EMÎR SİKKÎNÎ, Dede Ömer

(d. ?/? - ö. 880/1475)
tekke şairi
(Tekke / Başlangıç-15. Yüzyıl / Anadolu-Osmanlı-Türkiye)
ISBN: 978-9944-237-86-4

Ömer Dede Sikkînî, Bıçakçı Emir isimleriyle de tanınır. Asıl adının ne ve aslen nereli olduğu konusu tartışmalıdır. Hayatına dair bilgi veren en eski kaynak olan Abdurrahman el-Askerî’nin Mir’atü’l-Işk’ında ismi Sultan ‘Âmîr Dede şeklinde geçmekte ve halk arasında Bıçakçı Emir Dede ismiyle tanındığı belirtilmektedir (Erünsal 2003: 201-201). Bu eserden kısa bir süre sonra, Mahmud b. Süleyman Kefevî tarafından yazılan Ketâib’de ise, Emir Sikkînî ismiyle bahis konusu edilmiştir (Kefevî vr. 361a-b). Kendisinden Ömer ismiyle ilk defa bahseden Taşköprüzâde’dir (1985: 77). Sonraki yıllarda gerek Taşköprüzâde’nin meşhur Şekâik-i Nu’mâniyye’sine yazılan zeyillerde ve gerekse Melamilik tarihine dair eserlerde Ömer ismi kullanılmıştır. Ancak en eski kaynaklarda Ömer isminin yer almaması, bu zatın asıl adının Ömer olup olmadığı konusunda bazı şüpheler uyandırmaktadır. Bu isim, muhtemelen asıl adının tam manasıyla bilinmemesi dolayısıyla halk arasında yaygın olan ve Hz. Hüseyin soyundan gelmesi hasebiyle Seyyid anlamında kullanılan Emir unvanının yanlış okunmasından veya telaffuz edilmesinden kaynaklanmış olmalıdır (Vicdânî 1338-1340: 36).

Emir Sikkînî’nin doğum tarihi ve nereli olduğu da kesin olarak bilinmemektedir. Mir’âtü’l-Işk’ta onun Göynük’te doğduğu ifade edilirken (Erünsal 2003: 201), Ketâib’den başlamak üzere daha sonraki kaynaklarda Bursalı olduğu ileri sürülmüştür. Bıçakçılık mesleğini benimsediği için, bıçakçı anlamına gelen “Sikkînî” unvanıyla da tanınmıştır. Ancak Hamzâvî geleneğinde, onun “Sikkînî” unvanıyla anılması konusunda farklı bir inanış mevcuttur. Bu geleneğe göre, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin, Sultan II. Murad’a, gerçekte kaç tane müridi bulunduğunu bildirmek amacıyla, müridlerini güya kurban etmek için topladığı ve bu toplantı esnasında hiç çekinmeden sadece bir erkek ve bir kadının Hacı Bayrâm’a tam teslimiyet ile bıçağın altına boynunu uzatmayı kabul ettiğine dair anlatılan meşhur menkıbesinde sözü edilen şahıs Ömer Dede’den başkası değildir. Kendisine bu teslimiyetinden dolayı “Sikkînî/Bıçakçı denilmiştir (Fazlullah Rahimî Efendi 47-48).

Emir Sikkînî hayatının tamamına yakınını Göynük’te geçirmiştir. Onun vaktini müridleri ile sohbet ederek ve zenaatla meşgul olarak geçirdiği anlaşılmaktadır. 880/1475 tarihinde Göynük’te vefat etmiştir. Türbesi Göynük’tedir. Kendisinden sonra kutbiyyet makamına halifesi Bünyamin-i Ayâşî geçmiştir. Ayrıca Celvetiyye geleneğinde önemli bir yeri olan Muk’ad Hızır Dede’nin de onun derslerine devam ettiği nakledilir.

