Madde Detay
HAKANÎ, Mehmed Beg
(d. ?/? - ö. 1015/1606)
divan şairi
(Divan/Yazılı Edebiyat / 16. Yüzyıl / Anadolu-Osmanlı-Türkiye)
ISBN: 978-9944-237-86-4
Türk edebiyatında hilye türünün ilk örnek eserini yazan ve bu eseriyle meşhur olan Hakanî’nin adı Mehmed’dir. İstanbul’da doğmuş olup babası Mahmud (Uzun 1997 : 166) veya Abdülcelil (Katip Çelebi 1941: I/786) Efendi’dir. Saray çevresinde ve entelektüel bir ortamda büyümüş, önemli sayılabilecek bir tahsil edinmiş, yazı eğitimi almış ve çeşitli devlet görevlerinde bulunarak sancak beyliğine kadar yükselmiştir. “Bey” olarak anılması bu görevi dolayısıyladır. Bir ara hacca da gidip gelen Hakanî Mehmed Bey’in künyesiyle ilgili kaynaklarda farklı rivayetler vardır. Kafzâde Fâizî (vr. 143) ve Kâtib Çelebi (a.yer) onu Ayaspaşazâde olarak gösterirler. Riyâzî daha da ileri giderek Ayas Paşa’nın oğlu olduğunu iddia eder (Riyâzü’ş-Şuarâ, vr. 61b). Muallim Nâci ise Güzelce Rüstem Paşa’nın kızının oğlu ve Sadrazam Ayas Paşa’nın akrabası olduğunu yazmıştır (Kurnaz 1986 : 62). Mehmed Süreyyâ Bey, Ayas Paşa’nın damadı, Güzelce Rüstem Paşa’nın kızının oğlu olduğuna inanır (Süreyya 1311h. Sicill, II, 377).
Hakanî Mehmed Bey’in en bilindik hikâyesi Türk edebiyatının şaheserleri arasında önemli bir yere sahip olan Hilye’nin yazıldığı 1007 (1598-9) yılında başından geçmiştir. Yazısının güzelliği ve bilgisinden dolayı Topkapı Sarayı’nda Divan-ı Hümayun muhasebeciliği yaptığı ve bu yüzden “Hâkânî” lakabıyla anılmaya başladığı yıllardadır. Haftada dört defa (Cumartesi ---> Salı) toplanan divanda konuşulanları perde arkasından kayda geçiren divan muhasebecilerinden biri olarak görev yapmaktadır. Muallim Naci’nin kaydına göre “Târihçe ma’lûm olduğu üzre evâilde hâcegân-ı Divân-ı Hümâyûn ve kibâr-ı aklâm Edirnekapısı Câmi-i Şerîfi civârındaki büyük caddede mukîm olageldiklerinden -bir mecmuada müsâdif-i nazar-ı istifâdemiz olduğuna göre- bu zâtlardan ma’dûd olan Hakanî dahi o cihette ikâmet buyururmuş. Hilye’nin nazmını ikmâl edince sadrazam-ı vakte takdîm eylemekle eser, sâir ekâbir-i devletin dahi manzûru olarak cümlece bir sûret-i fâikede takdîr olunduğundan, Hakanî’ye, ne türlü mükafâta mazhar olmak arzusunda bulunduğu sual olunması üzerine; artık ihtiyar oldum, her gün Edirnekapısı’na piyade olarak gidip gelmeye kudretim kalmadı. Müsaade buyurulsa da hayvan ile gidip gelsem, dünyevî başka mükâfat istemem, cevabını vermiş. Halbûki o vaktin usûlüne göre Hakanî rütbesinde bulunan zevâtın resmen hayvana binmeleri taht-ı memnûiyette bulunduğundan, nizâm-ı devleti muhâfazaten bu istidâsına müsâade edilmemekle beraber mahall-i memuriyetine sühûletle gidip gelmekten ibaret olan arzusunun diger bir sûretle husûlü için kendisine Bâbıâlî civarında münâsib bir hâne ihsân olunmuş (Naci 1307h :54).” Biz, Hakanî Mehmed Bey’in bir caize sayılabilecek bu evde oturduğuna kani değiliz. Çünkü adı geçen kitabını Hz. Peygamber aşkıyla ve Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ine (Vesîletü’n-Necât) özenerek yazmıştır. Her ne kadar eserini Cigalazade Sinan Paşa’ya sunduğu kayıtlarda söyleniyorsa da bunun akrabalık vesilesiyle olduğu ve caize maksatlı kabul edilmemesi gerektiği düşünülmelidir. Zira Mehmed Bey daha sonraki yıllarda bir de Kırk Hadis derlemesi hazırlayıp onu da aynı kişiye arz etmiştir. Yaygın kanaat odur ki Hakanî Mehmed Bey söz konusu iki eserini yalnızca ve yalnızca Hz. Peygamber’e olan aşkının tebcili maksadıyla yazmıştır. Keza bu aşk ve özlem ile Harameyn’e kadar gittiği ve hacı olduğu da bilinmektedir. Türk yurtlarında Hz. Peygamber âşıklarının müşahhas bir örneği olarak yaşamış olan Hakanî’nin aşkında karşılık bulduğuna dair bir rivayeti Riyazi kaydeder. Anlattığına göre şairimiz sekerat-ı mevt halindeyken bir ara boşluğa bakarak gülümsemiş “Yârân-ı safâ, cennet bahçeleri ne güzel köşeler imiş (Riyâzü’ş-Şuarâ, vr. 61b).” dedikten sonra şehadet getirmeye başlayıp vefat etmiştir. Başucunda bulunanlar bu cümleyi hediyesinin kabul olduğuna yormuşlardır.
Hâkānî’nin kabri Edirnekapı’da Mihrimah Sultan Camii hazîresindedir. Vefatına Kafzâde Fâizî, “Hâkānî Bey ukbâya göçtü” (1015/1606) mısraını tarih düşürmüştür. “İltifât-ı Bekâ” tamlaması da keza onun ölüm tarihi olarak bilinir. Ayvansarayî, Mihrimah Sultan Camii hakkında bilgi verilirken “(…) Mektebin penceresi önünde açıkta, Hilye sahibi Hakanî Mehmed Bey medfûndur (…) Seng-i mezârında hat yoktur (Hadikatü’l-Cevami I/24)” kaydını düşer. Muallim Naci ise, “(...)Sokaktan geçilirken kabristanın mektep duvarına muttasıl olan en büyük penceresinden içeri bakılsa, müdevver, yeşile boyanmış bir taş görülür ki cephesinde şu kelimeler muharrerdir: Hüve’l-Bakî; Hille-i Hakanî, hasretler rûhiyçün Fâtiha! (Naci 1307h :52).” Belli ki bu taş câhil ama kadirşinâs bir kişi tarafından yazdırılıp şahide diye sonradan konulmuştur. Hakanî’nin kabri bu gün (2014) Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii haziresinde mihrabın ön kısmında yer alır.
Hakanî’nin güçlü bir edebiyat terbiyesine sahip olduğu, Arapça ve Farsça bildiği, Divân şiirinin inceliklerine vukûfu bulunduğu eserlerinden anlaşılmaktadır. Manzumelerinin edebi değeri kadar samimî, sade ve gösterişten uzak ifadeleri de dikkat çekicidir. Eserlerinde dinî konu ve hassasiyetlerin öne çıkması çağının diğer divan şairleri arasında onu ikinci plana itmiş olsa da bilhassa Hilye’siyle bütün çağların en başarılı şairleri arasında sayılmıştır. Samimi ifadelerini destekleyen akıcı bir üslûbu vardır. Bu üslup lirik sayılabilecek birçok gazelinde de dikkat çeker. Kendi devrine nazaran mesnevîlerini açık ve pürüzsüz bir anlatım ile söylemiştir. Hilye’de kullandığı dil bir parça sanatlı ise de bunun sebebi konunun kutsallığıdır. Yoksa Hakanî’nin asıl amacı sanat göstermek değil, halk yığınlarına ulaşabilmek ve onlarla iletişim kurmaktır. Binaenaleyh kendi çağından itibaren yüzyıllar boyu halk kitleleri tarafından okunup sevilmiştir. Eserlerinde sanatkâr ve âlim cephelerini büyük bir insicâm ile sergiler.
Hakanî’nin bilinen üç eseri mevcuttur.
