGörüntüle
16GÜFTÎ, Alid. ? - ö. 1677Madde AdıGörüntüle
17MEVLÂNÂ LATÎFÎd. ? - ö. ?Madde AdıGörüntüle
18RÛHÎ, Mahmûd Rûhî Çelebid. ? - ö. ?Madde AdıGörüntüle