Ömer Dede’nin ilk tasavvuf terbiyesini Somuncu Baba’dan aldığı rivayet edilir. Daha sonra Hacı Bayrâm-ı Velî’ye intisab etmiş, tasavvufi merhaleleri onun yanında tamamlamıştır. Şeyhinden melamet neşvesini yönüyle daha fazla etkilendiği anlaşılan Emir Sikkînî’nin gündelik yaşantısında da oldukça cezbeli ve ateşli bir karakter olduğu, kendisinin yolunu takip edenlere de böyle bir yol bıraktığı bilinmektedir. Şeyhinin vefatından Göynük’e yerleşmiştir. Torbalı adıyla da bilinen bu kasabaya, bir süre sonra başlangıçta Beypazarı’na yerleşen Akşemseddin’in de gelmesi, meşrep itibarıyla pek uyuşmadıkları anlaşılan bu iki önemli sufinin arasında bir hilafet tartışmasının doğmasına sebebiyet vermiştir. Hüseyin Enisî’nin Akşemseddin’in hayatını konu alan menakıpnamesinde ve daha sonra yazılmış bazı kaynaklarda Hacı Bayrâm-ı Velî’nin birinci halifesinin Akşemseddin olduğu kesin bir şekilde ifade edilirken (Enisî 1994: 140); Melami kaynaklarında ise Akşemseddin’in birinci halife olduğu kabul edilmekle beraber, gerçek halifenin Ömer Dede olduğunu ispata ve Hacı Bayrâm-ı Velî’nin hayatta iken bu yönde bazı işaretler verdiğine yönelik bazı menkıbelere yer verilir. Bu kaynaklarda cezbeci ve vahdet-i vücutçu bir anlayışı benimsemiş olan Ömer Dede ile şeriata sıkı sıkıya bağlı klasik zühdi tasavvuf anlayışına mensup Akşemseddin arasında geçtiği rivayet edilen iki menkıbe bilhassa vurgulanır. Bu iki menkıbe bir anlamda, aynı tarikata mensup farklı iki tasavvuf anlayışının ayrılışının temelini de oluşturur. Bunlardan ilki, Mahmud b. Süleyman el-Kefevî’nin Ketâib’inde geçen ve Hacı Bayrâm-ı Velî’nin ölmeden kısa bir süre önce müridlerini yanıbaşına toplayarak, kendisinden sonra irşad makamına kimi tayin edeceği ve halife olarak kimi göstereceği konusunda ortaya koyduğu tavrı vurguladığına inanılan menkıbedir. Buna göre, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin ölümü yaklaşınca, kimi halife tayin edeceğini öğrenmek isteyen müridleri şeyhin etrafında toplanırlar. Bu sırada Emîr Sikkînî de odanın kapısının yanında ayakta durmaktadır. Hacı Bayrâm-ı Velî bir ara gözlerini açıp, “emir, su getir” diye seslenir. Müridlerin hemen hepsi seyyidlerden oldukları için herhangi birisi giderek suyu getirir. Ancak Hacı Bayrâm-ı Velî getirilen bu suyu içmeyerek önündeki meyve tabağına döker ve su getirilmesi emrini yineler. Bu kez diğer bir mürid su getirir. Ancak Hacı Bayrâm-ı Velî yine aynı hareketi tekrarlayarak üçüncü defa su ister. Akşemseddin, kapının yanında duran Emir Sikkînî’ye su getirmesini söyler. Emir Sikkînî suyu getirince, Hacı Bayrâm-ı Velî bu kez getirilen suyun birazını içerek, geri kalanını Emir Sikkînî’ye verir ve “iç ki, emniyet-i kübrâya nail olasın!” der. Bu emir üzerine Emir Sikkînî, bardaktaki artık suyu içer (Kefevî vr. 361a). Bu menkıbe biraz değiştirilmek ve başlangıçta iki defa suyu getiren kişinin Akşemseddin olduğu belirtilmek suretiyle Melami geleneğine mensup Lâ’lîzâde Abdülbâki Efendi’nin Sergüzeşt adıyla yaygın olarak tanınmış Menâkıb-ı Melâmîyye-i Bayrâmîyye isimli eserinde de tekrar edilmiştir (Lâ’lîzâde, vr. 132a-b). Melami kaynaklarındaki bu kayıtlar, aslında Hacı Bayrâm-ı Velî’nin, daha ölmeden önce yerine geçecek halifesini belirlediği ve Emir Sikkînî’nin bu suyu içmesinin teslim-i sırra işaret ettiğini vurgulanmaya dönüktür.

