YAHYÂ BEY, Taşlıcalı, Dukagin-zâde

(d. ?/? - ö. 990/1582)
divan şairi
(Divan/Yazılı Edebiyat / 16. Yüzyıl / Anadolu-Osmanlı-Türkiye)
ISBN: 978-9944-237-86-4

Doğum tarihi ve yeri tam olarak bilinmeyen Yahyâ, bizzat belirttiği üzere Arnavut asıllı olup ünlü Dukagin ailesine mensuptur. Ailesinden dolayı Dukaginzâde, geldiği yerden hareketle ise Taşlıcalı diye anılan şair, Kuzey Arnavutluk’tan devşirilerek İstanbul’a getirilmiş ve Acemi Oğlanları Ocağı’nda eğitilmiştir. Burada ilk olarak yayabaşılığa yükselen, daha sonra sipahi sınıfına ayrılan Yahyâ, öğrenme isteği ve yeteneği ile Yeniçeri kâtibi Şehâbeddin Bey’in dikkatini çekmiş, bu zâtın kendisini çırak edinmesiyle yeniçerilere uygulanan bazı zorunluluklardan muaf tutulmuştur. Âşık Çelebi’nin belirttiğine göre bir nevi, “tâlimhâneyi muallimhâne bilmek” sûretiyle eğitimini her geçen gün ilerletmiş, bu vesile ile zamanının birçok şair ve nâsiriyle tanışmış, Kemâlpaşazâde, Kadri Efendi ve Fenârizâde Muhyiddin Çelebi gibi döneminin önde gelen bilginlerinin meclislerine devam etmiştir (İsen 1994: 286; İsen 1998: 248; Canım 2000: 578; Kılıç 2010: 672-675; Çavuşoğlu 1986: 343; Kaya 1986: 9-10, 14; Kaya 2011: 156).

Yahyâ, Kemâlpaşazâde’ye sunduğu kasîdesini bu büyük bilginin çadırında bizzat okumuş, orada hazır bulunan devlet adamları ile şairlerin şiirini beğenmelerine karşın dönemin bir diğer ünlü ismi Hayâlî bazı eleştirilerde bulunmuş ve bu durum, iki şair arasında ölümlerine dek sürecek olan bir düşmanlığın başlamasına yol açmıştır. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran ve Mısır seferlerine de katılan Yahyâ Bey, Kanunî’ye 2. Irakeyn seferi vesilesiyle sunduğu kasîdesinde Hayâlî ile kendisini karşılaştırmış, hem şaire ağır hakaretler yöneltmiş, hem de sultanın ona olan iltifatından yakınıp Hayâlî’ye gösterdiği rağbeti kendisinden esirgediğini ileri sürerek padişaha târizde bulunmuştur (Kılıç 2010: 675-676; Çavuşoğlu 1986: 343; Kaya 2010: 156).

Her geçen gün şiirdeki ünü artan, Defterdâr İskender Çelebi, İbrahim Paşa, Güzelce Kasım Paşa gibi birçok devlet adamına medhiyeler yazan Yahyâ, düğünü vesilesiyle sunduğu bir kasidesiyle, aynı zamanda padişahın damadı olan Rüstem Paşa’nın da gönlünü kazanmış ve paşa, şaire sefer esnasında Eyüp tevliyetini, seferden dönüşte ise sırasıyla Kapluca, Sultan Orhan, Bolayır ve Yıldırım Bayezid tevliyetlerini vermiştir. Yahyâ’nın, Şehzâde Mustafa'nın 960/1553’te katli üzerine yazdığı mersiyesinde, şehzâdenin suçsuzluğu yanında padişahın kandırıldığını ve bunda rolü olduğunu belirterek Rüstem Paşa’yı itham etmesi, paşanın azline sebep olmuş, bu durum paşanın şaire olan ilgisini sona erdirmiştir. Rakiplerinin kışkırtmaları üzerine Rüstem Paşa, Yahyâ Bey’i önce vakıf mütevelliliğinden azlettirmiş, ardından da hakkında şikâyet olduğu gerekçesiyle defalarca teftiş ettirmiştir. Şair, yapılan tüm teftişlerden yüzünün akıyla çıkmakla birlikte tevliyetleri kendisine geri verilmediği gibi bir zeâmetle İzvornik sancağına sürülmüştür. Verilen zeâmetin yeterli olmadığını, sıkıntı içinde bulunduğunu ve kendisine haksızlık edildiğini çeşitli kasîdelerinde dile getiren Yahyâ, başına gelenlerin sorumlusu olarak Rüstem Paşa’yı görmüş, teselliyi ise paşanın 968/1561’de ölümünün ardından terkîb-i bend şeklinde kaleme aldığı hicviyesinde bulmuştur (İsen 1994: 286-287; Kılıç 2010: 673-677; Çavuşoğlu 1986: 343-344; Kaya 2010: 156).

