ÂŞIK PAŞA, ÂŞIK

(d. 670/1271-72 - ö. 13 Safer 733/3 Kasım 1332)
mutasavvıf şair
(Divan/Yazılı Edebiyat / Başlangıç-15. Yüzyıl / Anadolu-Osmanlı-Türkiye)
ISBN: 978-9944-237-86-4

Âşık Paşa’nın hayatına dair bilgilerimizin çoğu, oğlu Elvân Çelebi’nin (öl. 1358-59’dan sonra) kaleme aldığı Menâkıbü’l-Kudsiyye fî Menâsıbi’l-Ünsiyye (Menâkıb) adlı yaklaşık 2 bin beyitlik mesneviye dayanmaktadır. Elvân Çelebi, eserinin 500 civarında beytini babasına tahsis etmiştir. Bununla birlikte eserde Âşık Paşa’nın hayatına dair somut bilgiler, ayrılan yere nispetle pek azdır. Menâkıb dışında, başta Amasya Tarihi olmak üzere başka kaynaklarla çalışmalarda da Âşık Paşa’nin biyografisine dair malumat mevcutsa da bu hususta temel kaynak Menâkıbu’l-Kudsiyye’dir.

Âşık Paşa, 13. yüzyılda Horasan’dan Anadolu’ya gelen bir aileye mensuptur. Âşık Paşa’nın, “Baba İlyâs” olarak bilinen ve tam künyesi Ebü’l-Bekâ Şeyh Baba İlyâs bin Alî (ö. 1240) olan dedesi, beraberindeki Türkmenlerle birlikte Horasan’dan gelerek Amasya yakınlarında bugün İlyas adıyla bilinen Çat köyüne yerleşmiş, bağlılarına Babaî denilen ünlü bir şeyhtir. Âşık Paşa’nın torununun çocuğu olan ünlü tarihçi Âşık Paşazâde’ye göre Vefâiyye tarikatinin kurucusu Seyyid Ebu’l-vefâ el-Bağdâdî’nin (öl. 1107) halifelerindendir (Âlî Bey 1332: 1). Tarih uyuşmazlığı sebebiyle doğrudan halifesi olması mümkün değilse de manen böyle bir vazifesi olduğu ve bu tarikate mensup bulunduğu anlaşılmaktadır. Baba İlyâs’ın, tarihte Babaîler İsyanı veya Babaîler Hareketi diye bilinen Türkmen ayaklanmasındaki rolüne dair kaynaklarda muhtelif bilgiler varsa da bu mühim hadisede ciddi rolü ve katkısı olduğu kuşkusuzdur (Ocak 1996: 120-133). Baba İlyâs bu olaylar sonucunda Amasya’da öldürülmüştür. Tarihî kaynaklarda öldürülme şekliyle ilgili bilgiler farklıysa da öldürüldüğü kesindir (Ocak 1996: 129-133). Baba İlyâs’ın ölümüne ilişkin olarak Menâkıb’da  “boz at”ın gelerek onu götürdüğü rivayet edilmektedir (Tulum 2017: 187-8)). Baba İlyâs Horasânî’yle birlikte oğlu Mahmûd da öldürüldü. Yine “Paşa” unvanıyla anılan diğer oğulları Ömer ve Yahyâ’nın akıbetleri belli değildir. [Amasya Târîhi’nde (Hüseyin Hüsâmeddin 1330: 395), “Çâr Erkân” diye anılan Şemseddîn Mahmûd, Mu’zeddîn Alî, Ziyâeddîn Mes’ûd ve Muhliseddîn Mûsâ adlı dört oğlundan bahsedilmektedir]. Sağ kalan oğlu Muhlis (Paşa), Şerefeddîn Hoca denen biri tarafından kurtarıldı. Yedi yıl Amasya’da kaldıktan sonra yine kendisine “makam kılınan” Mısır’a götürülen Muhlis, yedi yıl Mısır’da kaldı (Tulum 2017: 217-20). İntikam almak için 14 yaşında Anadolu’ya dönen Muhlis Paşa, Konya’da defalarca -Menâkıb’a göre 17 kez- hapse girip çıktı. Muhlis Paşa, Mevlânâ’nın öldüğü 672/1273-74 yılında, oğlu Alâaddîn Alî (Âşık Paşa) henüz iki yaşındayken vefat etti (2017a: 125). Erünsal ve Ocak, Menâkıb’daki ilgili beyitleri Muhlis Paşa’nın 672 yılında Konya tahtına geçtiği, altı ay kadar süren hükümranlıktan sonra yönetimi Karamanoğulları’na teslim ettiği şeklinde yorumlamışlarsa da (2014: 52-6) kendilerinin de ifade ettiği gibi hem bu bilgiyi teyit eden bir başka kaynak mevcut değildir, hem de metin Tulum’u doğrulamaktadır. Osman Fevzi Olcay ise kaynak göstermeksizin Muhlis Paşa’nın “709 (1309-10) tarihinde Mısır’da” vefat ettiğini yazmıştır (Olcay: vr. 57b). Amasya Târîhi müellifi Hüseyin Hüsâmeddîn, Muhlis Paşa’nın Alâaddîn Alî (Âşık Paşa), Gıyâseddîn Mahmûd ve Zahîreddîn Oğuz Çelebi adlarında üç oğlu olduğunu kaydetmiş (1330: 456), Köprülü de bu bilgiyi kaynak göstermeden kullanmıştır (1965: 703).

Muhlis Paşa’nın en büyük oğlu olan Âşık Paşa, 670/1271-72 yılında Arapgir’de doğdu. Arapgîr veya Arapkîr’in, eski adı Arapsun olan şimdiki Gülşehir ilçesi olduğu (Erünsal vd. 1984: LXV, Günşen 2006: 7) tahmin veya iddiaları ileri sürülmüşse de bunu teyit eden bir bilgi / belge mevcut değildir. Menâkıb’da Şeyh Osmân’ın Âşık Paşa’yı Kırşehir’e getirmek için çıktkları yolcuğuluğu günlerce sürdüğünü söylemesine nazaran söz konusu yerin bugün Malatya iline bağlı ilçe olan Arapgir olması gerekir.  Şakâ’ık-ı Nu’mâniyye ve Hadâ’iku’ş-Şakâ’ık müelliflerinin “Karaman beldelerinden Kırşehir’de tavattun etti.” (Taşköprülüzâde 1989: 6, Mecdî 1989: 22) dedikleri Âşık Paşa, Bursalı Mehmed Tâhir’e göre (1327: 15) de Kırşehir’e sonradan yerleşmiştir. Gibb’in ise bu bilgiyi “Karaman’dan Kırşehir’e gelmiş ve oraya yerleşmiş” olarak nakletmesi (1999?: 122) yanlış algılamaktan kaynaklanmış olmalıdır. Babası dahi Anadolu’da doğduğuna göre Latîfî’nin Âşık Paşa için “Acem serhaddine karîb yerden gelüp vilâyet-i Anatolı’da Kırşehri dimekle meşhûr şehirde tevattun itmişler idi.” demesinin ve hemen ardından Anadolu’ya Sultan Orhan zamanında geldiğini söylemesinin (Latîfî 1314: 44) doğru olmadığı ise açıktır.

Asıl adı Hüseyin Hüsâmeddîn’e göre Alâaddîn Alî (1330: 2/456), diğer kaynaklara göre Alî’dir. Mahlası olan Âşık, zamanla adı gibi kullanılmaya başlandığından Âşık Paşa namıyla tanınmıştır. Hüseyin Hüsâmeddîn “Şeyh Paşa” ve “Âşık Baba” olarak da anıldığını belirtmiştir (1330: 471). Adına ekli “Paşa” unvanı, kelimenin “başağa”dan geldiği düşüncesiyle onun “babasının ilk oğlu olduğu”na bağlanmış (Bursalı Mehmed Tâhir 1333: 110) veya buna işaret (Pekolcay 1977: 196, Kut 1991: 1) olarak kabul edilmiştir. Fakat babasının Âşık Paşa henüz iki yaşında iken öldüğü düşünüldüğünde Paşa unvanının bu anlamla ilişkili olmadığı anlaşılacaktır. “Paşa” kelimesinin kökeni ve anlamına dair çok farklı görüşler ileri sürülmüştür [Kelime üzerine yapılan türlü değerlendirmeler için bk. Deny 1998: 536-539, Pakalın 1993: 755-757. Ayrıca Hüseyin Hüsâmeddîn’in “paşa” kelimesinin kökenine dair yazdığı Paşa Armağanı adlı risâlesi de kayda değer bilgiler içermektedir (Serbestoğlu vd. 2014)]. O dönemde aynı unvanla tanınan başka kimselerin de varlığı düşünüldüğünde kelimenin “Anadolu Selçukluları’nda ve Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde savaşçılara ve dinî nitelik taşıyan kimselere saygı için verilen gayrıresmî unvan” (Ayverdi 2006: 2468) manası Âşık Paşa için de uygun görünmektedir. Âşık Paşa’nın ailesine mensup kimselerin mezar taşlarında kelimenin “Başa” olarak yazılması dikkat çekmektedir.