Bu konuyla ilgili ikinci menkıbe ise, kısmen değişiklik arz etmekle birlikte Emir Sikkînî’den bahseden bütün kaynaklarda mevcuttur. Mir’âtü’l-Işk’da, bu olay daha Hacı Bayrâm’ın öldüğü gece, müridlerden bazılarının Emir Dede’yi kızdırdıklarını ve onun da dervişlik hırka ve tacda değildir demek suretiyle, aşçıların dört koyunu pişirdikleri bir ateşin yanına giderek, ani bir hareketle ateşe girip oturduğu, “Ey ateş, serin ve esenlik ol” (Enbiya 69) ayeti gereğince tac ve hırkanın yandığı ancak Emir Dede’ye ve Hacı Bayrâm tarafından kendisine hediye edilen şala bir şey olmadığı şeklinde anlatılmış (Erünsal 2003: 201), olayın geçtiği yer hakkında herhangi bir bilgi verilmemiş, Akşemseddin ile alâkası da kurulmamıştır. Ketâib ve ondan alıntı yapan kaynaklarda ise, olayın Hacı Bayrâm’ın ölümünden belirli bir süre geçtikten sonra, Göynük’te Akşemseddin ile Emir Sikkînî arasında geçtiği ifade edilmiştir. Buna göre, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin ölümünden sonra halifeleri olarak, Akşemseddin Beypazarı’nda, Emir Sikkînî ise Göynük’te faaliyet göstermeye başlamışlardır. Ancak, Beypazarı’nda halk ile arası açılan Akşemseddin de bir süre sonra Göynük’e yerleşmiş ve burada kurmuş olduğu tekkesinde faaliyet göstermeye başlamıştır. Ketâib’de bundan sonraki olaylar şu şekilde anlatılmaktadır: Hacı Bayrâm’ın vefatından sonra bütün müridler, Şeyh Akşemseddin’e tabi olup onun sohbet meclisine katılırlar. Akşemseddin ve müridleri her kuşluk ve akşam vakitleri zikir ve sohbet meclisi düzenlemektedirler. Emir Sikkînî dışındaki bütün herkes bu toplantılara katılmakta ve şeyhin elini öpmektedir. Emir Sikkînî ise meclisin bir kenarında oturur ve zikir halkasına girmez. Bu duruma canı sıkılan Akşemseddin, Ömer Dede’nin yanına giderek, “bu toplantılara senin de katılman gerekir, yoksa senden şeyhin tâcını alırız” der. Emir, “mademki böyledir, yarınki Cuma günü namazdan sonra bizim eve gelin. Size hırka ve tacı teslim ederiz” der. Ertesi günü Emir, evinin avlusuna büyük bir ateş yaktırır. Namazdan sonra Akşemseddin müridleriyle birlikte Emir Sikkînî’nin evine gelir. Emir, sırtında hırka başında tac olduğu halde ateşe girer. Bir müddet sonra ateşten çıkınca hırka ve tacın yandığı, fakat kendisine bir şey olmadığı görülür. Bu dönemden itibaren kendisi ve müridleri tac ve hırkayı terk ederler (Kefevî vr. 361b). Sarı Abdullah Efendi, Lâ’lîzâde Abdülbâki Efendi ve Müstakimzâde Süleyman Sadeddin Efendi gibi Melami kaynakları tarafından da ufak değişikliklerle nakledilen bu menkıbede bir anlamda Bayrâmîyye’nin Şemsiyye ve Melâmîyye adıyla iki kola ayrılmasının altyapısı hikâye edilir.