Gerek Kanunî’den, gerekse diğer devlet büyüklerinden umduğu ilgiyi göremeyişinin de yol açtığı üzüntü ve kırgınlık içinde Rumeli serhaddine giderek akıncı ocağına katılan Yahyâ Bey, bir daha İstanbul’a dönmemiş, son kasîdesini Zigetvar seferi sırasında Kanunî’ye sunmuş ve yaşının seksene ulaştığını belirtmek sûretiyle padişahtan çocuklarını kapıya alıp himâye etmesini talep etmiştir. Son yıllarında Gülşenî Şeyhi Üryânî Mehmed Dede’ye bağlanarak kendisini tamamen tasavvufa veren şair, hayatının geri kalanını sâkin bir şekilde geçirmiş; kaynakların çoğunda belirtildiği üzere, 990/1582 yılında, yaşı doksanı aşmış bir hâlde iken vefat etmiştir. Mezarı, günümüzde Sırbistan sınırları içinde kalan İzvornik yakınında, Lozniçe’dedir (İsen 1994: 289; Çavuşoğlu 1986: 344-345; Kaya 1986: 15-16; Kaya 2010: 156).

Eserleri:

1. Dîvân. Yahyâ Bey, önemli edebî eserlerinden biri olan dîvânını üç kez tertip etmiş ve her defasında şiirleri üzerinde önemli değişiklikler yapmıştır. Son tertibi Kanûnî’ye sunulan dîvânın Mehmet Çavuşoğlu tarafından hazırlanmış olan tenkitli neşrinde (İstanbul 1977) 1 dîbâce, 34 kasîde, 5 tercî-i bend, 4 terkîb-i bend, 1 ta‘şir, 4 mu‘aşşer, 3 müseddes, 3 muhammes, 25 murabba, 3 tarih, 1 müstezat, 2 şehrengîz, 515 gazel ve 20 kıt‘a yer almaktadır. Dîvânın bazı nüshaları: İstanbul Üniversitesi Ktp., İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, nr. 1302, Millet Ktp., Ali Emîrî Efendi Manzum, nr. 516, 517, Edirne Selimiye Ktp, Bâdî Efendi, nr. 2172.

2. Hamse. Yahyâ Bey, bu eserini Kanûnî devrinde yazmış ve hamseyi oluşturan mesnevîlerin tümünü bu padişaha sunmuştur. Hamse, sırasıyla şu mesnevîlerden oluşmaktadır: a. Şâh u Gedâ: 1000 beyit civarında olan mesnevî, beşerî aşktan ilâhî aşka geçişi anlatan platonik bir aşk hikâyesidir. Tahminen 1537 yılı civarında yazılmış olan eser, dilinin Türkçe ve konusunun yerli olması nedeniyle hayli ünlü olmuş ve beğenilmiştir. b. Gencîne-i Râz: 1540-1541’de yazılan mesnevî, dinî-ahlâkî, tasavvufî çeşitli konuların işlendiği, makaleler adı altında 40 bölüme ayrılmış didaktik bir eser olup 3051 beyitten oluşmaktadır. Mesnevîde ayrıca, şairin kendi hayatından alınma hikâyelere yer verildiği görülmektedir. c. Yûsuf u Zelîha: Yahyâ, yazılış tarihi belli olmayan bu mesnevîsini, genç yaşında aşka düşmesi üzerine terk-i diyâr edip Mısır’a vardığında kaleme aldığını belirtmektedir. Çavuşoğlu tarafından hazırlanan tenkitli neşirde (İstanbul 1979) beyit sayısı 5179 olan mesnevîde konu daha çok beşerî ölçüler içinde ele alınmış, eser dil ve üslûp bakımından özgün kabul edilmiştir. Eserin bazı nüshaları: Millet Ktp., Ali Emirî Efendi Manzum, nr. 986/1, İstanbul Üniversitesi Ktp., TY., 5682. d. Kitâb-ı Usûl: Yaklaşık olarak 3100 beyitten oluşan ve yazılış tarihi bilinmeyen mesnevî, 12 bölüm ve 7 kısımdan oluşmaktadır. Yahyâ, bazı kaynaklarda adı “Usûlnâme” olarak da geçen eserinde, “adalet, zulüm, uzlet, doğruluk, yiğitlik, aile, hânende ve sâzendeler, ahmaklık, ölüm” vb. türlü konuları işlemiş, bunları yine çoğu kendi hayatının ve gözlemlerinin ürünü olan onlarca hikâye ile açıklama yoluna gitmiştir. e. Gülşen-i Envâr: Aynı zamanda Hamse’nin sonuncu kitabı olan ve 2810 beyitten oluşan mesnevî, 1551’de yazılmıştır. Fasıl, aksâm, mertebe gibi başlıklar altında dinî, tasavvufî ve ahlâkî hikâyeler ile temsillerden oluşan eserde dînî konular yanında, mahallî konulara; hatta Şehzâde Mustafa’nın vefatına da yer veren Yahyâ, dönemin toplum hayatını da oldukça sade bir dille yansıtmayı başarmıştır. Eserin bazı nüshaları: Millet Ktp., Ali Emîrî, Manzum, nr. 986/1-5, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3441.