Elvân Çelebi, babasının ahlâk ve faziletini uzun uzun överken hayatına dair fazla bilgi vermez. Menâkıb’a göre Muhlis Paşa, ölümünden kısa bir süre önce babasının halifelerinden Şeyh Osmân’ın Kırşehir’deki zaviyesinde yaptığı vasiyette ondan, oğlunun, ölümünün üzerinden on yıl geçtikten sonra Arapgir’den alınıp Kırşehir’e getirilmesini ister. Şeyh Osmân bu vasiyete uyarak Alî’yi (Âşık Paşa) Arapgir’den Kırşehir’e getirtir (Tulum 2017: 304). Onun gelişiyle “kır”, “Gülşehir” olmuştur: “Sözlerini kabûl kıldı şeyh / Kırı Gülşehr kıldı geldi şeyh” (Erünsal vd. 1984: 102). İlk derslerini sonradan kayınbabası olacak olan Şeyh Osmân’dan alan Âşık Paşa, Mevlânâ’nın halifelerinden ve Kırşehir’de bir Mevlevî hankahı kuran Süleymân Türkmanî’nin (öl. 1298) tedrisinden de geçti (Hüseyin Hüsâmeddîn 1330: 2/470-471). Âşık Paşa’nın “şeyh” olduğu Menâkıb’da açıkça anlatıldığı gibi Latîfî TezkiresiŞakâ’ıku’n-Nu’mâniyye ve Hadâ’ıku’ş-Şakâ’ık gibi eski kaynaklarda da teyit edilmektedir (bk. Kaynakça). Ancak şeyhlik makamına ne zaman oturduğu ve mensup olduğu tarikat konusu sarih değildir. Elvân Çelebi, eserinde babasının birçok halifesinin adını da tek tek zikreder (Erünsal vd. 1984: 152-165). Amasya Târîhi’nde yazdığına göre devrinin siyasî faaliyetlerine karışan Âşık Paşa, Emîr Çoban’ın oğlu ve Anadolu valisi meşhur Timurtaş’a vezir olmuş, onun başarısızlıkla sonuçlanan isyanından sonra gittiği Mısır’da hapsedilmiş, 732/1331-32 yılında Amasya’ya giderken Kırşehir’de ölmüştür (Hüseyin Hüsâmeddîn 1330: 2/480-484). Hâlbuki Âşık Paşa’ya dair en muteber kaynak kabul edilen Menâkıb’da Amasya bahsi hiç geçmez. Âşık Paşa, 13 yaşında geldiği Kırşehir’de 63 yaşında iken 13 Safer 733 tarihinde (3 Kasım 1332, Salı günü) “nâgehân” ölmüştür (Tulum 2017: 384-389). Âşık Paşa, Kırşehir’de, bugün Ankara-Kayseri otoyolu üzerinde bulunan kendi adıyla anılan mezarlık içindeki türbesinde (Önemli bir sanat eseri olan türbe hakkında bk. Ülgen 1942: 258-260, Eyice 1991, Ülgen 2008) medfundur. Türbesinin kuzey cephesinde bulunan Farsça kitabede de doğum yılı ve ölüm tarihi kayıtlıdır (d. 670-öl. 13 Safer 733 Salı). Burada “gece” öldüğü ayrıntısı da mevcuttur. Kitabe metni Kunter (1942), Tarım (1948) ve Erkoç (2005) tarafından bazı farklılıklarla okunmuştur. Bizim okuyuşumuz şu şekildedir:

Sâhib-i ilm-i ledün kutb-ı yegâne merd-i Hak

Şeyh Başa ibn Muhlis ibn Şeyh İlyâs dân

Âmed ender ha’ (خع) be-âlem bâz şod ender zelec (ذلج)

Sîz-deh rûz ez-Safer leyl-i se şenbih ey fülân

Bu kıt’adaki ha’ (خع), ebced hesabına göre Âşık Paşa’nın doğum tarihini (670), zelec (ذلج) ise vefat tarihini (733) vermektedir. Kitabenin Türkçesi şöyledir: (Kitabeyi okuyan kişiye hitaben) Ey falan kişi! Şeyh İlyâs oğlu Muhlis’in oğlu Şeyh Paşa’yı ledün ilmi (gizli hakikatleri konu alan ve bu yolla insanı mânevî kurtuluşa ulaştırdığına inanılan ilim) sahibi, biricik tasavvuf önderi ve Allah adamı bil. Safer ayının 13. Salı gününün gecesi dünyaya ha’ da geldi zelec’de tekrar göç etti.”

Âşık Paşa’nın, Tevârîh-i Âl-i Osmân sahibi Âşık Paşazâde’nin dedesi Süleymân (veya Selmân) ve Menâkıbu’l-Kudsiyye müellifi Elvân olmak üzere iki çocuğu bilinmekte idi. Tarım, türbe haziresindeki bir mezar taşından hareketle Cân adlı bir oğlu daha olduğunu tespit etmiştir (1948: 30). Tarım, Âşık Paşa’nın bunlara ilaveten Kızılca adlı bir oğlu ile Melek adında bir kızı olduğunun vesikalardan ve mezar taşı kitabelerinden anlaşıldığını kaydeder (1948: 28). 1 Safer 725 / 17 Ocak 1325 tarihinde vefat eden Melek’in mezar taşı Kırşehir Müzesi’ndedir (Kitabe metni ve resmi için bk. Göktürk 2008: 159-160, 309). Kızılca’ya ait mezar taşı ise bugün mevcut değildir. Türbe civarında bir hazire bulunduğu fakat zamanla duyarsızlık, ilgisizlik ve cehalet sebebiyle -Ahi Evran haziresinde olduğu gibi- Âşık Paşa’nın yakınları ve halifelerine ait olması gereken bu hazire ve mezarlar yok edilmiştir. Mezar taşlarından bazıları ise hâlen Kırşehir Müzesi bahçesindedir. Kitabeleri nakleden Tarım, yine haziredeki mezar taşlarından kırık olan birinin Muhlis Paşa’nın hanımının, bir diğerinin Âşık Paşa’nın hanımı Hâcı Hatun’un olduğunu bildirir. Fakat Zilhicce 727 (Ekim-Kasım 1327) tarihli bu mezar taşının Âşık Paşa’nın eşine değil kızına ait olduğu anlaşılmıştır (Göktürk 2008: 160, 310). Göktürk, araştırmaları esnasında Muhlis Paşa’nın eşine ait mezar taşına ise rastlayamadığını da belirtmiştir (2008: 146). Söz konusu kitabelerden diğerinin, Tarım’ın da ihtimal dâhilinde gördüğü üzere Seyyid Cân’ın eşine ait olduğu anlaşılmıştır (Kitabe için bkz. Göktürk 2008: 340).