Diğer taraftan Bayrâmîyye’nin Şemsiyye koluna mensup kaynaklarda ise, Akşemseddin’in, Emir Sikkînî için, “halifelik yapma yetkisi olmayan bir meczubdur” şeklinde sözler sarfettiğine dair bazı rivayetlere yer verilir. Bu rivayetleri ikiye ayrılmış olan tarikatın bağlılarının mensup oldukları kolu ön plana çıkarmak amacıyla öne sürdükleri sözler olarak değerlendirmek zor olmasa gerektir. Bu menkıbeler bir anlamda, Melamiliğin adap ve erkânını da şekillendirmiştir. Bu dönemden itibaren Emir Sikkînî ve halifeleri hırka ve tac gibi özel giysi ve sembollerle ifadesini bulan tarikat anlayışını reddetmişler, zikrin şekilciliğini ikinci plana atarak “sohbet”in olgunlaştırıcı özelliğini öne çıkarmışlardır (Bolat 2003: 251).

Emir Sikkînî, kuruluşu bu şekilde bir menkıbeye dayandırılan Bayrâmî Melamiliği’nin ilk kutbu olarak kabul edilir. Tasavvuf hareketi içinde muhalif bir görüntü sergilemekle birlikte, hiyerarşik bir yapılanmaya dönüşmek suretiyle tarikat niteliği kazanan Bayrâmî Melamiliği, A. Y. Ocak’a göre, Bıçakçı Ömer Dede’nin önderliği doğrultusunda, ilahi aşk ve cezbeyi sülûkun esası kabul eden klasik Horasan Melametîliği’nin bir anlamda devamı olarak tarih sahnesine çıkmış ve daha ziyade siyasal zümrelerden zarar gören iki zümreye, çiftçi ve esnaf zümresine hitap etmiştir. Tac ve hırkanın terk edilmesini tarikat sembollerine ehemmiyet vermeyiş, mal ve mevki düşkünlüğünü ve klasik zühdi tasavvuf anlayışını reddediş olarak yorumlamak eksik bir teşhis olup, burada, klasik tarikat erkân ve sembollerine ve görüntüye önem vermemenin ötesinde, bu tür ayırıcı ve bir bakıma kimlik belirleyici sembollerin, kendi apayrı dünya ve din görüşleri ve tasavvuf anlayışlarının dışarıdan kolayca tespit edilebileceği endişesiyle, bu tehlikeden kaçıp, sembolsüz, tekkesiz, özel kılık kıyafetsiz, gösterişli ayin ve zikir meclisleri olmaksızın daha rahat hareket edebilme ve fikirlerini yayabilme çabasını olarak da değerlendirilmelidir (Ocak 1997: 252-254). Bununla birlikte, ilerleyen dönemde Bayrâmî Melamilerinin vahdet-i vücud anlayışlarının yanı sıra Hz. Peygamber ve Hz. Ali ittihadından bahsetmeleri (Kemikli 2003: 122-123), on iki imamı tebcil etmeleri, hakikat-ı Muhammediye ve kutub hakkındaki inançları, kendilerini itikadi ve fıkhi hiç bir mezhebe bağlı görmemeleri, hatta Ebu Hanife’yi dinin önünü art eyleyen bir kişi olarak tanımlamaları, tevellâ ve teberrâ sahibi olmaları şer’i cezaları kendi içlerinde uygulamaları dolayısıyla, bu geleneğin mensuplarının Sünni temeller üzerine kurulan Osmanlı ulemâsı tarafından sık sık tenkide tabi tutuldukları da bilinmektedir.

Kaynakça

Abrurrahman Câmî (1995). Nefahâtü’l-Üns (Evliyâ Menkıbeleri). tercüme: Lamiî Çelebi,  hzl. Süleyman Uludağ-Mustafa Kara. İstanbul: Marifet Yay.

Ahmed Rif’at (1299). Lûgat-ı Târihiyye ve Coğrafiyye. İstanbul: Mahmud Bey Matbaası.

Aynî, Mehmed Ali (1343). Hacı Bayrâm-ı Velî. İstanbul: Evkâf-ı İslâmiye Matbaası.

Azamat, Nihat (1996). II. Murad Devri Kültür Hayatı.  Basılmamış Doktora Tezi. İstanbul: Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü.