3. Edirne Şehrengîzi. Baş tarafında bir münâcât bulunan şehrengîz, Çavuşoğlu’nun dîvân neşrinde yer verdiği metne göre 215 beyitten oluşmaktadır (Çavuşoğlu, 1977: 227-243). Yahyâ eserde öncelikle sevdiği güzelin aşkı yüzünden düştüğü halleri dile getirmiş, ardından da “Edirne’nin dünyada bir benzerinin bulunmadığından, bu şehrin bir gaziler ocağı olduğundan, Meriç ve Tunca nehirlerinin âdeta şehrin delilerini zapt etmeye yarayan iki zincir gibi olduğundan” vs. bahsetmek sûretiyle şehri çeşitli yönleriyle tanıtmıştır. Ardından sözü Edirne’nin güzellerine getiren şair, başta “Silahdâr-oğlu Mehmed” olmak üzere toplam 14 güzeli beşer beyitle tasvir etmiştir. Şehrengîzin bir nüshası için bk. İstanbul Üniversitesi Ktp., İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, nr. 1302, vr. nr. 26a (Dîvân nüshası içinde).

4. İstanbul Şehrengîzi. Yahyâ, yine Çavuşoğlu’nun dîvân neşrinde yer verdiği metne göre 345 beyitten oluştuğu görülen (Çavuşoğlu 1977: 244-275) eserinde, “şehr-i işret-âbâd, bâğ-ı cennetten nümûne, saâdet mâhı, şehr-i meşhûr” vb. ibarelerle andığı İstanbul’un güzelleri, âşıkları, denizi, sâhilleri, surları vb. yönlerinden övgüyle söz etmiş, ardından güzellerin tasvirine geçmiştir. Şair bu bölümde, başta “Astarsız Mehmed Beyoğlu” olmak üzere toplam 58 güzeli, ilkini altı, diğerlerini de üçer beyitle ele almak sûretiyle tanıtmıştır. Eserin bazı nüshaları: İstanbul Üniversitesi Ktp., TY, nr. 2982; İstanbul Üniversitesi Ktp., İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, nr. 1302 (İsen 1994: 287; İsen 1998: 248; Canım 2000: 578; Solmaz 2005: 594; Kılıç 2010: 676, 680; Çavuşoğlu 1977: XII-XV; Çavuşoğlu 1983: 17-21; Çavuşoğlu 1986: 345-346; Kaya 1986: 16; Kaya 2010: 157).

 

Yahyâ Bey, ömrünü âdeta Anadolu’da ve Rumeli’de bir seferden diğerine koşarak geçirmekle birlikte, sipâhilikten daha çok okumaya, ilim ve kültür elde etmeye çalışmış, askerliğinin yanı sıra şairlik vasfının da bulunması nedeniyle “sâhib-i seyf ü kalem”, yani “kalem ve kılıç sahibi” şahsiyetlerden biri kabul edilmiştir. O, aynı zamanda mürettep bir dîvânı ve beş mesnevîden oluşan hamsesi bir yana, Şehzâde Mustafa Mersiyesi gibi, dönemin şartları gereği yazılması hayli cesaret gerektiren bir şiiri kaleme alacak kadar korkusuz, gözü pek ve atılgan kişiliğiyle şahsına münhasır bir şairdir (Kılıç, 2010: 677; Çavuşoğlu, 1986: 343, 345; Kaya, 2010: 156).