Âşık Paşa; Hacı Bektaş ve Ahi Evran’ın manevi nüfuzunun güçlü olduğu keza Şeyh Süleyman vasıtasıyla Mevlevîlik cereyanının da hüküm sürdüğü, Köprülü’nün ifadesiyle “muazzam bir fikrî ve edebî inkişâf”a sahne olan Kırşehir’de, yine ona göre muhtemelen dedesi veya babasının kurduğu zaviyede etrafına birçok mürit toplamıştı (Köprülü 1965: 702-703). Latîfî, Âşık Paşa’nın Anadolu’ya Sultân Orhan zamanında dışarıdan geldiğinden başka Hacı Bektaş’la “muâsır ve muhâsib” olduğu bilgisini de verir (Latîfî 1314: 44). Keza Âşık Paşazâde Târîhi’nin matbu nüshasını hazırlayan Âlî Bey de düştüğü dipnotunda Âşık Paşa’nın Hacı Bektaş’ın sohbet müridi olduğunu bütün tarihçilerin doğruladığını ifade eder (Âlî Bey 1332: 206). Müstakîmzâde daha ileri giderek Âşık Paşa’yı Hacı Bektaş’ın halifesi olarak takdim eder (vr. 308a). Bu bilgiyi Köprülü “sonradan uydurulmuş” (Köprülü 1965: 702) Erünsal ve Ocak ise “imkânsız” (2014: 61) olarak değerlendirirler. Ancak aynı bilgi Hâfız Hüseyin Ayvansarâyî’nin iki eserinde (Derin 1978: 163, Derin-Çabuk 1984: 109) de tekrarlanır. Özellikle Hacı Bektaş’ın ölümü tarihi olarak ileri sürülen 1271’in kesin olmayıp onun 14. yüzyılın ilk çeyreğini idrak etmiş olması ihtimali (bk. Köksal 2014: 63-67) düşünülünce bunun, doğruluğu hemen reddedilmemesi gereken bir bilgi olduğu ortaya çıkar. Fakat her ne hâl olursa olsun, onun Kırşehir’de uzun müddet ikamet ettiği, gerek Mevlevîler, gerekse Hacı Bektaş bağlıları ve gerekse de yörenin en etkin dinamiği olan Ahilerle irtibat içinde bulunduğuna kuşku yoktur. Nitekim Latîfî’nin ifade ettiği “musahip” derecesinde bir yakınlık olmasa da Hacı Bektaş’la görüşmesi, onun dervişleriyle Şeyh Süleymân’dan ders alması Mevlevîlerle iyi ilişkiler içinde olduğuna delalet eder. Keza Garîb-nâme’de fütüvvetin önem ve değerine dair pek çok beytin varlığı Ahilerle de yakın münasebetinin işaretleri kabul edilebilir. Bununla birlikte, devrinin en saygın şeyhlerinden biri olduğu anlaşılan Âşık Paşa’nın Kırşehir civarındaki bu oluşumlarla bir rekabet ve nüfuz mücadelesi içinde olması da mümkün ve muhtemeldir. Köprülü bu hususu daha açık bir tarzda ifade ederek “Adı geçen büyük şeyhlerin o sırada ölmüş bulunmaları, Âşık Paşa’nın bu husustaki muvaffakiyetine elbette âmil olmuştur. Fakat buna rağmen bir taraftan Bektaşîlerin, bir taraftan Ahi Evran ve Şeyh Süleyman taraftarlarının, onun propagandasına mani olmak için çalıştıkları şüphesizdir.” (1965: 703) der. Özellikle oğlu Elvân Çelebi’nin Kırşehir’den ayrılarak büyük dedesi Baba İlyâs’ın Anadolu’da ilk vatan tuttuğu topraklara yerleşmesi bu mücadelenin belki de ileride daha belirgin hâle gelmesinin bir neticesi olarak görülebilir. Fakat gerek Hacı Bektaş, gerekse Ahi Evran’ın ölüm tarihlerindeki muğlaklık, yani her ikisinin de genel kabul gören ölüm tarihlerinin aksine 14. yüzyılın bir kısmını idrâk etmiş olmaları ihtimali -ki Hüseyin Hüsâmeddîn’e göre Hacı Bektaş, Âşık Paşa’dan beş sene sonra ölmüştür- Şeyh Süleymân hakkında ise Konya’da bir müddet Mevlânâ’nın terbiyesinden geçmiş ve Kırşehir’de hankahının açmış olmasından başka neredeyse hiçbir bilgimizin bulunmaması, Köprülü’nün, bunların ölümünden sonra Âşık Paşa’nın daha rahat bir alan bulduğu mealindeki izahını meşkuk bırakmaktadır.

Arapça ve Farsçanın yanı sıra biraz Ermenice ve İbranice de bildiği anlaşılan Âşık Paşa hakkında bilgi veren kaynakların ittifak ettiği husus; onun itikadı tam bir mümin, Hak âşığı bir mutasavvıf, sözü sohbeti sevilerek dinlenen, diğer ilimlerin yanı sıra “ledün ilmi”ni de öğrenmiş bir âlim, dünya ile ahiret dengesini kurmasını bilen büyük bir şeyh olduğudur. Elvân Çelebi, onun ölümüne büyük-küçük, zengin-fakir, kadın-erkek, genç-yaşlı, yerli-yabancı herkesin, hatta her din ve kavimden insanın üzülüp yas tuttuğunu kaydeder (Tulum 2017: 386-88). Kırşehir’de Âşık Paşa ve hususiyle türbesi etrafında oluşmuş pek çok menkabe ve inanış hâlâ halk arasında yaşamaktadır (Geniş bilgi için bk. Seyfeli 2008).

Eserleri:

1. Garîb-nâme: Âşık Paşa’nın en büyük ve kendisine asıl şöhretini kazandıran eseridir. Aruzun fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün kalıbıyla yazılan eser yaklaşık 10 bin 500 beyit tutarındadır. Nüshalara göre farklılıklar gösteren bu hacimli mesnevinin Kemal Yavuz neşrine (2000) göre beyit sayısı 10 bin 613’tür. Daha önce yayımlanan pek çok yazıda zikredilen 12 bin sayısı mübalağalıdır. Farsça kısa bir mensur mukaddimeyle başlayan eser “10 bâb” üzerine tertip edilmiştir. Her bâbda da 10 hikâye anlatılmış ve kaçıncı bâb işleniyorsa o sayıyla ilgili hususlar dile getirilmiştir. Garîb-nâme’nin bu geometrik ve sistematik yapısını, kayda değer etkilenmeler olduğu için Mevlânâ’nın Mesnevî’siyle karşılaştıran Köprülü, “Mevlânâ Mesnevî’sinin dağınık, tertipsiz, istitratlar ve hikâyelerle vahdeti dâimâ bozulan şekline zıd olarak, Garîb-nâme âdetâ hendesî bir intizama maliktir.” (1965: 705) demektedir. Garîb-nâme tercüme değil, telif ve tamamen orijinaldir. Bu yönüyle Anadolu’da telif edilmiş hacimli ilk eser sayılır. Esas itibarıyla tasavvufî olup Allah’a ulaşma yollarının anlatıldığı Garîb-nâme’nin en kayda değer özelliği hiç kuşkusuz Türk dilinin horlandığı bir dönemde bu dille yazılması ve bunun da özellikle vurgulanmasıdır. Garîb-nâmeDîvân-ı Âşık PaşaMa’ârif-nâmeMuhammediye ve Genc-nâme adlarıyla da anılmıştır. Fakat şairin, mesnevinin adını “Bu Garîb-nâme inen geldi dile / Kim bu dil ehli dahı ma’nî bile” (Âşık Paşa: vr. 365a) beytinde açıkça zikretmesi, konuyla ilgili tereddütleri ortadan kaldırmaktadır. Garîb-nâme’nin 120 civarında nüshasının varlığı bilinmektedir. Günay Kut, Garîb-nâme’nin en eski nüshasının “Mundy nüshası” diye bilinen Raif Yelkenci’ye ait nüsha olduğunu ve bunun Londra’da Şark Dilleri Mektebi Kütüphanesi’ne nakledildiğini belirtmektedir (Kut: 1991: 2). Ancak kataloglarda zikredilmeyen bu nüsha hakkında, istinsah tarihi de dâhil, bir bilgi mevcut değildir. Tespit edebildiğimiz kadarıyla Garîb-nâme’nin en eski nüshası, Samsun İl Halk Kütüphanesi Nu. 829’da kayıtlı nüshadır. Evâsıt-ı Cemaziyelâhir 826 tarihinde (Mayıs 1423) istinsah edilen nüsha 284 varak tutarında olup epeyce eksiktir. Bu nüsha, Köprülü’nün “en eski nüsha” kaydıyla bahsettiği Beyazıt Umumî Kütüphanesi Nu. 3633 nüshasından 35 yıl önce çoğaltılmıştır. En eski “tam” nüsha ise Ankara Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi 320 numarada kayıtlı, 830/1426-27 tarihli yazmadır. Keza 838’de istinsah edilmiş İBB Atatürk Kitaplığı M. Cevdet Yazmaları Nu. 54’te kayıtlı olan yazma da en eski nüshalardandır. Garîb-nâme metni üzerinde muhtelif tez çalışmaları (Gözütok 1986, Kaymaz 1989, Baykaldı 1990, Şarlı 1990, Güler 1990, Altınzincir 1991) yapılmışsa da eser tam olarak önce Bedri Noyan (Dedebaba) (1998), daha sonra Kemal Yavuz tarafından (2000) yayımlanmıştır. Noyan’ın neşri yukarıda zikredilen Ankara nüshası esas alınarak yapılmış popüler mahiyette bir çalışmadır. Yavuz’un bir nüshanın tıpkıbasımı, harfçevrimi ve sadeleştirilmiş metni birlikte verdiği dört ciltlik çalışması ise tenkitli metin neşridir.