Bayramoğlu, Fuat (1983). Hacı Bayrâm-ı Velî, Yaşamı-Soyu-Vakfı, I. Ankara: TTK Yay.

Bolat, Ali (2003). Bir Tasavvuf Okulu Olarak Melâmetîlik. İstanbul: İnsan Yay.

Bursalı Mehmed Tahir (1329). Hacı Bayrâm Veli. İstanbul: Necm-i İstiklal Matbaası.

Cebecioğlu, Ethem (1994). Hacı Bayrâm Veli. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay.

Emir Osman Haşimî. Tarikatnâme. Süleymaniye (Hasan Hüsnü Paşa) Ktp., nr. 758, vr. 32a-b.

Erünsal, İsmail E (2003). XV-XVI. Asır Bayrâmî Melâmîliği’nin Kaynaklarından Abdurrahman el-Askerî’nin Mir’âtü’l-Işk’ı. Ankara: TTK Yay.

Fazlullah Rahîmî Efendi, “Ah Teslimiyet”, Fazlullah Rahîmî Efendi’nin Perâkende Evrâkı, Nihat Azamat Özel Arşivi. 47-48.

Gölpınarlı, Abdülbaki (1931). Melâmîlik ve Melâmîler. İstanbul: İnkılâp Kitabevi.

Hocazâde Ahmed Hilmi (2005). Ziyâret-i Evliyâ. hzl. Selâmi Şimşek. İstanbul: Buhara Yay.

Hüseyin Enîsî (1994). "Menâkıb-ı Akşemseddin", Akşemseddin, Hayatı ve Eserleri. hzl. Ali İhsan Yurd-Mustafa Kaçalin. İstanbul: İFAV Yay.

Hüseyin Vassâf (2006). Sefîne-i Evliyâ, II. hzl. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz. İstanbul: Kitabevi Yay.

Işın, Ekrem (1994). “Melâmîlik”, DBİA. C.5. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay.

İnalcık, Halil (2003). Osmanlı İmparatorluğu, Klasik Çağ (1300-1600). çev. Ruşen Sezer, İstanbul: Yapı Kredi Yay.

Kara, Mustafa (1987). “Melâmetiyye”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası: Prof. Dr. Sabri F. Ülgener’e Armağan. İstanbul. 43:

Konyalı, İbrahim Hakkı (1974). Âbideleri ve Kitabeleri ile Niğde Aksaray Tarihi. C. 2. İstanbul: Fatih Matbaası.

Lâ’lîzâde Abdülbâkî. Menâkıb-ı Melâmîyye-i Bayrâmîyye, (Sergüzeşt). Süleymaniye (Hacı Mahmud Ef.) Ktp., nr. 2456, vr. 133b-134b.

Mahmud b. Süleyman Kefevî. Ketâib-i A’lâmi’l-Ahyâr min Fukahâ-i Mezhebi’n-Nu’mân el-Muhtâr. Süleymaniye Ktp., Reisülküttab, nr. 690, vr. 361a-b.

Mehmed Nazmî (2005). Hediyyet’l-İhvân (Osmanlılarda Tasavvufî Hayat –Halvetîlik Örneği-). Osman Türer (hzl.), İstanbul: İnsan Yay.

Mehmed Mecdî (1989). Tercüme-i Şakâ’ik. hzl. Abdülkadir Özcan. İstanbul: Çağrı Yay.

Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin. Risâle-i Melâmîyye-i Şuttâriyye. İÜ (TY) Ktp., nr. 3357, vr. 10b-13b.

Nev’îzâde Atâyî (1989). Hadâ’iku’l-Hakâ’ik fî Tekmiletî’ş-Şakâ’ik. Abdülkadir Özcan (hzl.), İstanbul: Çağrı Yay.

Ocak, Ahmet Yaşar (1997). Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15.-17. Yüzyıllar). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay.

Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi (2003). Müfid-i Muhtasar. hzl. Bilal Kemikli. İstanbul. Kitabevi Yay.

Öngören, Reşat (2000). Osmanlılar’da Tasavvuf: Anadolu’da Sufîler, Devlet ve Ulemâ (XVI. Yüzyıl). İstanbul: İnsan Yay.