1.Hilye-i Saadet : Şairin en ünlü eseridir. Hz. Peygamber’in ruh ve şekil güzelliklerini anlatır. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ine özenilerek aşkla yazılmış ve yüzyıllarca geniş kitlelerin ilgisini görmüştür. Yüksek kültür katmanlarında tıpkı Mevlid yahut Miraciye gibi özel gün ve gecelerde okunduğuna ve bestelendiğine dair sözlü rivayetler var ise de elimizde bestesi bulunmamaktadır. Hilye-i Saadet aruzun “feilâtün feilâtün feilün” vezniyle toplam 712 beyitten müteşekkil bir mesnevidir. 510 beyitlik kısmı asıl konu olan Hz. Peygamber’in sûret(dış) ve sîret(iç) özelliklerine tahsîs olunmuş, bunlar da belli bir tasnife tabî tutularak ve her uzuv için ayrı bölümler oluşturularak kaleme alınmıştır. Canlı teşbihler ve yerinde tespitlere de rastlanan konu bölümü, kaynakları belirtilen uzun bir araştırmanın ürünü olup baştan sona sehl-i mümtenidir. Kolay okunması, hatırda kalması ve gönüllere hitap etmesi dolayısıyla yüzyıllarca tekrar tekrar yazılmış, sayısız el yazması nüshası meydana gelmiştir. Pek çok beyti hat levhası olarak yazdırılıp dini mekanlara ve evlere asılması adet edinilmiştir. “Hâsılı ey şeh-i iklîm-i vefâ / Sana cânım da fedâ ben de fedâ” veya “Kemter ihsânı saadet tacı / Tâcdârân-ı cihân muhtâcı” gibi beyitler bunlardandır. Eserin adı her ne kadar Hilye-i Saadet ise de diğer hilyelerden ayırt edilmek için Hilye-i Hakanî diye meşhur olmuştur. Çünkü kendisinden sonra Hakanî’nin eriştiği nimet ve şöhrete erişmek isteyen pek çok şair hilye kitapları yazmışlardır. Sayısı otuzu bulan bu çalışmalar içerisinde Cevrî’nin Hilye-i Çâryâr-ı Güzîn’i, Neşatî’nin Hilye-i Enbiyâ’sı, Nahifî’nin Hakanî’ye nazîre olana Hilyetü’l-Enbiyâ’sı ve Nesimî Mehmed’in Gülistân-ı Şemâil’i ilk akla geliverenlerdir. Hilye-i Hakanî’nin pek çok el yazma nüshası kütüphanelerde ve özel ellerde mevcuttur. Matbaa çağlarında da eski harflerle birkaç kez basılmıştır. Tabhâne-i Âmire (1264 / 1848), İmamecizâde Mehmed Emin Bey (1292 / 1875), Mahmud Bey Matbaası (1309 / 1891) baskıları bunlardandır. Latin harfleriyle de Dr. Numan Külekçi (Hilye-i Hakanî, Erzurum, 1988), İskender Pala (Hilye-i Saadet, Ankara 1991) ve Ali Yardım (İstanbul 2004) neşretmişlerdir. Eser üzerine üniversitelerde de tezler yapılmıştır (Nihal Eldem (1968). Lisans tezi. İÜ Ed. Fak. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Tez, nr. 786, Hasan Akdoğan (1974). Lisans tezi. nr. 1251).
2.Divân : Orta hacimde âşıkâne ve lirik gazellerin (216 gazel; toplam 1090 beyit) yer aldığı bir divandır. Basılmamış olup çeşitli kütüphânelerde mürettep nüshaları mevcuttur (bkz. TS.H. Bl. Nr. 1003; İ.Ü.Ktp. T.Y. nr. 2843; Millet Ktp. Ali Emirî, manzum, nr. 127).
3.Miftâhu’l-Fütuhât : Kırk Hadîs tercümesidir. Tamamı manzum olarak, aruzun “müfteilün müfteilün fâilün” kalıbıyla, 1012 (1603) yılında yazılıp Sadrazam Cigalazâde Sinan Paşa’ya sunulan eser türünün başarılı örneklerinden sayılır. Hz. Peygamber’in doğum gecesinin yıldönümünde tamamlanan eserde hadîsler önce tercüme, sonra şerh edilmiştir. Şerhin sonunda da yer yer hadîsle ilgili hikâyeler anlatılmıştır. Eser basılmamış olup çeşitli kütüphânelerde yazma nüshaları mevcuttur. (bkz. İ.Ü. Ktp. T.Y. nr. 69, 769, 902, 2174, 2318; TS. EH. Bl. nr. 680; Murat Molla, Hamidiye Ktp. nr. 387; Tire, Necip Paşa Ktp. nr. 137/38; Erzurum Atatürk Üniv., Agâh Sırrı Levend Ktp. nr. 24, 25, 26)
Kaynakça
Ayvansarâyî. Hadîkatü’l-Cevâmi‘. 24.
Beyânî. Tezkire. İÜ Ktp. TY, nr. 2568.
Fâik Reşad (1312). Eslâf. C. II. İstanbul.
Gibb. History of Ottoman Poetry. C. III.
Hâkānî Mehmed Bey (1264). Hilye-i Hâkānî. İstanbul.
İsmâil Belîğ. Güldeste-i Riyâz-ı İrfân. TSMK, Hazine, nr. 1281, vr. 292.
Kafzâde Fâizî. Zübdetü’l-Eş‘âr. Süleymaniye Ktp. Şehid Ali Paşa, nr. 1877, vr. 143.
Katip Çelebi (1941). Keşfü’ž-žunûn. C. I. 691, 786.
Kurnaz, Cemal (1986). Osmanlı Şairleri. Ankara.
Mehmed Süreyya (1311). Sicill-i Osmânî. C. II. 264, 377.
Muallim Nâci (1309). Mecmûa-i Muallim. İstanbul.
Rızâ. Tezkire. Süleymaniye Ktp. Âşir Efendi, nr. 243, vr. 56a.
Riyâzî. Riyâzü’ş-Şuarâ. Nuruosmaniye Ktp. nr. 3724, vr. 61b.
Uzun, Mustafa (1997). “Hakanî”. İslam Ansiklopedisi. C. 17. İstanbul: TDV Yay. 61-62.
Tiryaki, Sadık (1977). Hakani Mehmed Bey, Hadîs-i Erbaîn Tercümesi. Lisans Tezi.
Ziyâ Paşa (1291). Harâbât. İstanbul.
Madde Yazım Bilgileri
Yazar: PROF. DR. İSKENDER PALAYayın Tarihi: 07.08.2014Güncelleme Tarihi: 01.11.2020Eserlerinden Örnekler
Proje kapsamında bu bölümde şair/ yazarın eserlerinden örnek verilmekte ise de Sayın Pala'nın bu güzel yorumlama metnini bir istisna olarak aşağıda sunuyoruz:
HAKANÎ’NİN AŞKI
Günlerden salıydı. İki cihanın efendisi Muhammed Mustafa doğalı bu gece tamı tamına 1007 yıl[1] olacaktı. İstanbul’un selatin camilerinde kandiller sabaha kadar bunun için yanacak, mahyaların ışığında biriken müminler ona salat ve selam ile sabahlayacaklardı. Bu yurtlarda Hz. Peygamber’i sevmenin bir yarış olduğunu, bu sevgide herkesin diğerini rakip kabul ettiğini düşündü. Ona ümmet olmak dünyada bir baht, âhirette bir saadet idi. Firdevs cennetlerinde onun meclisinde olmanın saadeti. Birden ürperdi:
“Huzuruna varınca ona ne hediye etmeli?”
Bin yedi yıldır ümmetleri ona yığın yığın salatlar ve selamlardan buketler hazırlamış, kimisi onun adına hayırlar, vakıflar kurmuş, kimisi can vermiş, adını yüceltmişti. Peki ama kendisi ne yapmalıydı? Neye sahipti ki ne yapabilirdi? Saray çevresinde asil bir aileden geliyordu ama zengin değildi. Sadrazam Ayas Paşa’nın yeğeni[2] olmak her zorluğu ortadan kaldırmıyordu. Büyük darlık içinde değildi ama Hz. Peygamber’e adanmış bir vakıf kuracak kadar zengin de sayılmazdı. Divan muhasebecisi olduğu için Edirnekapısı’ndaki miri evlerden birinde oturuyordu ve bunca yılda bir ev bile edinememişti, olmamıştı işte. “Yaşım altmışı geçmişken üstelik!” diye hayıflandı içinden, sonra da hemen dönüp şükürsüzlüğünden tövbe etti. Böyle şetaretli bir gecede, Muhammed Mustafa’nın doğduğu gecede onu anmak, ona selat ve selam okumak yerine dünya kaygısı düşündüğüne hayıflanmıştı.
“Huzuruna varınca ona ne hediye etmeli?”