2. Fakr-nâme: Aruzun fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün kalıbıyla yazılmış 161 beyitlik kısa bir mesnevidir. İki nüshası (Roma Biblioteca Casanatense Turca, Nu. 2054 ve Manisa Murâdiye Kütüphanesi Nu. 1153) bilinen eserin Vasf-ı Hâl’le birlikte varlıkları ilk kez Rossi tarafından bildirilmiş (1949), Levend de bir dil incelemesi yaparak metni şairin diğer eseri Vasf-ı Hâl ile birlikte yayımlamıştır (1954). Bu tasavvufî eserde “alçakgönüllülük” Tanrı tarafından çeşitli renklere bezetilmiş Fakr adlı bir kuş olarak tasvir edilmiştir.

3. Vasf-ı Hâl: Bu da Garîb-nâme ve Fakr-nâme gibi fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün kalıbında kaleme alınmış 39 beyitlik küçük bir mesnevidir. Fakr-nâme ile aynı yazma nüshalarda bulunmaktadır. Dünyanın mazi, hal ve istikbal olarak üç zamanı olduğu, insanın en çok “hâl”e kıymet vererek Hakk’a şükretmesi gerektiği konusundadır. Fakr-nâme ile birlikte yayımlanmıştır (Levend 1954).

4. Hikâye: Raif Yelkenci’ye ait olan ve şu an nerede olduğu bilinmeyen bir Garîb-nâme nüshasının sonunda yer alan bu eser de Paşa’nın yine fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün vezninde kaleme aldığı kısa mesnevilerindendir. 59 beyit uzunluğundaki manzumede aslında zeki olmayan kişilerin kendilerini zeki imiş gibi göstermelerinin sonucu mizahî bir tarzda anlatılmıştır. Hikâye, Levend tarafından yayımlanmıştır (1955).

5. Kelâm-ı Âşık Paşa: Millî Kütüphane Yz. A 3103/6 numarada kayıtlı bir risaleler mecmuası içinde yer alan eserin adı bulunmadığı için başlıktaki ibareyi eser adı olarak kabul ettik. Aruzun mefâ’îlün mefâ’îlün fe’ûlün kalıbında kaleme alınan 158 beyitlik bu kısa mesnevi Kaymaz tarafından bir sempozyum bildirisiyle tanıtılmış ve yayımlanmıştır (2008). Esere muhtevası göz önünde bulundurularak “Risâle-i Anâsır-ı Erba’a” demek de mümkündür.

6. Fürkat-nâme: Âşık Paşanın bir başka küçük mesnevisidir. Aruzun mefâ’îlün mefâ’îlün fe’ûlün kalıbıyla yazılmış 56 beyitten oluşmaktadır. Berlin Kraliyet Müzesi Kütüphanesi Nu. 337’de kayıtlı 15. yüzyıl sonlarında derlenmiş bir mecmuada (170b-173b) bulunmaktadır. Metni neşreden Tavukçu (1995); bu mesnevinin ya tamamlanamadığı veya mecmuayı derleyen Derviş Hamza’nın aslında daha hacimli olan eserin bu kadarını mecmuasına aldığı kanaatinde olduğunu söylemiş ve 28’er beyitlik iki bölüm hâlindeki mesnevinin ikinci 28 beytinin Âşık Paşa’ya değil de Derviş Hamza’ya ait olma ihtimalinin bulunduğunu kaydetmiştir (1995: 51). Bu küçük manzumede adından anlaşılacağı üzere “ayrılık” teması işlenmiştir.

7. Elif-nâme: Elif’ten yâ’ya kadar lâmelif de dâhil olmak üzere, bütün mısraları Arap alfabesindeki 29 harfin her biriyle başlayan yedişer beyitlik 29 gazelden (203 beyit) ibarettir. Ergun ve Gölpınarlı, Elif-nâme’yi oluşturan bölümlerin her birini ayrı birer gazel olarak düşünmüşlerdir. Fakat birbiriyle hem şekil yönünden, hem anlam yönünden bağlı olan bu şiirlerin, kayıtlı olduğu bir mecmuada başlıklandırıldığı gibi Elif-nâme adıyla ayrı bir eser olarak değerlendirilmesi daha doğru olacaktır. Eser, Ergun tarafından kısmen (1936: 129-144), Gölpınarlı (1961: 297-315), Kaymaz (1995) ve Demirel (2005) tarafından tam metin hâlinde neşredilmiştir.

8. Risâle fî Beyâni’s-Semâ’ (Semâ’ Risâlesi): Levend’in Tasavvuf Risâlesi’yle birlikte “Âşık Paşa’ya atfedilen” eserler arasında saydığı (1956) bu risale, Âşık Paşa’nın bilinen tek mensur eseridir. Metnin mevcut nüshaları, Ankara Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi 320, Süleymaniye Kütüphanesi Fatih Bölümü Nu: 5335 (Levend’in yazısına esas olan muahhar nüsha) ve Samsun Vezirköprü İlçe Halk Kütüphanesi Nu. 568’de bulunmaktadır. Eserin varlığını ilk defa haber veren Bursalı Mehmed Tâhir’in (1333: 110) bahsettiği Manisa Muradiye Kütüphanesi nüshasının ise bugün nerede olduğu bilinmemektedir. Risalenin Ankara nüshasına dayalı bir tanıtımı, -müellifi ve yazılış zamanına dair yanlış tespitlerle de olsa- Tecer tarafından yapılmıştır (1958-59). Yer yer manzum parçalarla da süslenen Semâ’ Risâlesi, eserin Âşık Paşa’ya aidiyetine dair tespitlerin de yer aldığı ayrıntılı bir incelemeyle birlikte tenkitli metin hâlinde yayımlanmıştır (Köksal vd. 2013). Risale, İslâm dünyasında öteden beri tartışma konusu olagelen semâ’ ve raksın helâl / mübah oluşu hakkındadır.

9. Şiirleri: Başta Câmi’u’n-Nezâ’ir olmak üzere en eski şiir mecmualarında da, daha yakın zamanlarda düzenlenen mecmualarda hatta cönklerde de Âşık Paşa’nın şiirlerine rastlanmaktadır. Şairin, kısa mesnevileriyle Elif-nâme’deki 29 gazeli hariç olmak üzere bugüne kadar 46 manzumesi tespit edilerek yayımlanmıştır. Bu şiirlerden dördü kaside, ikisi murabba’, diğerleri gazel nazım şekliyle yazılmıştır. Kasidelerin tamamı “tevhîd” tarzındadır. Âşık Paşa’nın -ikisi Elif-nâme’ye ait- 18 şiiri Gölpınarlı tarafından önce makale olarak yayımlanmış (1936), daha sonra Elif-nâme’deki şiirleri ile öncekileri de barındıran 27 şiiri Yûnus Emre ve Tasavvuf adlı kitabında (1961: 295-345) neşredilmiştir. Ergun da Türk Şairleri adlı eserinde Elif-nâme’den bazı şiirlere ve tespit ettiği 19 şiire yer vermiştir (1939: 129-144). Tavukçu (1995) ve Köksal (2013) da şairin muhtelif şiir mecmualarındaki ikişer gazelini neşretmişlerdir (Âşık Paşa’nın yayımlanmış müstakil şiirlerinin dökümü için bk. Köksal 2013).

Bunlardan başka Âşık Paşa’ya isnat edilen eserler de vardır. Bunlardan en hacimlisi Tasavvuf Risâlesi adlı mensur metindir. Levend (1956: 163), istinsah tarihi Cumadelûlâ 1351 (Kasım 1932) olan 214 sayfalık bu risalenin bilinmeyen bir başka şahıs tarafından Garîbnâme’nin nesre çevrilmiş “bozuk ifadeli” ve “uydurma” bahisler eklenmiş bir özeti kabilinden olduğunu söyler. Eseri bir makaleyle tanıtan Okuyucu da (1998: 199, 201) metnin Âşık Paşa’ya aidiyetine dair kuşkular olduğu kanaatindedir. Köprülü, bir de Âşık Paşa’ya ait olduğu ileri sürülen aynı addaki manzum bir eserden bahsetmektedir. Köprülü, görmediği ama aktardığı malumata göre Manisa Muradiye Kütüphanesi’nde bulunduğu bildirilen 219 varaklık bu manzum Tasavvuf Risâlesi’nin, eserde geçen “Gel ey âşık bugün aşkı bırakma” mısraından hareketle ona mal edilmesinin temelsiz olduğunu belirtmektedir.