Sarı Abdullah (1288). Semerâtü’l-Fuâd fi’l-Mebdeî ve’l-Meâd. İstanbul: Matbaa-i Âmire.

Şahin, Haşim (2007). “Ömer Dede Sikkînî”, TDV İslam Ansiklopedisi. C. 34. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı. 55-56.

 Şahin, Haşim (2007). “Pir Ali Aksarâyî”, TDV İslam Ansiklopedisi. C. 34. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı. 273-274.

Taşköprîzâde (1985). Eş-Şekâ’iku’n-Nu’mâniyye fî Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniyye. hzl. A. Suphi Furat. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.

Vicdânî, M. Sâdık (1338-1340). Tomâr-ı Turûk-ı Aliyye’den Melâmîlik. İstanbul: Evkâf-ı İslâmiye Matbaası.

Madde Yazım Bilgileri

Yazar: DOÇ. DR. HAŞİM ŞAHİN
Yayın Tarihi: 22.06.2015
Güncelleme Tarihi: 22.08.2021

Eserlerinden Örnekler


İlişkili Maddeler

Sn.Madde AdıD.Tarihi / Ö.TarihiBenzerlikİncele
1ZARÎFÎ, Zarîfî Çelebid. ? - ö. ?Doğum YeriGörüntüle
2EMÎN, Arab-zâde Emîn Efendid. 1849 - ö. 1911Doğum YeriGörüntüle
3HAMDÎ, Akşemseddîn-zâde Mehmed Hamdullâh, Hamdî Çelebi, Hamdullâh Ahmed Çelebid. 1449-50 - ö. 1503Doğum YeriGörüntüle
4ZARÎFÎ, Zarîfî Çelebid. ? - ö. ?Doğum YılıGörüntüle
5EMÎN, Arab-zâde Emîn Efendid. 1849 - ö. 1911Doğum YılıGörüntüle
6HAMDÎ, Akşemseddîn-zâde Mehmed Hamdullâh, Hamdî Çelebi, Hamdullâh Ahmed Çelebid. 1449-50 - ö. 1503Doğum YılıGörüntüle
7ZARÎFÎ, Zarîfî Çelebid. ? - ö. ?Ölüm YılıGörüntüle
8EMÎN, Arab-zâde Emîn Efendid. 1849 - ö. 1911Ölüm YılıGörüntüle
9HAMDÎ, Akşemseddîn-zâde Mehmed Hamdullâh, Hamdî Çelebi, Hamdullâh Ahmed Çelebid. 1449-50 - ö. 1503Ölüm YılıGörüntüle
10ZARÎFÎ, Zarîfî Çelebid. ? - ö. ?MeslekGörüntüle
11EMÎN, Arab-zâde Emîn Efendid. 1849 - ö. 1911MeslekGörüntüle
12HAMDÎ, Akşemseddîn-zâde Mehmed Hamdullâh, Hamdî Çelebi, Hamdullâh Ahmed Çelebid. 1449-50 - ö. 1503MeslekGörüntüle
13ZARÎFÎ, Zarîfî Çelebid. ? - ö. ?Alan/Yüzyıl/SahaGörüntüle
14EMÎN, Arab-zâde Emîn Efendid. 1849 - ö. 1911Alan/Yüzyıl/SahaGörüntüle
15HAMDÎ, Akşemseddîn-zâde Mehmed Hamdullâh, Hamdî Çelebi, Hamdullâh Ahmed Çelebid. 1449-50 - ö. 1503Alan/Yüzyıl/SahaGörüntüle
16ZARÎFÎ, Zarîfî Çelebid. ? - ö. ?Madde AdıGörüntüle
17EMÎN, Arab-zâde Emîn Efendid. 1849 - ö. 1911Madde AdıGörüntüle
18HAMDÎ, Akşemseddîn-zâde Mehmed Hamdullâh, Hamdî Çelebi, Hamdullâh Ahmed Çelebid. 1449-50 - ö. 1503Madde AdıGörüntüle