Bu mübarek gecenin asıl sorusu buydu. Düşündü, ne hediye edebilirdi? Neyi vardı? İşte geçimini sağladığı bir kalem… Rahmetli babası daha çocuk yaştan itibaren onu okutmuş, önemli hocaların dersine devam ettirmiş olmasaydı belki de şimdi bir kalemi olmayacaktı. İyi ki gençlik yıllarında şiir ve musıkî de öğrenmiş, iyi ki yazı meşk etmek üzere diz kırıp emek harcamıştı. Yazısı güzel olmasaydı Divan-ı Hümayun’da nasıl iş bulur, kalemiyle nasıl geçinebilirdi ki? Gerçi maişet için cumartesiden salıya haftanın dört günü Edirekapısı’ndan ta Topkapı Saray-ı Hümayun’una yürümek, ağrıyan dizlerinin dermanını kesiyordu ama orada devletlularla hemhal oluyor, Devlet-i Aliyye’nin en büyük insanlarıyla karşılaşıyor, siyaset etme ve devlet yönetmenin gulgulesi içinde yaşayıp gidiyordu işte. İhtiraslar, şöhretler, servetler derken masivayı en iyi burada tanımlayabilmişti. Belki de bu yüzden, yaşı ilerledikçe daha da içine kapanmış, hünkar veya sadrazam huzurunda çıt çıkarmadan yapmak zorunda olduğu işinin sessizliğini günün geri kalanında da devam ettirmeye başlamıştı. İki yıl evvel yitirdiği hanımından sonra fazla da konuşmaya ihtiyaç duymamıştı galiba. Malayani konuşan arkadaşlarından gitgide uzaklaşması da bundan olabilirdi. Sonuçta yolculuklarını içine doğru yapan, dünya dağdağasından ziyade iç zenginliğiyle ilgilenen, kendi dünyasında bir ihtiyar olup çıkmıştı.
“Huzuruna varınca ona ne hediye etmeli?” diye sordu kendine yeniden ve cevapladı: “Neye sahip isem onu!”
Sahip olduğu şey bir kalemden ibaretti. O hâlde, iki cihanın sultanına bir eser yazıp götürmek pek münasip düşerdi. Bin yedi yıldır pek çok kalem sahibi onun adına şiirler, risaleler, kitaplar meydana getirerek zaten bunu yapmamışlar mıydı? Hele şu Süleyman Çelebi yok muydu? O ne yanık bir aşk eseriydi öyle? Hz. Peygamber sevilince işte böyle sevilmeliydi. Ona hakiki ümmet olmak için insanın böyle bir aşk ile yazması, ancak ondan sonra bir kurtuluş vesilesi temin etmesi münasip düşerdi. Lakin Süleyman Çelebi yükseklerdeydi, ulaşılamazdı ki! Peki ya eseri? O bir sehl-i mümteni idi. Her yiğidin kârı olamazdı. Ama yazınca da böyle bir eser yazmalı, onun eriştiği itibarı örnek almalı değil miydi yani?!.. Neredeyse iki yüz yıldır bütün Türk yurtlarında herkes onu okuyor, ezberliyor, teganni ediyor, besteliyor, taklit ediyor, nazire yazıyordu lakin henüz onu geçebilen olmamıştı. Geçmek mümkün değildi. Galiba o bir şiir değil, bir aşk idi. Bütün yüreklerde birikip Çelebi’nin dilinden dökülen aşk… Kendi yüreğini yokladı. Geçen yıl hac vesilesiyle gittiği Ravza’da az ağlamamış, onun hasretiyle yüreği az dağlanmamıştı. Evet, Hz. Peygamber’i seviyor, hem de çok seviyordu. O hâlde neden olmasındı? Kalbinin sesini kendisi duydu:
“Yapabilirim!.. Onun adını taşıyorum madem…”
Ve Hakanî Mehmet Bey, iki rekat hacet namazı kıldı, Hz. Peygamber’e salat ve selamlar okudu, göz yaşlarına karışan dualar etti, birkaç gün evvel bir sahaf dostunun şiir yazması için hediye ettiği kırtas tomarını önüne çekti. Müezzin efendi Mihrümah Camii’nin kaftan giydirilmiş minaresinden temcit okumaya yeni başlamıştı. Mürekkebini hokkaya bandırdı:
Besmeleyle idelüm feth-i kelâm
Feth ola ta bu muammâ-yı benâm
Evet, Süleyman Çelebi’nin beyitlerini sanat sanat, üslup üslup, gaye gaye takip edercesine, onun tertibi üzerine, Feilâtün Feilâtün Feilün demişti. Bu dahi kendisi için bir “Kurtuluş Vesilesi” olsun istiyordu. Tıpkı onun gibi çok okunsun, bestelensin, dillere destan olsun, tekrar tekrar yazılsın… Kalbinden bir isim geçti:
“Hilye-i Saadet”
Evet, Çelebi’nin eserine Mevlid deniliyordu, kendi eserine de Hilye denilebilirdi. Gerçi daha evvel hiç kimse bu isimde ve bu konuda bir kitap yazmamıştı ama neden olmasındı; nazmedeceği beyitler Muhammed Mustafa’nın ruh ve beden vasıflarını anlatacaktı. Hem böyle bir kitap yazan kimseyi Allah Tealâ “emrâz u belâdan; mevt-i füc’eden hıfz eyler”[3], “lâ yuadd ve lâ yuhsâ”[4]3 nimete gark ederdi. Arap”ta ve Acem’de dahi siyer kitapları, şemail derlemeleri yapılmıştı ama kimse manzum bir hilye yazmamıştı. Kendi kendine gülümsedi. Sevindi. İyi düşünmüştü. Farklı bir hediye olacak, belki bereketlenip kutlu bir kitaba dönüşecekti. “Hilye-i Saadet”, evet, iyi bir isimdi. Böyle bir kitap yazarak kaleminin hakkını vermekle kalmaz, bir vakitler sancak beyliği yaptığı için kendisine “Bey” diye hitap edenlere beyliğini göstermiş, Divan-ı Hümayun’da çalıştığı için kullandığı “Hakanî” lakabının da yüzünü ağartmış olurdu. Evet, Mevlid kandiliydi ve başladı yazmaya.Tam altı ay, hiç ara vermeden, kafiyeler birbirine eklene eklene. Divanını bir kenara koydu, gazelleri ve kasideleri unuttu, musammat ve kıtalardan geçti yalnızca hilye beyitleri yazdı. Süleyman Çelebi’nin anlattığı üslup ile tam yedi yüz on iki beyit. Beşyüzünde yalnızca Hz. Peygamber’in özelliklerini dillendirdi. Soyut ve somut özelliklerini. Kaşı şöyleydi, gözü böyleydi; yahut gülümsediğinde şöyle, misafir karşıladığında böyle… Bütün beyitlerinde usta bir divan şairi olmanın imkanlarını kullanıyor ancak incelik ve sadeliği esas alıyordu. Yalnızca seçkin zümrenin değil, halkın da okuyup benimseyeceği bir manzume olsun istiyordu. Hem kim bilir belki de Süleyman Çelebi’nin eseri gibi gün gelir bestelenir, dini gün ve gecelerde hanendeler tarafından okunurdu. Açık ve pürüzsüz bir anlatım, lirik bir üslup ve sehl-i mümteni derecesinde bir söyleyiş; barekallah!..
Elbette kolay olmadı, bazen bir beyit yazabilmek için iki, üç gün araştırması gereken hususlar çıktı, bazen araştıracak kitapları bulamadı. Bereket versin Arapça ve Farsça’yı çok iyi derecede biliyordu, pek çok kaynağı tanıyor ve hangi bilginin nerede olduğunu hemen anlıyordu. İhyâu Ulûmi’d-dîn ile Hz. Ali’nin rivayetlerini esas aldı. Enes b. Malik, Ebû Hureyre, İbn Muaykîb, Ebû Hâle, İbn Ebî Hâle, Hakîm İbn Harâm, Câbir, Ümmü Ma’bed, İbn Abbas, Ebû Huceyf, Harîm, İbn Hâlid, Ebû Tufeyl gibi ashabın hadis rivayetlerini tek tek araştırdı. Yazdığı kitap sahih ve güzel olsun istiyordu. Gerçekten sahih ve güzel oldu.
Altı ay geçmiş, ortaya bir eser çıkmıştı. Müsveddeyi temize çekmek, belki iyi bir hattata yazdırmak, hatta bir müzehhibe göndermek gerekebilirdi. O gün yazı tomarlarını yanına aldı. Divan’dan sonra bir hattata uğrayacaktı. Fakat Bab-ı Hümayun’dan girdiği sırada Vezir Ayas Paşa’yla karşılaşacağı varmış, paşa hal hatır soruyor, bu günlerde neler yaptığını istifsar ediyordu. Gazellerden, kasidelerden yeni bir şeyler yazıp yazmadığını merak etmişti zahir. Hakani Mehmed Bey belki de hayatının hatasını o anda yaptı; bir Hilye yazdığını ağzından kaçırıverdi. Ayas Paşa bir sonraki divan toplantısında vermek üzere tomarı elinden aldı; okuyup getireceğini söyleyerek. Sonraki divan toplantısı cumartesindeydi.
Hakani Mehmed Bey’e üç gün, koca üç yıl gibi geldi. Cumartesi erkenden sarayın yolunu tuttu. Ama nafile, Ayas Paşa ortalıklarda görünmüyordu. İçi yanarak Kubbealtı’na girdi. Oh, çok şükür, işte orada, perdenin öte yakasındaydı. Üstelik tomarları da yanına istiflemişti.