Âşık Paşa’ya atfedilen bir de Kimyâ Risalesi adlı bir eser mevcuttur. Agâh Sırrı Levend’in faksimilesini neşrettiği ve nerede başlayıp bittiği bile tam belli olmayan, Levend’in (1955: 275-276) ifadesine göre ifadesinin çok bozuk ve karışık olmasından dolayı Âşık Paşa’ya aidiyetinin ihtiyatla karşılanması gereken bu metin yine aruzun fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün kalıbında yazılmış küçük bir mesnevi olup Çorum İl Halk Kütüphanesi Nu. 2889’da bulunan bir mecmuanın içinde “Risâle-i Âşık Paşa der-Hakk-ı Kîmyâ” başlığı altında yer almaktadır. Levend’in tanıttığı bu nüshanın bazı sayfaları eksik, yırtık ve düzensizdir. Eserin bir nüshasını da İBB Atatürk Kitaplığı M. Cevdet Yazmaları K 180/16 numarada kayıtlı bir risaleler mecmuası içinde (84a-86a) tespit ettik. Çorum nüshası 63 beyit, “Risâle-i Âşık Paşa” başlığını taşıyan Muallim Cevdet nüshası ise bir mukaddime ve kısa kısa altı bölümden oluşan 81 beyit tutarındadır. Her iki nüshada da mahlas geçmemektedir. Bu nüshanın üslûbu, sonunda konuyu bağlayışı, Çorum nüshasındaki tertipsizliğin bulunmaması gibi göstergeler, eserin Âşık Paşa’ya ait olma ihtimalini akla getirse de mahlas bulunmaması ve bazı beyitlerin mefâ’îlün mefâ’îlün fe’ûlün kalıbında yazılması, sistemli bir müellif olan Âşık Paşa’nın tarzına uymadığı için bu aidiyeti şüpheli duruma düşürmektedir. Özellikle kullanılan ekler ve herhangi bir arkaik unsur ihtiva etmemesi gibi dil özellikleri, eserin Eski Anadolu Türkçesi döneminden çok daha yakın, belki XVI. yüzyıldan da sonra yazıldığı izlenimini vermektedir. Âşık Paşa’nın zaman zaman kelimelerin imlasını bile vezne tercih ederek değiştirmesine benzer bir durum da bu eserde görülmemektedir. Ayrıca bu mesnevinin yer aldığı mecmuada, kendisinden önceki ve sonraki eserlerin de aynı konuda (ilm-i kîmyâ) olması, bu eserlerin sonunda XVII. yüzyıla ait tarihlenen kayıtların bulunması gibi hususlar da dikkate alındığında üslûpça da Âşık Paşa’ya çok uzak bu risalenin ona aidiyetinin imkânsız olduğu kanaati hasıl olmaktadır.

Edebî Kişiliği:

Âşık Paşa, esas itibarıyla şairlik iddiasından ziyade, -dönemin hemen bütün mutasavvıfları gibi- halkı aydınlatmaya çalışırken anlattıklarının akılda kalıcı olmasını sağlamak amacıyla “manzum” yazma yolunu seçmiş bir müelliftir. Köprülü, onun baş eseri Garîb-nâme’yi değerlendirirken “…bu büyük eser sanat gâyesi hiç düşünülmeyerek vücuda getirilmiş didaktik bir mahsûldür.” (1965: 705) demektedir. Bununla birlikte onu, yine Köprülü’nün dediği gibi “hakiki bir şair, bir sanatkâr olmayan” (1965: 706) şiiriyet yönü zayıf bir şair olarak nitelemek de doğru olmaz. Kuşkusuz çağdaşı mutasavvıf şairlerden Yûnus’un lirizmini, Nesîmî’nin coşkusunu yakaladığını söylemek zordur, ama herhâlde “sanatkâr olmak itibarıyla -hemşehrisi- Gülşehrî’nin çok dûnunda” (Köprülüzâde 1918: 270) olduğu iddiasına katılmak da mümkün değildir. Yaşadığı dönemde Türkçenin yeterince işlenmiş bir yazı dili / edebî dil olmaması, Paşa’nın kullandığı aruzun o devir Anadolu’sunda henüz kıvamını bulmaması gibi tabiî ortam da düşünüldüğünde, onun özellikle Yûnus Emre tesirinde yazdığı gazellerin başarılı ürünler olarak addedilmesi gerekir. Köprülü’nün sanatkâr yönü zayıf olduğu için “çabuk unutulmuş” bir şair olduğu iddiasının haksızlığını Garîb-nâme’nin 15. yüzyıldan başlamak üzere 1920’li yıllara kadar istinsah edilegelen ve bugün pek çok dünya ülkesinin kütüphanelerinde bulunan Garîb-nâme nüshaları açıkça göstermektedir. Sadece Garîb-nâme’sine değil, müstakil şiirlerine de pek çok şiir mecmuası ve cönkte rastlamak mümkündür.

Âşık Paşa’nın yukarıda zikredilen küçük risaleleri ve diğer şiirleri de bulunmakla birlikte edebî kişiliğini değerlendirirken elbette baş eserinden yola çıkmak isabetli olacaktır. Bir mesnevi şairî olarak Âşık Paşa’nın etkilendiği kişilerin başında kuşkusuz Mevlâna gelmektedir. Öyle ki Köprülü Garîb-name için “Âşık Paşa’nın Türkler arasında çok meşhur olan ‘Garîb-nâme’si âdetâ Türkçe bir Mesnevî gibidir.” demektedir (Köprülüzâde 1918: 255, 270). Garîb-nâme’yi Mesnevî’yle aynı vezinde yazdığı gibi eserinde Mesnevî’den bazı hikâyelere de yer vermiştir. Kemal Yavuz, Âşık Paşa’ya -doğrudan veya dolaylı olarak- tesir eden eserlerden bahsederken “İfade ve bilgi olarak Orhun Abideleri’ne, Kutadgu Bilig’e, Dede Korkut’a, Mesnevî’ye, Yûnus’a” gittiğini (2008: 27) kaydetmiştir. Şairin Mesnevî’yi okuduğu, Yûnus’u çok iyi bildiği kuşkusuzdur. Nitekim gazellerinin pek çoğunda Yûnus etkisi açıkça görülmektedir. Âşık Paşa, özellikle Garîb-nâme’siyle edebiyatımıza pek çok şaire hatta edebî türe örneklik etmiştir. Süleymân Çelebi meşhur Mevlid’inde onu örnek almış, hatta birçok beyti Garîb-nâme’den aynen aktarmıştır. Yavuz, eserindeki kimi konular münasebetiyle onun aynı zamanda edebiyatımızda ilk Leylâ ve Mecnûn, ilk Yûsuf u Züleyhâ yazarı, mevlid ve miraciye türlerinin de ilk uygulayıcısı olarak tanıtmıştır (2008: 27). Ayrıca Yavuz; Âşık Paşa’nın Türk edebiyatını Sinân Paşa’dan başlayarak Yazıcıoğlu Mehmed, Kaygusuz Abdâl, Eşrefoğlu Rûmî, Bâkî ve Şeyh Gâlib’e uzanan geniş bir yelpazede “dili kullanıştan düşünce şekillerine kadar” etkilediğini söylemiş, hatta Nâbî ve onun okuluna mensup şairlerin hikemî tarzlarında da Paşa’nın rolü olduğunu iddia etmiştir (Yavuz 2000: XXXIV-XXXV).

Âşık Paşa’nın dil hassasiyetini sadece dillere pelesenk olmuş Türk diline kimsene bakmaz idi / Türklere hergiz gönül bakmaz idi / Türk dahı bilmez idi bu dilleri / İnce yolı ol ulu menzilleri mısralarına indirgemek haksızlık olur. Zira Âşık Paşa, Türkçe hassasiyetini sadece bu sözlerde bırakmamış, uygulama sahasına da başarıyla geçirmiştir. Onun Türkçe kelime kullanması, kavramları Türkçe olanıyla açıklaması elbette bilinçli bir tercih olarak görülmelidir. 11 bin beyte yakın eserde sadece 400 civarında Farsça yapılı tamlamaya yer vermesi dikkat çekicidir. Bu, yaklaşık 30 beyitte bir Farsça terkip kullandığını göstermektedir (Aksoyak 2014: 97).

Köprülü’nün, Âşık Paşa’nın sanatkârlık yönünü takdir etmemesinin yanı sıra Garîb-nâme’yi değerlendirmesi de dikkat çekicidir. Nitekim o, “Bu kocaman eserde, o devir hayatı ile alâkalı pek az şeye tesadüf olunuyor.” dedikten sonra çok da kayda değer şeyler bulunmadığını özellikle vurgulayarak “İşte bu mahdut parçalar bir tarafa bırakılacak olursa Garîb-nâme’de hiçbir mahallî hususiyet olmadığı söylenebilir.” (1965: 704) demiştir. Hâlbuki, mesnevîyi neşreden Yavuz’un da ifade ettiği gibi ekin ekmekten çocuklara isim vermeye kadar (2000: XXXVII) sosyal hayatın pek çok yönü eserde ele alınmıştır. Keza metindeki kültür unsurları müstakil bir bildiri konusu olarak da ele alınmıştır (Argunşah 2014).