Yahyâ, döneminde gazel ve mesnevî alanının güçlü isimlerinden biri olarak görülmüş, gerek sağlığında, gerekse ölümünden sonra yazılan tezkirelerde kişiliği, şiirleri ve hamsesi haklı olarak övülmüştür. Örneğin Sehî, şairi “hoş tabiatlı”, Latîfî “asrın şairlerinin seçkinlerinden ve sahip olduğu şöhretin hakkını verenlerden”, Âşık Çelebi “arsa-i şi‘rin yeksüvârı”, Ahdî “devrinde mesnevî vadisinde benzeri yoktur” ve Âlî “gazelde ve mesnevîde hâl sahibi, kemâl ehli bir şair” olarak takdim etmiştir (İsen 1994: 287; İsen 1998: 248; Canım 2000: 578; Solmaz 2005: 593; Kılıç 2010: 673; Çavuşoğlu 1986: 345; Kaya 2010: 157). Yahyâ’nın kasideleri, bunların özellikle ve de geleneksel kaside yapısına göre uzun tutulduğu görülen teşbîb bölümleri hayli dikkat çekicidir. Teşbîblerin ilk mısraından itibaren hemen her mısraında bir asker şairin, kahraman bir gazinin coşkun heyecanı, güçlü bir üslûp ve tok bir sesle dile getirilmiştir. Bunlarda yer verilen bazı tasvirlerdeki özgünlükler, özellikle soyut-somut zıtlığını pek çok yerde başarılı bir şekilde kullanma, ayrıca konu farklılığında gösterilen titizlik Yahyâ’yı dönemindeki şairlerden ayıran kendine has özelliklerindendir (Çavuşoğlu 1986: 345; Kaya 2010: 156).

Şairin, Sehî Bey’in “güzel ve gösterişli” olarak tanımladığı gazelleri, kendisinin de belirttiği üzere daha ziyade âşıkâne ve rindânedir. Bunlardan gençlik yıllarında yazdıkları âşıkâne, Üryânî Mehmed Dede’nin müridi olduktan sonra yazdıkları ise daha çok dinî, tasavvufî ve rindâne tarzdadır. Bu şiirlerinde, geleneksel yaklaşımdan farklı olarak zâhidi meyhaneye değil de mescide çağıran Yahyâ, bu mekânı “Hak dîvânı” olarak göstermiş, şeriat ile tarikatın ise onun iki hisarı olduğunu belirtmiştir. Şair, kasîde ve gazellerinin yanında musammatları ve şehrengîzleri ile de dikkat çekmiş, bir kısmı hiciv türünde yazılmış olan kıtʻalarında ise başta Hayâlî Bey olmak üzere Kandî, Rahmî vb. döneminin bazı şairlerine yönelttiği eleştirilerini dile getirmiştir (İsen 1998: 248; Canım 2000: 578; Solmaz 2005: 594; Kılıç 2010: 680, 682; Çavuşoğlu 1977: 343; Çavuşoğlu 1986: 345; Kaya 2010: 157).

Aynı zamanda edebiyatımızın hamse sahibi şairlerinden biri olan Yahyâ’nın mesnevîleri, mahallî renkler ve yalın bir dille meydana getirilmiş olmaları bakımından oldukça önemlidir. Edebiyatımızda Necâtî ile başlayıp Zâtî ile devam eden Türkçe’nin şiir dili olması yönündeki çabalara, şiirlerinde yer verdiği pek çok atasözü, deyim ve halk ağzına yakın söyleyişle, son derece sade ve akıcı bir üslûba sahip olmasıyla Yahyâ Bey de önemli katkılarda bulunmuştur (Çavuşoğlu 1986: 345; Kaya 2010: 157).