Divan her zamanki olağan görüşmelerle tamamlandı. Mehmed Bey varıp kitabını almayı aklından geçiriyordu, birden divanda bir hareketlenme oldu. Meğer hünkâr kafes ardında divanı takip etmedeymiş, salona gelivermiş. Herkes derhal yerlerine geçti, teşrifat ve selamlama tamamlandı hünkar oturdu. Elbette teşrif-i hümayunun ağırlığı divan azaları kadar katip ve muhasebecileri de tedirgin etmişti. Mehmet Bey Hilye’den umudunu kesmek üzereyken bir ses işitti:
“Hele Mehmed Bey huzura!..”
Aman Allah’ım!. Kendisi hünkar huzuruna çağrılıyordu. Dizlerinin dermanı kesildi. Ne yapacağını şaşırdı. Ne gibi bir hata işlemiş olabilirdi? Ayakları geri geri varıp baş yerde etek öptü. Terliyor ve titriyordu. Herkes susuyordu. Sessizliği, Sultan Mehmed’in kubbede çınlayan sesi araladı:
Hak rasûl iken o sâlâr-ı vefâ
Âb u gildeydi dahi cism-i safâ
Gelmeden dahi ademden Âdem
Ana derlerdi Nebiyyü’l-akdem
Sultanın izniyle devamını veziriazam Cigalazade getirdi:
Ana ümmî lakab olmak mahzâ
Olduğundandurur ümmü’l-eşyâ
Ayas Paşa aldı:
Nice ümmî ki kütüphâne-i Hak
Oldu te’lîfi ile müstağrak
Güzelce Rüstem Paşa:
Haşre dek olsa salât ile selâm
Güzer ettikçe şühûr u a’vâm
Sonra vüzeradan, ulemadan, şeyhülislam darken ta kaptan-ı deryaya varasıya herkes birer ikişer beyit okudu:
Seni Hak âyine-i Zât etti
Zât-ı yektâsına mir’ât etti
Enbiyâ âciz iken midhatine
Evliyâ kâsır iken hizmetine
Şeb-i Mi’râc’daki vahdet için
Bî-cihet gördüğün ol tal’at için
Bakma noksânıma ihsân eyle
Afv u gufrânımı fermân eyle
Afv edip kalbimi ihyâ eyle
Bana lutf ile tecellâ eyle
Kâbil-i şerh değil noksânım
Kalma eksikliğime sultânım
Bizde yok midhatine nutka mecâl
Vasfın Allah bilir bi’l-ikmâl
Ve son beyti okuyup sözü yine hükümdar söyledi:
“Hâsılı ey şeh-i iklîm-i vefâ
Sana cânım da fedâ ben de fedâ
İmdi Mehmet Bey, gayrı dile benden ne dilersen?”
Mehmet Bey bayılmak üzereydi. Yazdığı manzumeyi Hz. Peygamber’e hediye sunacaktı. Hükümdara sunmuş gibi görünmek ecrini azaltabilirdi. Ama işte hünkar hazretleri soruyordu. Hiçbir şey istememeyi aklından geçirdi. Gel gelelim yaşadığı heyecan dalgası ayakları gibi dilini de dolandırıverdi:
“Özür dilerim!”
Divana bir gülle düşmüş gibi oldu. Padişah kalkıp gitti. Vezirler önce şaşırdılar ama daha sonra kraldan ziyade kralcı kesilip az evvel gıptayla baktıkları Mehmet Bey’in üzerine yürüdüler! Padişaha ne cür’etle böyle cevap vermişti? Bu ne aymazlıktı böyle? Vay Mehmet Bey! Vah Mehmet Bey!..
Neden sonra Cigalazade Sinan Paşa heyecan eseri bu gafın hünkarı fazla gücendirmeyeceğini, bilakis yarınki divanda Mehmed Bey’e ne ihsan olunduğunu soracağını düşündü. Mehmed Bey caizeyi hak etmişti. Divan azalarını birer birer teskin etti, lakin Mehmed Bey’i razı edemedi. Yalnızca tek cümle tekrarlıyordu, dehşetli bir cümle, aşıklara özge bir cümle:
“Yazdıklarımı ötede Efendimiz’e götüreceğim, bunda bir şey dilemeyi ucuza satılmak addederim.”
Caize bir gelenek idi. Alması gerekirdi. Vezirler devlet geleneğini bozmaması için ısrar ettiler, o da istemeye istemeye razı oldu. Ama maddi bir şey asla kabul etmeyecekti, kararı böyleydi. Sonunda buldu; dizleri ağrıyor, sıcakta soğukta çamurlu yollarda çok yoruluyordu, Edirnekapısı’ndaki eviyle Topkapısı’ndaki saray-ı hümayun arasında bir hayvana binerek gidip gelse ne iyi olurdu.
Bu talep karşısında herkes şairin gönlünü yaptıkları için sevindi, hatta ona bir at bağışlamaya bile karar verdiler. Lakin bu sefer de bostancı ağa işi bozdu:
“At ölsün, töre bozulmasın!.. Mehmed Bey rütbesinde birisinin şehir içinde at ile dolaşmasına müsaade edemem!”
Bostancı ağa haklıydı. Şehirde kimlerin at ile, kimlerin araba ile, kimlerin merkep yederek gidecekleri teşrifat kaideleriyle belirlenmişti. Ata binmek ancak vezirlerin harcıydı. Bu sefer Cigalazade yine devreye girdi:
“Mehmed Bey’in mazereti evine gidip gelme zorluğudur madem, bizim yeni yaptırmakta olduğumuz mahalleden kendisine bir ev bağışlayalım!”
Hakani Mehmed Bey inat etmedi, etse de mağlup düşeceğini bilmiyordu. Cağaloğlu adı verilen yerdeki bu evi zoraki kabul etti. Lakin içine sinmemişti. Hünkar ile vezirlerin gönlü olsun diye bir gece orada konakladı ve sonra evi vakfedip Edirnekapısı’na döndü.
Aradan altı yıl geçti. Dizlerinin dermanı gittikçe kesildi ve Hakanî Mehmed Bey hastalanıp yatağa düştü. Ne baht ki Hilyesi dillere destan olmuş, altı yıldır İstanbul’un evlerini ve sokaklarını dolduruyordu. Hatta geçen sene bir de Miftâhu’l-Fütuhât adlı kırk hadis derlemesi tertip etmişti. Belli ki ahret yolculuğuna hazırlanıyordu.
Hakanî Mehmed Bey üç gün yatak demiş dördüncü güne gelmişti. Artık sekerat-ı mevt haliydi. İstanbul’da onun gerek divanından gazeller, gerekse “Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i gibi âmmenin kabul ve takdîrine mazhar olmuş âsâr-ı mübarekeden”[5] sayılan Hilye-i Saadet’inden bölümler ezberleyen veya okuyan dostları akın akın ziyaretine gelmeye devam ediyorlardı. Hakani Mehmed Bey’in içindeki aşk özlemi de son haddine varmıştı. Gidecek ve hediyesini götürecekti. “Hîn-i vefâtında yanında bulunan ashâbına hitâb edüp ‘Yârân-ı safâ! Cennet bahçeleri ne güzel köşeler imiş!’ deyüp teslîm-i rûh eyledi”[6]
Hezârân gıpta Mehmet Bey; belli ki hediyen kabul görmüş!..
Hamiş:
Mehmed Bey vefat edince Edirnekapısı Mihrimah Sultan Camii haziresine defnolundu. Başucuna bir ağaç dikildi. Ağaçla birlikte Hakanî Bey’in şöhreti de büyüdü ve zamanla bu ağacın köküne saplanıp kalan mezar taşında kandiller yakılmaya başlandı. Hüseyin Ayvansarayî zamanında mezar taşında bir yazı yok iken[7] Muallim Nâci mezarının başında 300 yıllık bir ağaç bulunduğunu, mezarın baş tarafındaki yuvarlak taşın üzerinde cuma ve pazartesi geceleri yakılan bir kandil asıldığını, yeşile boyanmış cephesinde de “Hüvelbâki Hille-i Hâkānî hasretler ruhiyçün el-Fâtiha” şeklinde bozuk bir ibare tespit etti.[8]
Ağaç büyümeye devam ettikçe yapraklara da Hilye kitabı yazılmaya devam etti, sayısız el yazması nüsha meydana geldi. Matbaa çağlarında da eski harflerle birkaç kez basıldı.
[1] Miladi 1598-99
[2] Tezkire yazarlarından Riyazî (Riyâzu’ş-Şuarâ, v. 61b) Fâizî (Zübdetü’l-Eş’âr, v. 34a) ve Rıza (Tezkire-i Rıza, v. 16a) onun “Ayaspaşazade” diye tanındığını söylerken Muallim Naci (Osmanlı Şairleri s. 51), Mehmet Süreyya (Sicill-i Osmanî, c. II, s. 377) ve Ayvansaraylı Hüseyin Efendiler (Hadîkatü’l-Cevâmî, c. I., s. 24) onu “Güzelce Rüstem Paşa’nın kerimezadesi” olarak tanıtırlar.