Âşık Paşa’nın kendine mahsus bir “mesnevî dili” oluşturduğu rahatlıkla söylenebilir. O; cinas, tekrîr, tarsî’, iâde, aks gibi söz sanatlarından istifadeyle ses ve söz tekrarlarından çokça yararlanır (Bk. Kesik 2014). Eserlerinde çoğunlukla bir sohbet üslûbunda gördüğümüz sık sık “görsene”, “baksana”, “bil(in)” gibi kelimelerle okuyucuya doğrudan seslenme yolunu tercih eder. Başta Garîb-nâme olmak üzere mesnevîlerinde, bu tür eserlerin en önemli iki ayağı olan tasvir ve tahkiyeyi başarıyla ve birini ötekine ezdirmeden kullanmasıyla da dikkat çeker. Esas itibarıyla o; didaktik gayeli bu mesnevîlerinde yeri geldikçe coşkun bir sufî, yeri geldikçe bir gözlemci, yeri geldikçe eğlendiren bir mizahçıdır.

Kaynakça

Aksoyak, İsmail Hakkı (2014). “Garîb-nâme’de Nazım Dilini Oluşturma Yolları”. Âşık Paşa ve Anadolu’da Türk Yazı Dilinin Oluşumu Sempozyumu -Bildiriler- 1-2 Kasım 2013, Kırşehir. Hzl.: M. F. Köksal. Ankara: Kırşehir Valiliği Yay. 93-100.

Âlî Bey (1332). Tevârîh-i Âl-i Osmân’dan Âşık Paşazâde Târîhî. İstanbul.

Altınzincir, Hasan (1991). Garîb-nâme (1-5. Bablar). Doktora Tezi. Adana: Çukurova Üniversitesi.

Argunşah, Mustafa (2014). “Garîb-nâme’de Kültürel Öğeler”. Âşık Paşa ve Anadolu’da Türk Yazı Dilinin Oluşumu Sempozyumu -Bildiriler- 1-2 Kasım 2013, Kırşehir. Hzl.: M. F. Köksal. Ankara: Kırşehir Valiliği Yay. 103-112.

Âşık Paşa. Garîb-nâme. Ankara Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi (Milli Kütüphane Kolleksiyonu) Nu. 326/1.

Ayverdi, İlhan (2006). Asırlar Boyu Tarihî Seyir İçinde Misalli Büyük Türkçe Sözlük. C. 2. İstanbul: Kubbealtı Neşriyat. 2468.

Baykaldı, Remzi (1990). Garibnâme Raşit Ef. Nr. 9344. Bab 1-5: Transkribe, Metin, Metindeki Ayet ve Hadislerin Mealleri vs. Yüksek Lisans Tezi. Kayseri: Erciyes Üniversitesi.

Bursalı Mehmed Tâhir (1327). “Âşık Paşa”. Türk Derneği (1): 12-19.

Bursalı Mehmed Tâhir (1333). Osmânlı Müellifleri. C. 1. İstanbul.

Demirel, Mustafa (1994). “Âşık Paşa’nın Elifnâmesi ve Özellikleri”. Bilig (3): 215-229.

Demirel, Mustafa (2005). Alî bin Ahmed bin Emîr Alî Mecmû’a-i Latîfe ve Dili. İstanbul: Çağrı Yay.

Deny, Jean (1965). “Paşa”. İslâm Ansiklopedisi. C. 9. İstanbul: MEB Yay. 536-539.

Derin, Fahri Ç. (1978). Hâfız Hüseyin Ayvansarâyî Vefâyât-ı Selâtîn ve Meşâhîr-i Ricâl. İstanbul: İÜEF Yay.

Derin, Fahri Ç. ve V. Çabuk (1985). Hâfız Hüseyin Ayvansarâyî Mecmû’a-i Tevârîhİstanbul: İÜEF Yay.

Ergun, Sadettin Nüzhet (1936). “Âşık Paşa”. Türk Şairleri. C. 1. 129-144.

Erkoç, Ethem (2005). Âşık Paşa ve Oğlu Elvan Çelebi. Çorum.

Erünsal, İsmail E., A. Y. Ocak (hzl.) (1984). Elvan Çelebi, Menâkıbu’l-Kudsiyye fî Menâsıbi’l-Ünsiyye. İstanbul: İÜEF Yay.

Erünsal, İsmail E. ve A. Y. Ocak (hzl.) (2014). Elvan Çelebi, Menâkıbu’l-Kudsiyye fî Menâsıbi’l-Ünsiyye Baba İlyas-ı Horasânî ve Sülâlesinin Menkabevî Tarihi. 3. Baskı. Ankara: TTK Yay.

Eyice, Semavi (1991). “Âşık Paşa Türbesi”. İslâm Ansiklopedisi. C. 4. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay. 5.

Gibb, E. J. Wilkinson (1999?). Osmanlı Şiir Tarihi. C.1. Çev. A. Çavuşoğlu. Ankara: Akçağ Yay.

Göktürk, Mehmet (2008). Kırşehir Mezar Taşları “Mezardaki Hayatlar”. Ankara: Kırşehir Belediyesi Yay.

Gölpınarlı, Abdülbâki (1936). “Aşık Paşa’nın Şiirleri”. Türkiyat Mecmuası V (1935: 87-100.

Gölpınarlı, Abdülbâki (1961). Yunus Emre ve Tasavvuf. İstanbul: İnkılâp Kitabevi.

Gözütok, Avni (1986). Âşık Paşa’nın Garibnamesi İlk Dört Babının Transkripsiyonlu Metni, Gramer Kelime Teşkili, Çekimleri ve Seçme Lugat. Yüksek Lisans Tezi. Erzurum: Atatürk Üniversitesi.

Güler, Kadir (1990). Garibnâme, Raşit Ef. Nr. 9344. 9., 10. Bablar: Transkribe, Metin, Metindeki Ayet ve Hadislerin Mealleri vs. Yüksek Lisans Tezi. Kayseri: Erciyes Üniversitesi.

Günşen, Ahmet (2006). İlk Türkçecilerden Kırşehirli Âşık Paşa. Ankara: Kırşehir Valiliği Yay.

Hüseyin Hüsâmeddîn (1330). Amasya Târîhi. C. 2. İstanbul.

Kaymaz, Zeki (1989). Âşık Paşa, Garîb-nâme. Yüksek Lisans Tezi. Malatya: İnönü Üniversitesi.

Kaymaz, Zeki (1995). “Âşık Paşa’nın Elifnâme’si”. İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (2): 302-332.

Kaymaz, Zeki (2008). “Âşık Paşa’nın Yayımlanmamış Bir Şiiri Üzerine”. II. Âşık Paşa Sempozyumu 7-9 Haziran 2001 Kırşehir - Bildiriler. Hzl.: E. Ülgen, A. Ülgen. İstanbul. 145-154.

Kesik, Beyhan (2014). “Âşık Paşa’nın Garîb-nâme’sinde Bazı Söyleyiş Özellikleri”. Âşık Paşa ve Anadolu’da Türk Yazı Dilinin Oluşumu Sempozyumu -Bildiriler- 1-2 Kasım 2013, Kırşehir. Hzl.: M. F Köksal. Ankara: Kırşehir Valiliği Yay. 257-290.

Köksal, M. Fatih (2013). “Âşık Paşa’nın Şiirleri ve Bilinmeyen İki Gazeli”. Burhan Paçacıoğlu Armağanı. Ed.: E. Eminoğlu, H. Yekbaş. Sivas: Es-form Ofset. 41-50.

Köksal, M. Fatih (2014). Ankâ-yı Maşrık’a Göre Hacı Bektaş ve Ahi Evran’ın Osmanlı Devleti’nin Kuruluşundaki Rolleri”. Turkish Studies (Mustafa Topaloğlu Armağanı) 9 (9): 59-79.

Köksal, M. Fatih, Ş. Kırlı (2013). “Âşık Paşa’nın Semâ Risâlesi: Risâle fî Beyâni’s-Semâ”. Türklük Bilimi Araştırmaları (33): 165-206.

Köprülü, Mehmed Fuat (1965). “Âşık Paşa”. İslâm Ansiklopedisi. C. 1. İstanbul: MEB Yay. 701-706.

Köprülüzâde Mehmed Fuad (1918). Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. İstanbul.