Başta dîvânındakiler olmak üzere şiirlerinde yer yer poetik görüşlerini de dile getiren Yahyâ, şiir yazmaktan asıl maksadının yâre hâlini arz etmek olduğunu belirtmiş ve âşık olmadan iyi bir şair olunamayacağını vurgulamıştır. O, kendi şiiri için “âb-ı zülâl, cân-bahş, dil-keş, gıdâ-yı rûh, hâlet-engîz, ra‘nâ” vb. ibareler kullanmış; dîvânının birçok yerinde, “sözlerinin mürşid-i kâmil sözleri gibi olduğunu, aynı zamanda İlâhî ilhâm eseri olup cân ârifine hayat suyu bağışladığını” belirtmiştir. Ayrıca, şiirde sözü uzatmanın ve muammâ gibi kapalı söylemenin anlaşılmayı zorlaştıracağı için uygun olmadığını belirten şair, şiirinde hüsn-i edâ bulunduğunu dile getirmiştir. Şiirlerini hakkıyla ancak “hâl ehli, aşk erbâbı ve fasih” kişilerin anlayabileceğini ifade eden Yahyâ, eşsiz olduğunu ileri sürerek bilhassa gazel nazım şekli üzerinde durmuş, gazelin “sûznâk ve hasb-i hâl” olması gerektiğini vurgulamıştır. Dîvânında şairliği konusundaki görüşlere de yer veren Yahyâ Bey kendisini, “nazım ve nesrin yenilmeyen pehlivânı, gazel fenninin mümtâzı” olarak takdim etmiş; hatta bu nedenle zamane şairlerinin kendisini kıskandığını ileri sürmüştür. Poetik görüşlerini dile getiren pek çok dîvân şairi gibi o da mübâlağalı ifadelere yer vermekten kaçınmamış ve sonunda “Yahyâ” mahlâsı bulunmayan şiirlerin ruhsuz beden gibi olduğunu, cihan mülkünü kendisinin nazm ile tuttuğunu ve adını nazm ile yaşatarak ölümsüz kıldığını belirtmiştir (Mermer 1987: 229-234; Kaya 2010: 157).

Kaynakça

Akbayar, Nuri (hzl.) (1996). Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmanî. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay.

Aydemir, Pınar (1993). Taşlıcalı Yahyâ’nın Şâh u Gedâ’sı. Yüksek Lisans Tezi. Ankara: Ankara Üniversitesi.

Canım, Rıdvan (hzl.) (2000). Latîfî, Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratü’n-Nuzemâ. Ankara: AKM Yay.

Çağlayan, Bünyamin (1999). “Yahya Bey’in Musammat ve Şehrengîzlerinde Devrinin Siyasi ve Sosyal Olayları ile Hayatından İzler”. Gazi Üniversitesi Kastamonu Eğitim Fakültesi Dergisi VII: 89-104.

Çavuşoğlu, Mehmed (1969). “Taşlıcalı Dukakin-zâde Yahyâ Bey’in İstanbul Şehr-engîzi”. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi (XVII): 73-108.

Çavuşoğlu, Mehmed (hzl.) (1977). Yahyâ Bey, Dîvan. İstanbul: Edebiyat Fak. Basımevi.

Çavuşoğlu, Mehmed (hzl.) (1979). Yahyâ Bey, Yûsuf ve Zelîhâ. İstanbul: Edebiyat Fak. Basımevi.

Çavuşoğlu, Mehmed (hzl.) (1983). Yahyâ Bey ve Dîvânından Örnekler. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.

Çavuşoğlu, Mehmed (1986). “Yahyâ Bey, Dukagin-zâde”. İslâm Ansiklopedisi. C. XIII. İstanbul: MEB Yay. 343-347.

Doğanyiğit, İbrahim (1992). Yahya Bey, Gülşen-i Envâr. Yüksek Lisans Tezi. Kayseri: Erciyes Üniversitesi.

İsen, Mustafa (hzl.) (1994). Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı. Ankara: AKM Yay.

İsen, Mustafa (hzl.) (1998). Sehî Bey Tezkiresi, Heşt-Behişt. Ankara: Akçağ Yay.

İsen, Mustafa (hzl.) (1998). Dile Duran Ölüm, Klasik Türk Edebiyatında Mersiyeler. İstanbul: Kapı Yay.

Kaya, İ. Güven (1985). Dukaginzâde Yahyâ Beğ’in Sanatı. Doktora Tezi. Kosova: Kosova Üniversitesi.

Kaya, İ. Güven (1986). “Dukagin Oğulları ve Dukaginzâde Yahyâ Beğ”. Çevren XIII/52: 9-18.

Kaya, İ. Güven (2006). “Yahyâ Bey’in Kasîdelerindeki Tarihî Gerçekler”. Osmanlı Araştırmaları XXVIII: 53-75.

Kılıç, Filiz (hzl.) (2010). Âşık Çelebi, Meşâ’irü’ş-Şu’arâ (İnceleme-Metin). İstanbul: İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Yay.

Komisyon (1998).“Yahya Bey, Taşlıcalı”. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi. C. VIII. İstanbul: Dergâh Yay. 542-544.