[3] Hilyetü’l-Envâr, İ.Ü.Ktp. T.Y. nr. 2622, v. 8a
[4] Risâle-i Sadrüddin-i Konavî, İst. Selim Ağa Ktp. Şerh-i Hilye, nr. 234, v. 4b.
[5] Osmanlı Şairleri, s. 53
[6] Riyâzu’ş-Şuarâ, Nuruosmâniye Ktp. nr. 3724, v. 61b.
[7] Hadîkatü’l-Cevâmi, s.24
[8] Osmanlı Şairleri, s. 62
İlişkili Maddeler
Yayın Tarihi: 07.08.2014Güncelleme Tarihi: 01.11.2020Eserlerinden Örnekler
Proje kapsamında bu bölümde şair/ yazarın eserlerinden örnek verilmekte ise de Sayın Pala'nın bu güzel yorumlama metnini bir istisna olarak aşağıda sunuyoruz:
HAKANÎ’NİN AŞKI
Günlerden salıydı. İki cihanın efendisi Muhammed Mustafa doğalı bu gece tamı tamına 1007 yıl[1] olacaktı. İstanbul’un selatin camilerinde kandiller sabaha kadar bunun için yanacak, mahyaların ışığında biriken müminler ona salat ve selam ile sabahlayacaklardı. Bu yurtlarda Hz. Peygamber’i sevmenin bir yarış olduğunu, bu sevgide herkesin diğerini rakip kabul ettiğini düşündü. Ona ümmet olmak dünyada bir baht, âhirette bir saadet idi. Firdevs cennetlerinde onun meclisinde olmanın saadeti. Birden ürperdi:
“Huzuruna varınca ona ne hediye etmeli?”
Bin yedi yıldır ümmetleri ona yığın yığın salatlar ve selamlardan buketler hazırlamış, kimisi onun adına hayırlar, vakıflar kurmuş, kimisi can vermiş, adını yüceltmişti. Peki ama kendisi ne yapmalıydı? Neye sahipti ki ne yapabilirdi? Saray çevresinde asil bir aileden geliyordu ama zengin değildi. Sadrazam Ayas Paşa’nın yeğeni[2] olmak her zorluğu ortadan kaldırmıyordu. Büyük darlık içinde değildi ama Hz. Peygamber’e adanmış bir vakıf kuracak kadar zengin de sayılmazdı. Divan muhasebecisi olduğu için Edirnekapısı’ndaki miri evlerden birinde oturuyordu ve bunca yılda bir ev bile edinememişti, olmamıştı işte. “Yaşım altmışı geçmişken üstelik!” diye hayıflandı içinden, sonra da hemen dönüp şükürsüzlüğünden tövbe etti. Böyle şetaretli bir gecede, Muhammed Mustafa’nın doğduğu gecede onu anmak, ona selat ve selam okumak yerine dünya kaygısı düşündüğüne hayıflanmıştı.
“Huzuruna varınca ona ne hediye etmeli?”
Bu mübarek gecenin asıl sorusu buydu. Düşündü, ne hediye edebilirdi? Neyi vardı? İşte geçimini sağladığı bir kalem… Rahmetli babası daha çocuk yaştan itibaren onu okutmuş, önemli hocaların dersine devam ettirmiş olmasaydı belki de şimdi bir kalemi olmayacaktı. İyi ki gençlik yıllarında şiir ve musıkî de öğrenmiş, iyi ki yazı meşk etmek üzere diz kırıp emek harcamıştı. Yazısı güzel olmasaydı Divan-ı Hümayun’da nasıl iş bulur, kalemiyle nasıl geçinebilirdi ki? Gerçi maişet için cumartesiden salıya haftanın dört günü Edirekapısı’ndan ta Topkapı Saray-ı Hümayun’una yürümek, ağrıyan dizlerinin dermanını kesiyordu ama orada devletlularla hemhal oluyor, Devlet-i Aliyye’nin en büyük insanlarıyla karşılaşıyor, siyaset etme ve devlet yönetmenin gulgulesi içinde yaşayıp gidiyordu işte. İhtiraslar, şöhretler, servetler derken masivayı en iyi burada tanımlayabilmişti. Belki de bu yüzden, yaşı ilerledikçe daha da içine kapanmış, hünkar veya sadrazam huzurunda çıt çıkarmadan yapmak zorunda olduğu işinin sessizliğini günün geri kalanında da devam ettirmeye başlamıştı. İki yıl evvel yitirdiği hanımından sonra fazla da konuşmaya ihtiyaç duymamıştı galiba. Malayani konuşan arkadaşlarından gitgide uzaklaşması da bundan olabilirdi. Sonuçta yolculuklarını içine doğru yapan, dünya dağdağasından ziyade iç zenginliğiyle ilgilenen, kendi dünyasında bir ihtiyar olup çıkmıştı.
“Huzuruna varınca ona ne hediye etmeli?” diye sordu kendine yeniden ve cevapladı: “Neye sahip isem onu!”
Sahip olduğu şey bir kalemden ibaretti. O hâlde, iki cihanın sultanına bir eser yazıp götürmek pek münasip düşerdi. Bin yedi yıldır pek çok kalem sahibi onun adına şiirler, risaleler, kitaplar meydana getirerek zaten bunu yapmamışlar mıydı? Hele şu Süleyman Çelebi yok muydu? O ne yanık bir aşk eseriydi öyle? Hz. Peygamber sevilince işte böyle sevilmeliydi. Ona hakiki ümmet olmak için insanın böyle bir aşk ile yazması, ancak ondan sonra bir kurtuluş vesilesi temin etmesi münasip düşerdi. Lakin Süleyman Çelebi yükseklerdeydi, ulaşılamazdı ki! Peki ya eseri? O bir sehl-i mümteni idi. Her yiğidin kârı olamazdı. Ama yazınca da böyle bir eser yazmalı, onun eriştiği itibarı örnek almalı değil miydi yani?!.. Neredeyse iki yüz yıldır bütün Türk yurtlarında herkes onu okuyor, ezberliyor, teganni ediyor, besteliyor, taklit ediyor, nazire yazıyordu lakin henüz onu geçebilen olmamıştı. Geçmek mümkün değildi. Galiba o bir şiir değil, bir aşk idi. Bütün yüreklerde birikip Çelebi’nin dilinden dökülen aşk… Kendi yüreğini yokladı. Geçen yıl hac vesilesiyle gittiği Ravza’da az ağlamamış, onun hasretiyle yüreği az dağlanmamıştı. Evet, Hz. Peygamber’i seviyor, hem de çok seviyordu. O hâlde neden olmasındı? Kalbinin sesini kendisi duydu:
“Yapabilirim!.. Onun adını taşıyorum madem…”
Ve Hakanî Mehmet Bey, iki rekat hacet namazı kıldı, Hz. Peygamber’e salat ve selamlar okudu, göz yaşlarına karışan dualar etti, birkaç gün evvel bir sahaf dostunun şiir yazması için hediye ettiği kırtas tomarını önüne çekti. Müezzin efendi Mihrümah Camii’nin kaftan giydirilmiş minaresinden temcit okumaya yeni başlamıştı. Mürekkebini hokkaya bandırdı:
Besmeleyle idelüm feth-i kelâm
Feth ola ta bu muammâ-yı benâm
Evet, Süleyman Çelebi’nin beyitlerini sanat sanat, üslup üslup, gaye gaye takip edercesine, onun tertibi üzerine, Feilâtün Feilâtün Feilün demişti. Bu dahi kendisi için bir “Kurtuluş Vesilesi” olsun istiyordu. Tıpkı onun gibi çok okunsun, bestelensin, dillere destan olsun, tekrar tekrar yazılsın… Kalbinden bir isim geçti:
“Hilye-i Saadet”
Evet, Çelebi’nin eserine Mevlid deniliyordu, kendi eserine de Hilye denilebilirdi. Gerçi daha evvel hiç kimse bu isimde ve bu konuda bir kitap yazmamıştı ama neden olmasındı; nazmedeceği beyitler Muhammed Mustafa’nın ruh ve beden vasıflarını anlatacaktı. Hem böyle bir kitap yazan kimseyi Allah Tealâ “emrâz u belâdan; mevt-i füc’eden hıfz eyler”[3], “lâ yuadd ve lâ yuhsâ”[4]3 nimete gark ederdi. Arap”ta ve Acem’de dahi siyer kitapları, şemail derlemeleri yapılmıştı ama kimse manzum bir hilye yazmamıştı. Kendi kendine gülümsedi. Sevindi. İyi düşünmüştü. Farklı bir hediye olacak, belki bereketlenip kutlu bir kitaba dönüşecekti. “Hilye-i Saadet”, evet, iyi bir isimdi. Böyle bir kitap yazarak kaleminin hakkını vermekle kalmaz, bir vakitler sancak beyliği yaptığı için kendisine “Bey” diye hitap edenlere beyliğini göstermiş, Divan-ı Hümayun’da çalıştığı için kullandığı “Hakanî” lakabının da yüzünü ağartmış olurdu. Evet, Mevlid kandiliydi ve başladı yazmaya.Tam altı ay, hiç ara vermeden, kafiyeler birbirine eklene eklene. Divanını bir kenara koydu, gazelleri ve kasideleri unuttu, musammat ve kıtalardan geçti yalnızca hilye beyitleri yazdı. Süleyman Çelebi’nin anlattığı üslup ile tam yedi yüz on iki beyit. Beşyüzünde yalnızca Hz. Peygamber’in özelliklerini dillendirdi. Soyut ve somut özelliklerini. Kaşı şöyleydi, gözü böyleydi; yahut gülümsediğinde şöyle, misafir karşıladığında böyle… Bütün beyitlerinde usta bir divan şairi olmanın imkanlarını kullanıyor ancak incelik ve sadeliği esas alıyordu. Yalnızca seçkin zümrenin değil, halkın da okuyup benimseyeceği bir manzume olsun istiyordu. Hem kim bilir belki de Süleyman Çelebi’nin eseri gibi gün gelir bestelenir, dini gün ve gecelerde hanendeler tarafından okunurdu. Açık ve pürüzsüz bir anlatım, lirik bir üslup ve sehl-i mümteni derecesinde bir söyleyiş; barekallah!..