Kunter, Halim Baki (1942). “Kitabelerimiz I”. Vakıflar Dergisi (2): 431-454.

Kut, Günay (1991). “Âşık Paşa”. İslâm Ansiklopedisi. C. 4. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay. 1-3.

Latîfî (1314). Tezkire-i Latîfî. İstanbul.

Levend, Agâh Sırrı (1954). “Âşık Paşa'nın Bilinmeyen İki Mesnevisi: Fakr-nâme ve Vasf-ı Hâl”, TDAY Belleten 1953. Ankara. 205-255.

Levend, Agâh Sırrı (1955). “Âşık Paşa’nın Bilinmeyen İki Mesnevisi Daha: Hikâye ve Kimya Risalesi”. TDAY Belleten 1954. Ankara. 265-276.

Levend, Agâh Sırrı (1956). “Âşık Paşa’ya Atfedilen İki Risale”. Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1955. Ankara. 153-163+tıpkıbasım.

Mecdî Mehmed Efendi (1989). Hadâ’ıku’ş-Şakâ’ık, (Şakâ’ık-ı Nu’maniye ve Zeyilleri). C. 3. Hzl.: A. Özcan. İstanbul: Çağrı Yay.

Müstakîmzâde Süleymân Sa’deddîn. Mecelletü’n-Nisâb. Süleymaniye Kütüphanesi Halet Efendi Nu. 628.

Noyan (Dedebaba), Bedri (hzl.) (1998). Âşık Paşa-yı Velî, Garibnâme. İstanbul: Ardıç Yay.

Ocak, Ahmet Yaşar (1991). “Âşık Paşa (Tasavvufî Şahsiyeti)”. İslâm Ansiklopedisi. C. 4. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay. 3.

Ocak, Ahmet Yaşar (1996). Babaîler İsyanı -Alevîliğin Tarihsel Altyapısı yahut Anadolu’da İslâm-Türk Heterodoksisinin Teşekkülü-. İstanbul: Dergâh Yay.

Okuyucu, Cihan (1998). “Âşık Paşa’nın Tasavvuf Risalesi”. Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (2): 197-213.

Olcay, Osman Fevzi. Amasya Şehri. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı. Nu. B 2.

Pakalın, Mehmet Zeki (1993). Osmanlı Tarih Deyim ve Terimleri Sözlüğü. C. 2. İstanbul: MEB Yay. 755-757.

Pekolcay, A. Necla (2002). “Âşık Paşa”. Atatürk Kültür Merkezi Türk Dünyası Edebiyatçılar, Yazarlar ve Şairler Ansiklopedisi. C. 1. Ankara: AKM Yay. 497-500.

Pekolcay, Necla (1977). “Âşık Paşa”. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi. C.1. İstanbul: Dergâh Yay. 196-197.

Rossi, Ettore (1949). “Studi su manoscritti del Garîb-nâme di Âşık Paşa nelle Biblioteche d’Italia”. Rivista degli Studi Oriantali 24: 108-119.

Serbestoğlu, İbrahim, T. Açık (2014). “Hüseyin Hüsameddin’in Bilinmeyen Bir Eseri: Paşa Armağanı”. History Studies (elektronik dergi) 6 (4): 155-178.

Seyfeli, Mahmut (2008), “Kırşehir Yöresinde Âşık Paşa Etrafında Teşekkül Eden Efsane ve Menkabeler”. II. Âşık Paşa Sempozyumu 7-9 Haziran 2001 Kırşehir - Bildiriler. Hzl.: E. Ülgen, A. Ülgen. İstanbul. 69-89.

Şarlı, Mahmut (1990). Garibnâme, Raşit Ef. Nr. 9344, 6., 8. Bablar: Transkribe, Metin, Metindeki Ayet ve Hadislerin Mealleri vs. Yüksek Lisans Tezi. Kayseri: Erciyes Üniversitesi.

Tarım, Cevat Hakkı (1948). Tarihte Kırşehri-Gülşehri (Babailer-Ahiler-Bektaşiler). İstanbul.

Taşköprülüzâde (1985). Eş-Şakâ’ıku’n-Nu’mâniyye fî Ulemâ’id’-Devleti’l-Osmâniyye. Neşr.: A. S. Furat. İstanbul: İÜEF Yay.

Tavukçu, Orhan Kemal (1995). “Âşık Paşa’nın Bilinmeyen Bazı Gazelleri ve Bir Mesnevisi”. Yedi İklim (62): 51-55.

Tecer, Ahmet Kutsi (1958). “XV. Yüzyıla Ait Oyun-Rakıs Hakkında Mühim Bir Eser I, I, III, IV, V”. Türk Folklor Araştırmaları Dergisi 5 (106, 107, 108, 110, 113): 1695-1696, 1709-1711, 1723-1725, 1754-1755, 1805-1808.

Tecer, Ahmet Kutsi (1959). “XV. Yüzyıla Ait Oyun-Rakıs Hakkında Mühim Bir Eser VI”. Türk Folklor Araştırmaları Dergisi 6 (118): 1901-1903.

Tulum, Mertol (2000). Tarihî Metin Çalışmalarında Usûl – Menâkıbu’l-Kudsiyye Üzerinde Bir Deneme. İstanbul: Deniz Kitabevi.

Ülgen, A. Saim (1942). “Kırşehir’de Türk Eserleri”. Vakıflar Dergisi (2): 254-261.

Ülgen, Aygün (2008). “Türbe Mimarimizin İlgi Çekici Bir Örneği: Âşık Paşa Türbesi”. II. Âşık Paşa Sempozyumu 7-9 Haziran 2001 Kırşehir - Bildiriler. Hzl.: E. Ülgen, A. Ülgen. İstanbul. 90-95.

Yavuz, Kemal (2000). Âşık Paşa, Garib-nâme (Tıpkıbasım, Karşılaştırmalı Metin ve Aktarma). 4 C. Ankara: TDK Yay.

Yavuz, Kemal (2008). “Âşık Paşa”. II. Âşık Paşa Sempozyumu 7-9 Haziran 2001 Kırşehir - Bildiriler. Hzl.: E. Ülgen, A. Ülgen. İstanbul. 25-32.

Madde Yazım Bilgileri

Yazar: PROF. DR. MEHMET FATİH KÖKSAL
Yayın Tarihi: 30.12.2014
Güncelleme Tarihi: 14.02.2021

Eserlerinden Örnekler

Garîb-nâme’den

İy Hudâvendâ senün lutfun delim

Sensin âhir hem hakîm ü hem Alîm

 

Hem Habîr u hem Basîr u hem Şekûr

Hem Rahîm u hem Kerîm ü hem Gafûr

 

Cümle sensin âşikârâ vü nihân

Bî-zamân u bî-mekân u bî-nişân

 

Ne sana akl irebilür fikr ile

Ni seni dil eydebilür zikr ile

 

Pâdişâhsın sen bize biz kul senün

Yog-ıduk biz sen bizi var eyledün

 

Cânı sen virdün tene vü câna ten

Cân tene cândur u cânun cânı sen

 

Işk u devlet akl u dâniş cân gönül

İşigünde cümle boynı baglu kul

 

Cümle sendendür bizüm sermâyemüz

Zât içinde nakd u genc ü mâyemüz

 

Var ne hod biz bir avuç toprag-ıduk

Toprag olmadın ho küllî yog-ıduk

 

Cümle varlık bes senündür yâ Celîl

Evvel ü âhir sana sensin delîl

 

Ne ola bizde ne var lâyık sana

Gelmedi bir lâyık iş önden sona

 

Sana lâyık kanı akl anlayası

Yâ kulak kanı sözün dinleyesi

 

Kanı lâyık göz ki sini boylaya

Kanı arı dil ki zikrün eyleye

 

Kanı gönül kim kıla her dem niyâz

Kanı dostlık kanı kullık kanı nâz

 

Kanı tâ’at hazret’e arz itmege

Kanı kuvvet dogru yola gitmege

 

Kanı lâyık ten ki emrüni duta

Emr içinde ola her dem ol dü-tâ

 

Kanı nefs kim emrüne izzet kıla

Emr içinde kul ola kemter kula

 

Kanı ol cân kim sana lâyık-durur

Sini sevmeklik ana bayık-durur

 

Kanı ol ışk-ı hakîkî kim bizi

Ala ilte göstere görklü yüzi

 

Kamusı ol Hazret’e lâyık degül

Anda arza geçmegi bayık degül

(Yavuz, Kemal (2000). Âşık Paşa, Garib-nâme (Tıpkıbasım, Karşılaştırmalı Metin ve Aktarma). C. I/1. Ankara: TDK Yay. 27-31. (72-91. beyitler).)