Kutluk, İbrahim (hzl.) (1978). Kınalızâde Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş-Şu’arâ. Ankara: TTK Yay.

Levend, Agâh Sırrı (1958). Türk Edebiyatında Şehr-engizler ve Şehr-engizlerde İstanbul. İstanbul: İstanbul Fetih Derneği, İstanbul Enstitüsü Yay.

Mermer, Ahmet (1987). “Taşlıcalı Yahyâ Bey’in Kendi Şiiri Üzerine Düşünce ve Değerlendirmesi”. Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi I: 227-234.

Sehî (1325). Tezkire-i Sehî. İstanbul: Matbaa-i Âmidî.

Solmaz, Süleyman (hzl.) (2005). Ahdî ve Gülşen-i Şu’arâsı. Ankara: AKM Yay.

Tatçı, Mustafa (hzl.) (2003). Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri I-II-III. Ankara: Bizim Büro Yay.

Yahyâ Bey. Hamse-i Yahyâ. Millet Ktp., Ali Emîrî, Manzum, nr. 986/1-5.

Madde Yazım Bilgileri

Yazar: PROF. DR. BAYRAM ALİ KAYA
Yayın Tarihi: 27.07.2013
Güncelleme Tarihi: 27.12.2021

Eserlerinden Örnekler

Kıtʻa

Kişi fenninde pehlevân olıcak

Nerede oturursa sadr olur ol

Kadri günden güne ziyâde olup

Leyletü’l-Kadr içinde bedr olur ol

(Çavuşoğlu1977: 598).

 

Şehzâde Mustafa Mersiyesi’nden

 I

Meded meded bu cihânuñ yıkıldı bir yanı

Ecel celâlîleri aldı Mustafâ Hânı

Tolundı mihr-i cemâli bozuldı dîvânı

Vebâle koydılar âl ile Âl-i Osmânı

Geçerler idi geçende o merd-i meydânı

Felek o cânibe döndürdi şâh-ı devrânı

Yalancınuñ kurı bühtânı buğz-ı pinhânı

Akıtdı yaşumızı yakdı nâr-ı hicrânı

Cinâyet itmedi cânî gibi anuñ cânı

Boğuldı seyl-i belâya tağıldı erkânı

N’olaydı görmeye idi bu mâcerâyı gözüm

Yazuklar aña revâ görmedi bu râyı gözüm

 ...................................................................

(Çavuşoğlu 1977: 165-168).

 

Gazel

Derûn-ı dilden âh itsem olur dûd-ı belâ peydâ

Ayândur nâr-ı ʻışk olmaz dil-i âşıkda nâ-peydâ

Elif kaddüñle laʻlüñ mîmini gördükce ʻaksinden

Olur mirʼât-ı çeşmümde hemân ol lahza mâ peydâ

Sözüñde hîle vü efsûn gözüñde fitneler zâhir

Yüzüñde gün gibi âyîne-i ʻâlem-nümâ peydâ

Dehânuñ düzdidür var ise dil mülkin kılan yağma

Ki gelmez sûrete hergiz olur cân gibi nâ-peydâ

Naʻaller kesmeden ebrûlaruñ fikriyle ey meh-rû

Tenümde oldı fânî dehr içinde bir kabâ peydâ

Hayât Âbından el yu ey göñül fânî cihândan geç

Ola dirseñ saña pinhân eger mülk-i bakâ peydâ

Makâm-ı gamda ey Yahyâ hemîşe bî-nevâ diller

Senüñ tasnîf-i şiʻrüñle kılur dilkeş nevâ peydâ

(Çavuşoğlu 1977: 280).

 

Gazel

Kul itse kendüye dünyâyı bir şâh-ı cihân olsa

Selîmî sarsa dülbendin Süleymân-ı zamân olsa

Dehânı mül saçı sünbül yañağı gül beñi fülfül

Lebi gonca beli ince boyı serv-i revân olsa

Tuyulmazdı gamı ʻışkuñ belürmezdi hat-ı dilber

Cihânda ʻışk u müşg ey dil eger bir dem nihân olsa

Nigâr olmayıcak cânsuz bedendür kalʻa-i cismüm

Dil-i vîrâneme genc olsa bir hȏş nev-cüvân olsa

Hemîşe cânı ol şükrâneye saklardum ey Yahyâ

Güzeller ʻâşıka meyl itse bârî bir zamân olsa

(Çavuşoğlu 1977: 519).