Elbette kolay olmadı, bazen bir beyit yazabilmek için iki, üç gün araştırması gereken hususlar çıktı, bazen araştıracak kitapları bulamadı. Bereket versin Arapça ve Farsça’yı çok iyi derecede biliyordu, pek çok kaynağı tanıyor ve hangi bilginin nerede olduğunu hemen anlıyordu. İhyâu Ulûmi’d-dîn ile Hz. Ali’nin rivayetlerini esas aldı. Enes b. Malik, Ebû Hureyre, İbn Muaykîb, Ebû Hâle, İbn Ebî Hâle, Hakîm İbn Harâm, Câbir, Ümmü Ma’bed, İbn Abbas, Ebû Huceyf, Harîm, İbn Hâlid, Ebû Tufeyl gibi ashabın hadis rivayetlerini tek tek araştırdı. Yazdığı kitap sahih ve güzel olsun istiyordu. Gerçekten sahih ve güzel oldu.
Altı ay geçmiş, ortaya bir eser çıkmıştı. Müsveddeyi temize çekmek, belki iyi bir hattata yazdırmak, hatta bir müzehhibe göndermek gerekebilirdi. O gün yazı tomarlarını yanına aldı. Divan’dan sonra bir hattata uğrayacaktı. Fakat Bab-ı Hümayun’dan girdiği sırada Vezir Ayas Paşa’yla karşılaşacağı varmış, paşa hal hatır soruyor, bu günlerde neler yaptığını istifsar ediyordu. Gazellerden, kasidelerden yeni bir şeyler yazıp yazmadığını merak etmişti zahir. Hakani Mehmed Bey belki de hayatının hatasını o anda yaptı; bir Hilye yazdığını ağzından kaçırıverdi. Ayas Paşa bir sonraki divan toplantısında vermek üzere tomarı elinden aldı; okuyup getireceğini söyleyerek. Sonraki divan toplantısı cumartesindeydi.
Hakani Mehmed Bey’e üç gün, koca üç yıl gibi geldi. Cumartesi erkenden sarayın yolunu tuttu. Ama nafile, Ayas Paşa ortalıklarda görünmüyordu. İçi yanarak Kubbealtı’na girdi. Oh, çok şükür, işte orada, perdenin öte yakasındaydı. Üstelik tomarları da yanına istiflemişti.
Divan her zamanki olağan görüşmelerle tamamlandı. Mehmed Bey varıp kitabını almayı aklından geçiriyordu, birden divanda bir hareketlenme oldu. Meğer hünkâr kafes ardında divanı takip etmedeymiş, salona gelivermiş. Herkes derhal yerlerine geçti, teşrifat ve selamlama tamamlandı hünkar oturdu. Elbette teşrif-i hümayunun ağırlığı divan azaları kadar katip ve muhasebecileri de tedirgin etmişti. Mehmet Bey Hilye’den umudunu kesmek üzereyken bir ses işitti:
“Hele Mehmed Bey huzura!..”
Aman Allah’ım!. Kendisi hünkar huzuruna çağrılıyordu. Dizlerinin dermanı kesildi. Ne yapacağını şaşırdı. Ne gibi bir hata işlemiş olabilirdi? Ayakları geri geri varıp baş yerde etek öptü. Terliyor ve titriyordu. Herkes susuyordu. Sessizliği, Sultan Mehmed’in kubbede çınlayan sesi araladı:
Hak rasûl iken o sâlâr-ı vefâ
Âb u gildeydi dahi cism-i safâ
Gelmeden dahi ademden Âdem
Ana derlerdi Nebiyyü’l-akdem
Sultanın izniyle devamını veziriazam Cigalazade getirdi:
Ana ümmî lakab olmak mahzâ
Olduğundandurur ümmü’l-eşyâ
Ayas Paşa aldı:
Nice ümmî ki kütüphâne-i Hak
Oldu te’lîfi ile müstağrak
Güzelce Rüstem Paşa:
Haşre dek olsa salât ile selâm
Güzer ettikçe şühûr u a’vâm
Sonra vüzeradan, ulemadan, şeyhülislam darken ta kaptan-ı deryaya varasıya herkes birer ikişer beyit okudu:
Seni Hak âyine-i Zât etti
Zât-ı yektâsına mir’ât etti
Enbiyâ âciz iken midhatine
Evliyâ kâsır iken hizmetine
Şeb-i Mi’râc’daki vahdet için
Bî-cihet gördüğün ol tal’at için
Bakma noksânıma ihsân eyle
Afv u gufrânımı fermân eyle
Afv edip kalbimi ihyâ eyle
Bana lutf ile tecellâ eyle
Kâbil-i şerh değil noksânım
Kalma eksikliğime sultânım
Bizde yok midhatine nutka mecâl
Vasfın Allah bilir bi’l-ikmâl
Ve son beyti okuyup sözü yine hükümdar söyledi:
“Hâsılı ey şeh-i iklîm-i vefâ
Sana cânım da fedâ ben de fedâ
İmdi Mehmet Bey, gayrı dile benden ne dilersen?”
Mehmet Bey bayılmak üzereydi. Yazdığı manzumeyi Hz. Peygamber’e hediye sunacaktı. Hükümdara sunmuş gibi görünmek ecrini azaltabilirdi. Ama işte hünkar hazretleri soruyordu. Hiçbir şey istememeyi aklından geçirdi. Gel gelelim yaşadığı heyecan dalgası ayakları gibi dilini de dolandırıverdi:
“Özür dilerim!”
Divana bir gülle düşmüş gibi oldu. Padişah kalkıp gitti. Vezirler önce şaşırdılar ama daha sonra kraldan ziyade kralcı kesilip az evvel gıptayla baktıkları Mehmet Bey’in üzerine yürüdüler! Padişaha ne cür’etle böyle cevap vermişti? Bu ne aymazlıktı böyle? Vay Mehmet Bey! Vah Mehmet Bey!..
Neden sonra Cigalazade Sinan Paşa heyecan eseri bu gafın hünkarı fazla gücendirmeyeceğini, bilakis yarınki divanda Mehmed Bey’e ne ihsan olunduğunu soracağını düşündü. Mehmed Bey caizeyi hak etmişti. Divan azalarını birer birer teskin etti, lakin Mehmed Bey’i razı edemedi. Yalnızca tek cümle tekrarlıyordu, dehşetli bir cümle, aşıklara özge bir cümle:
“Yazdıklarımı ötede Efendimiz’e götüreceğim, bunda bir şey dilemeyi ucuza satılmak addederim.”
Caize bir gelenek idi. Alması gerekirdi. Vezirler devlet geleneğini bozmaması için ısrar ettiler, o da istemeye istemeye razı oldu. Ama maddi bir şey asla kabul etmeyecekti, kararı böyleydi. Sonunda buldu; dizleri ağrıyor, sıcakta soğukta çamurlu yollarda çok yoruluyordu, Edirnekapısı’ndaki eviyle Topkapısı’ndaki saray-ı hümayun arasında bir hayvana binerek gidip gelse ne iyi olurdu.
Bu talep karşısında herkes şairin gönlünü yaptıkları için sevindi, hatta ona bir at bağışlamaya bile karar verdiler. Lakin bu sefer de bostancı ağa işi bozdu:
“At ölsün, töre bozulmasın!.. Mehmed Bey rütbesinde birisinin şehir içinde at ile dolaşmasına müsaade edemem!”
Bostancı ağa haklıydı. Şehirde kimlerin at ile, kimlerin araba ile, kimlerin merkep yederek gidecekleri teşrifat kaideleriyle belirlenmişti. Ata binmek ancak vezirlerin harcıydı. Bu sefer Cigalazade yine devreye girdi:
“Mehmed Bey’in mazereti evine gidip gelme zorluğudur madem, bizim yeni yaptırmakta olduğumuz mahalleden kendisine bir ev bağışlayalım!”