 

Gazel

Âyet-i hüsnün görüp îmâna gelmişlerdenüz

Aç cemâlün mushafın Kur’ana gelmişlerdenüz

 

Dilberâ men’ etme gel bizden zekât-ı vaslını

Âsitân-ı devlete ihsâna gelmişlerdenüz

 

Şimdiden yanmış değül mihrün odına cân u dil

Nâr-ı ışka biz ezelden yana gelmişlerdenüz

 

Ey tabîb-i cân lebün dârüşşifâsından senün

Âşık-ı dil-hastayuz dermana gelmişlerdenüz

 

Âşık-ı bîçâreye ey şâh-ı âdil eyle dâd

Hâlimüz arz etmeğe dîvana gelmişlerdenüz

(Gölpınarlı, Abdülbâki (1936). “Aşık Paşa’nın Şiirleri”. Türkiyat Mecmuası V (1935): 97.)

 

Gazel

Işk odı düşdi cânuma eritdüm ciger yağını

Kırdum hevesler kökini yandurdum oda yağını

 

Kazdum kahır kazmasıyla canda cefâ ocağını

Çaldum bu nefsüm boynına himmet eri bıçağını

 

Kudret tozı sürmesini çekdüm gözüm sebeline

Hikmet ünin işitmege açdum canum kulağını

 

Rahmet suyı ile yudum gönlüm yüzini arı hoş

İstiğfar u zârî-y-ile düzdüm îmân durağını

 

Her kim bana bin taş ura bin gül nisâr olsun ana

Ekdüm müddeî gözine alçaklığun toprağını

 

Kim ki söger ise bana karşu duâ kılam ana

Urmağa kasd idenlerün yatam öpem ayağını

 

Bana yanın bakanlarun sen devletin artur anun

Urdum yüregüm başına yudup nûş itmek dâğını

 

Işkun elinden Âşık’un iki bükildi kâmeti

Tevfîk işiginden ana sundum şükür dayağını

(Gölpınarlı, Abdülbâki (1936). “Aşık Paşa’nın Şiirleri”. Türkiyat Mecmuası V (1935): 92.)

 

Gazel

Tanrı aşkından bu cümle âdemi

Yögrüşüben geşt iderler âlemi

 

Dağ aşup deryâ geçüp nister bular

Bu aceb rencün acep nedür emi

 

Ey niceler varlıgun satdı yoğa

Şâdi virüp satun aldılar gamı

 

Bulmadı bu derde dermân kimsene

Bilmedi nedür bu zahmun merhemi

 

Işk elinden niçeler hayrân olur

Işk elinden niçe baş oldı semi

 

Tutmadı âşıklarun gönli karâr

Gitmedi gözlerinün hergiz nemi

 

Tâcını vü tahtını terk eyledi

Sen işitmedin mi şâhum Edhem’i

 

Bular atlas-pûş iken geydi palâs

Ölmedin ön geçürürler mâtemi

 

Âşık anun ışkına dün gün yeler

Nitekim yürür deniz üzre gemi

(Gölpınarlı, Abdülbâki (1936). “Aşık Paşa’nın Şiirleri”. Türkiyat Mecmuası V (1935): 91.)

 

Gazel

Işkun odı arturur her gice efgânum benüm

Tan budur kim derd olur her gice dermânum benüm

 

Niçe sırlar açılur âleme nûrlar saçılur

Bir nefes cûş eylese deryâ-yı ummânum benüm

 

Olalar iki cihânda mest ü hayrân olalar

Ger okınsa âleme bir safha dîvânum benüm

 

Fâş ola ilm-i ledünni niçe kanlar saçıla

Görinürse gözlere âlemde mihmânum benüm

 

Yine sensin gösteren hem sırrını örten dahı

Pes ne sırdur bu arada ad u hem sanum benüm

 

Işk odına yana gör Âşık dime çûn u çerâ

Çün oda yandurmağ ister seni Sübhânum benüm

(Köksal, M. Fatih (2013). “Âşık Paşa’nın Şiirleri ve Bilinmeyen İki Gazeli”. Burhan Paçacıoğlu Armağanı. Ed.: E. Eminoğlu, H. Yekbaş. Sivas: Es-form Ofset. 46-47.)

 

Semâ’ Risâlesi’nden

İmdi bu hikmetleri kim âleme nakş eyledi ve Âdemîye bahş eyledi. Göz virdi bize anı görmek-içün. Kulak virdi işitmek-içün. Dil virdi söylemek-içün. El virdi dutmag-ıçun. Ayak virdi yürümek-içün. Gönül virdi bilmek-içün. Aklı virdi anlamak-ıçun. Cân virdi cünbiş-içün. Ten virdi hareket içün. Ömür virdi dirlik-içün. Ve lîkin ol ömri bir yıl içinde kodı. Eger kişinün yaşı bin olsa yılı birdür. Kamusı ol bir yıl içinde geçer. Bin kez gelse hemân yine ol bir durur. Ve lîkinol bir yıla dört fasl virdi: Üç ay yaz, üç ay yay, üç ay güz, üç ay kış. Ol on iki perde kim on iki aydur. Bu dört fasla havâle kıldı kim yaz u yay u güz [ü] kışdur. Bu dört faslı ol dört oyına bırakdı kim çarh u raks u mu’allak u pertâvdur. Görsene üç ay yaz geçer, çarh içinde. Nitekim eydür şi’r:

Yaz oldı yine yir yüzi yaşıl tona geldi

Kış geçdi şükür saglıg-ıla yıl döne geldi

Kış kahrı-y-ıla kalmış-ıdı kamu halâyık

Uş halk üzere lutfı Çalap’un yine geldi

Ya’nî kim yıl çevrindi; hâl döndi, ölmiş yirler dirildi, kurımış agaçlar yeşerdi, aruk olmış gevdelerde et bitdi, sogılmış tamarlara su döküldi. Kış yaza döndi; kahr lutfa degşürildi, sovuk issiye, ziyân assıya. Bu yıl çevrindügi, hâl döndigi çarh ‘alâmetidür. Pes üç ay yaz çarh içinde geçer. Yaz geçdi. Bu kez yay geldi. Yay güninde âlem halkı be-küllî raks içindedür, hareket eyler, raks urur.

(Köksal, M. Fatih, Ş. Kırlı (2013). “Âşık Paşa’nın Semâ Risâlesi: Risâle fî Beyâni’s-Semâ”. Türklük Bilimi Araştırmaları (33): 188-189.)


İlişkili Maddeler

Sn.Madde AdıD.Tarihi / Ö.TarihiBenzerlikİncele
1BOYACI, Esat Hüseyin Canıtezd. 1914 - ö. 1990Doğum YeriGörüntüle
2KEREMd. 1885 - ö. 11.03.1940Doğum YeriGörüntüle
3AYDOĞAN, İbrahim Aydoğand. 14.05.1957 - ö. ?Doğum YeriGörüntüle
4BOYACI, Esat Hüseyin Canıtezd. 1914 - ö. 1990Doğum YılıGörüntüle
5KEREMd. 1885 - ö. 11.03.1940Doğum YılıGörüntüle
6AYDOĞAN, İbrahim Aydoğand. 14.05.1957 - ö. ?Doğum YılıGörüntüle
7BOYACI, Esat Hüseyin Canıtezd. 1914 - ö. 1990Ölüm YılıGörüntüle
8KEREMd. 1885 - ö. 11.03.1940Ölüm YılıGörüntüle
9AYDOĞAN, İbrahim Aydoğand. 14.05.1957 - ö. ?Ölüm YılıGörüntüle
10BOYACI, Esat Hüseyin Canıtezd. 1914 - ö. 1990MeslekGörüntüle
11KEREMd. 1885 - ö. 11.03.1940MeslekGörüntüle
12AYDOĞAN, İbrahim Aydoğand. 14.05.1957 - ö. ?MeslekGörüntüle
13BOYACI, Esat Hüseyin Canıtezd. 1914 - ö. 1990Alan/Yüzyıl/SahaGörüntüle
14KEREMd. 1885 - ö. 11.03.1940Alan/Yüzyıl/SahaGörüntüle
15AYDOĞAN, İbrahim Aydoğand. 14.05.1957 - ö. ?Alan/Yüzyıl/SahaGörüntüle
16BOYACI, Esat Hüseyin Canıtezd. 1914 - ö. 1990Madde AdıGörüntüle
17KEREMd. 1885 - ö. 11.03.1940Madde AdıGörüntüle
18AYDOĞAN, İbrahim Aydoğand. 14.05.1957 - ö. ?Madde AdıGörüntüle