Hakani Mehmed Bey inat etmedi, etse de mağlup düşeceğini bilmiyordu. Cağaloğlu adı verilen yerdeki bu evi zoraki kabul etti. Lakin içine sinmemişti. Hünkar ile vezirlerin gönlü olsun diye bir gece orada konakladı ve sonra evi vakfedip Edirnekapısı’na döndü.
Aradan altı yıl geçti. Dizlerinin dermanı gittikçe kesildi ve Hakanî Mehmed Bey hastalanıp yatağa düştü. Ne baht ki Hilyesi dillere destan olmuş, altı yıldır İstanbul’un evlerini ve sokaklarını dolduruyordu. Hatta geçen sene bir de Miftâhu’l-Fütuhât adlı kırk hadis derlemesi tertip etmişti. Belli ki ahret yolculuğuna hazırlanıyordu.
Hakanî Mehmed Bey üç gün yatak demiş dördüncü güne gelmişti. Artık sekerat-ı mevt haliydi. İstanbul’da onun gerek divanından gazeller, gerekse “Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i gibi âmmenin kabul ve takdîrine mazhar olmuş âsâr-ı mübarekeden”[5] sayılan Hilye-i Saadet’inden bölümler ezberleyen veya okuyan dostları akın akın ziyaretine gelmeye devam ediyorlardı. Hakani Mehmed Bey’in içindeki aşk özlemi de son haddine varmıştı. Gidecek ve hediyesini götürecekti. “Hîn-i vefâtında yanında bulunan ashâbına hitâb edüp ‘Yârân-ı safâ! Cennet bahçeleri ne güzel köşeler imiş!’ deyüp teslîm-i rûh eyledi”[6]
Hezârân gıpta Mehmet Bey; belli ki hediyen kabul görmüş!..
Hamiş:
Mehmed Bey vefat edince Edirnekapısı Mihrimah Sultan Camii haziresine defnolundu. Başucuna bir ağaç dikildi. Ağaçla birlikte Hakanî Bey’in şöhreti de büyüdü ve zamanla bu ağacın köküne saplanıp kalan mezar taşında kandiller yakılmaya başlandı. Hüseyin Ayvansarayî zamanında mezar taşında bir yazı yok iken[7] Muallim Nâci mezarının başında 300 yıllık bir ağaç bulunduğunu, mezarın baş tarafındaki yuvarlak taşın üzerinde cuma ve pazartesi geceleri yakılan bir kandil asıldığını, yeşile boyanmış cephesinde de “Hüvelbâki Hille-i Hâkānî hasretler ruhiyçün el-Fâtiha” şeklinde bozuk bir ibare tespit etti.[8]
Ağaç büyümeye devam ettikçe yapraklara da Hilye kitabı yazılmaya devam etti, sayısız el yazması nüsha meydana geldi. Matbaa çağlarında da eski harflerle birkaç kez basıldı.
[1] Miladi 1598-99
[2] Tezkire yazarlarından Riyazî (Riyâzu’ş-Şuarâ, v. 61b) Fâizî (Zübdetü’l-Eş’âr, v. 34a) ve Rıza (Tezkire-i Rıza, v. 16a) onun “Ayaspaşazade” diye tanındığını söylerken Muallim Naci (Osmanlı Şairleri s. 51), Mehmet Süreyya (Sicill-i Osmanî, c. II, s. 377) ve Ayvansaraylı Hüseyin Efendiler (Hadîkatü’l-Cevâmî, c. I., s. 24) onu “Güzelce Rüstem Paşa’nın kerimezadesi” olarak tanıtırlar.
[3] Hilyetü’l-Envâr, İ.Ü.Ktp. T.Y. nr. 2622, v. 8a
[4] Risâle-i Sadrüddin-i Konavî, İst. Selim Ağa Ktp. Şerh-i Hilye, nr. 234, v. 4b.
[5] Osmanlı Şairleri, s. 53
[6] Riyâzu’ş-Şuarâ, Nuruosmâniye Ktp. nr. 3724, v. 61b.
[7] Hadîkatü’l-Cevâmi, s.24
[8] Osmanlı Şairleri, s. 62
İlişkili Maddeler
Güncelleme Tarihi: 01.11.2020Eserlerinden Örnekler
Proje kapsamında bu bölümde şair/ yazarın eserlerinden örnek verilmekte ise de Sayın Pala'nın bu güzel yorumlama metnini bir istisna olarak aşağıda sunuyoruz:
HAKANÎ’NİN AŞKI
Günlerden salıydı. İki cihanın efendisi Muhammed Mustafa doğalı bu gece tamı tamına 1007 yıl[1] olacaktı. İstanbul’un selatin camilerinde kandiller sabaha kadar bunun için yanacak, mahyaların ışığında biriken müminler ona salat ve selam ile sabahlayacaklardı. Bu yurtlarda Hz. Peygamber’i sevmenin bir yarış olduğunu, bu sevgide herkesin diğerini rakip kabul ettiğini düşündü. Ona ümmet olmak dünyada bir baht, âhirette bir saadet idi. Firdevs cennetlerinde onun meclisinde olmanın saadeti. Birden ürperdi:
“Huzuruna varınca ona ne hediye etmeli?”
Bin yedi yıldır ümmetleri ona yığın yığın salatlar ve selamlardan buketler hazırlamış, kimisi onun adına hayırlar, vakıflar kurmuş, kimisi can vermiş, adını yüceltmişti. Peki ama kendisi ne yapmalıydı? Neye sahipti ki ne yapabilirdi? Saray çevresinde asil bir aileden geliyordu ama zengin değildi. Sadrazam Ayas Paşa’nın yeğeni[2] olmak her zorluğu ortadan kaldırmıyordu. Büyük darlık içinde değildi ama Hz. Peygamber’e adanmış bir vakıf kuracak kadar zengin de sayılmazdı. Divan muhasebecisi olduğu için Edirnekapısı’ndaki miri evlerden birinde oturuyordu ve bunca yılda bir ev bile edinememişti, olmamıştı işte. “Yaşım altmışı geçmişken üstelik!” diye hayıflandı içinden, sonra da hemen dönüp şükürsüzlüğünden tövbe etti. Böyle şetaretli bir gecede, Muhammed Mustafa’nın doğduğu gecede onu anmak, ona selat ve selam okumak yerine dünya kaygısı düşündüğüne hayıflanmıştı.
“Huzuruna varınca ona ne hediye etmeli?”
Bu mübarek gecenin asıl sorusu buydu. Düşündü, ne hediye edebilirdi? Neyi vardı? İşte geçimini sağladığı bir kalem… Rahmetli babası daha çocuk yaştan itibaren onu okutmuş, önemli hocaların dersine devam ettirmiş olmasaydı belki de şimdi bir kalemi olmayacaktı. İyi ki gençlik yıllarında şiir ve musıkî de öğrenmiş, iyi ki yazı meşk etmek üzere diz kırıp emek harcamıştı. Yazısı güzel olmasaydı Divan-ı Hümayun’da nasıl iş bulur, kalemiyle nasıl geçinebilirdi ki? Gerçi maişet için cumartesiden salıya haftanın dört günü Edirekapısı’ndan ta Topkapı Saray-ı Hümayun’una yürümek, ağrıyan dizlerinin dermanını kesiyordu ama orada devletlularla hemhal oluyor, Devlet-i Aliyye’nin en büyük insanlarıyla karşılaşıyor, siyaset etme ve devlet yönetmenin gulgulesi içinde yaşayıp gidiyordu işte. İhtiraslar, şöhretler, servetler derken masivayı en iyi burada tanımlayabilmişti. Belki de bu yüzden, yaşı ilerledikçe daha da içine kapanmış, hünkar veya sadrazam huzurunda çıt çıkarmadan yapmak zorunda olduğu işinin sessizliğini günün geri kalanında da devam ettirmeye başlamıştı. İki yıl evvel yitirdiği hanımından sonra fazla da konuşmaya ihtiyaç duymamıştı galiba. Malayani konuşan arkadaşlarından gitgide uzaklaşması da bundan olabilirdi. Sonuçta yolculuklarını içine doğru yapan, dünya dağdağasından ziyade iç zenginliğiyle ilgilenen, kendi dünyasında bir ihtiyar olup çıkmıştı.
“Huzuruna varınca ona ne hediye etmeli?” diye sordu kendine yeniden ve cevapladı: “Neye sahip isem onu!”
Sahip olduğu şey bir kalemden ibaretti. O hâlde, iki cihanın sultanına bir eser yazıp götürmek pek münasip düşerdi. Bin yedi yıldır pek çok kalem sahibi onun adına şiirler, risaleler, kitaplar meydana getirerek zaten bunu yapmamışlar mıydı? Hele şu Süleyman Çelebi yok muydu? O ne yanık bir aşk eseriydi öyle? Hz. Peygamber sevilince işte böyle sevilmeliydi. Ona hakiki ümmet olmak için insanın böyle bir aşk ile yazması, ancak ondan sonra bir kurtuluş vesilesi temin etmesi münasip düşerdi. Lakin Süleyman Çelebi yükseklerdeydi, ulaşılamazdı ki! Peki ya eseri? O bir sehl-i mümteni idi. Her yiğidin kârı olamazdı. Ama yazınca da böyle bir eser yazmalı, onun eriştiği itibarı örnek almalı değil miydi yani?!.. Neredeyse iki yüz yıldır bütün Türk yurtlarında herkes onu okuyor, ezberliyor, teganni ediyor, besteliyor, taklit ediyor, nazire yazıyordu lakin henüz onu geçebilen olmamıştı. Geçmek mümkün değildi. Galiba o bir şiir değil, bir aşk idi. Bütün yüreklerde birikip Çelebi’nin dilinden dökülen aşk… Kendi yüreğini yokladı. Geçen yıl hac vesilesiyle gittiği Ravza’da az ağlamamış, onun hasretiyle yüreği az dağlanmamıştı. Evet, Hz. Peygamber’i seviyor, hem de çok seviyordu. O hâlde neden olmasındı? Kalbinin sesini kendisi duydu:
“Yapabilirim!.. Onun adını taşıyorum madem…”
Ve Hakanî Mehmet Bey, iki rekat hacet namazı kıldı, Hz. Peygamber’e salat ve selamlar okudu, göz yaşlarına karışan dualar etti, birkaç gün evvel bir sahaf dostunun şiir yazması için hediye ettiği kırtas tomarını önüne çekti. Müezzin efendi Mihrümah Camii’nin kaftan giydirilmiş minaresinden temcit okumaya yeni başlamıştı. Mürekkebini hokkaya bandırdı:
Besmeleyle idelüm feth-i kelâm
Feth ola ta bu muammâ-yı benâm
Evet, Süleyman Çelebi’nin beyitlerini sanat sanat, üslup üslup, gaye gaye takip edercesine, onun tertibi üzerine, Feilâtün Feilâtün Feilün demişti. Bu dahi kendisi için bir “Kurtuluş Vesilesi” olsun istiyordu. Tıpkı onun gibi çok okunsun, bestelensin, dillere destan olsun, tekrar tekrar yazılsın… Kalbinden bir isim geçti:
“Hilye-i Saadet”
Evet, Çelebi’nin eserine Mevlid deniliyordu, kendi eserine de Hilye denilebilirdi. Gerçi daha evvel hiç kimse bu isimde ve bu konuda bir kitap yazmamıştı ama neden olmasındı; nazmedeceği beyitler Muhammed Mustafa’nın ruh ve beden vasıflarını anlatacaktı. Hem böyle bir kitap yazan kimseyi Allah Tealâ “emrâz u belâdan; mevt-i füc’eden hıfz eyler”[3], “lâ yuadd ve lâ yuhsâ”[4]3 nimete gark ederdi. Arap”ta ve Acem’de dahi siyer kitapları, şemail derlemeleri yapılmıştı ama kimse manzum bir hilye yazmamıştı. Kendi kendine gülümsedi. Sevindi. İyi düşünmüştü. Farklı bir hediye olacak, belki bereketlenip kutlu bir kitaba dönüşecekti. “Hilye-i Saadet”, evet, iyi bir isimdi. Böyle bir kitap yazarak kaleminin hakkını vermekle kalmaz, bir vakitler sancak beyliği yaptığı için kendisine “Bey” diye hitap edenlere beyliğini göstermiş, Divan-ı Hümayun’da çalıştığı için kullandığı “Hakanî” lakabının da yüzünü ağartmış olurdu. Evet, Mevlid kandiliydi ve başladı yazmaya.Tam altı ay, hiç ara vermeden, kafiyeler birbirine eklene eklene. Divanını bir kenara koydu, gazelleri ve kasideleri unuttu, musammat ve kıtalardan geçti yalnızca hilye beyitleri yazdı. Süleyman Çelebi’nin anlattığı üslup ile tam yedi yüz on iki beyit. Beşyüzünde yalnızca Hz. Peygamber’in özelliklerini dillendirdi. Soyut ve somut özelliklerini. Kaşı şöyleydi, gözü böyleydi; yahut gülümsediğinde şöyle, misafir karşıladığında böyle… Bütün beyitlerinde usta bir divan şairi olmanın imkanlarını kullanıyor ancak incelik ve sadeliği esas alıyordu. Yalnızca seçkin zümrenin değil, halkın da okuyup benimseyeceği bir manzume olsun istiyordu. Hem kim bilir belki de Süleyman Çelebi’nin eseri gibi gün gelir bestelenir, dini gün ve gecelerde hanendeler tarafından okunurdu. Açık ve pürüzsüz bir anlatım, lirik bir üslup ve sehl-i mümteni derecesinde bir söyleyiş; barekallah!..
Elbette kolay olmadı, bazen bir beyit yazabilmek için iki, üç gün araştırması gereken hususlar çıktı, bazen araştıracak kitapları bulamadı. Bereket versin Arapça ve Farsça’yı çok iyi derecede biliyordu, pek çok kaynağı tanıyor ve hangi bilginin nerede olduğunu hemen anlıyordu. İhyâu Ulûmi’d-dîn ile Hz. Ali’nin rivayetlerini esas aldı. Enes b. Malik, Ebû Hureyre, İbn Muaykîb, Ebû Hâle, İbn Ebî Hâle, Hakîm İbn Harâm, Câbir, Ümmü Ma’bed, İbn Abbas, Ebû Huceyf, Harîm, İbn Hâlid, Ebû Tufeyl gibi ashabın hadis rivayetlerini tek tek araştırdı. Yazdığı kitap sahih ve güzel olsun istiyordu. Gerçekten sahih ve güzel oldu.
Altı ay geçmiş, ortaya bir eser çıkmıştı. Müsveddeyi temize çekmek, belki iyi bir hattata yazdırmak, hatta bir müzehhibe göndermek gerekebilirdi. O gün yazı tomarlarını yanına aldı. Divan’dan sonra bir hattata uğrayacaktı. Fakat Bab-ı Hümayun’dan girdiği sırada Vezir Ayas Paşa’yla karşılaşacağı varmış, paşa hal hatır soruyor, bu günlerde neler yaptığını istifsar ediyordu. Gazellerden, kasidelerden yeni bir şeyler yazıp yazmadığını merak etmişti zahir. Hakani Mehmed Bey belki de hayatının hatasını o anda yaptı; bir Hilye yazdığını ağzından kaçırıverdi. Ayas Paşa bir sonraki divan toplantısında vermek üzere tomarı elinden aldı; okuyup getireceğini söyleyerek. Sonraki divan toplantısı cumartesindeydi.
Hakani Mehmed Bey’e üç gün, koca üç yıl gibi geldi. Cumartesi erkenden sarayın yolunu tuttu. Ama nafile, Ayas Paşa ortalıklarda görünmüyordu. İçi yanarak Kubbealtı’na girdi. Oh, çok şükür, işte orada, perdenin öte yakasındaydı. Üstelik tomarları da yanına istiflemişti.
Divan her zamanki olağan görüşmelerle tamamlandı. Mehmed Bey varıp kitabını almayı aklından geçiriyordu, birden divanda bir hareketlenme oldu. Meğer hünkâr kafes ardında divanı takip etmedeymiş, salona gelivermiş. Herkes derhal yerlerine geçti, teşrifat ve selamlama tamamlandı hünkar oturdu. Elbette teşrif-i hümayunun ağırlığı divan azaları kadar katip ve muhasebecileri de tedirgin etmişti. Mehmet Bey Hilye’den umudunu kesmek üzereyken bir ses işitti:
“Hele Mehmed Bey huzura!..”
Aman Allah’ım!. Kendisi hünkar huzuruna çağrılıyordu. Dizlerinin dermanı kesildi. Ne yapacağını şaşırdı. Ne gibi bir hata işlemiş olabilirdi? Ayakları geri geri varıp baş yerde etek öptü. Terliyor ve titriyordu. Herkes susuyordu. Sessizliği, Sultan Mehmed’in kubbede çınlayan sesi araladı:
Hak rasûl iken o sâlâr-ı vefâ
Âb u gildeydi dahi cism-i safâ
Gelmeden dahi ademden Âdem
Ana derlerdi Nebiyyü’l-akdem
Sultanın izniyle devamını veziriazam Cigalazade getirdi:
Ana ümmî lakab olmak mahzâ
Olduğundandurur ümmü’l-eşyâ
Ayas Paşa aldı:
Nice ümmî ki kütüphâne-i Hak
Oldu te’lîfi ile müstağrak
Güzelce Rüstem Paşa:
Haşre dek olsa salât ile selâm
Güzer ettikçe şühûr u a’vâm
Sonra vüzeradan, ulemadan, şeyhülislam darken ta kaptan-ı deryaya varasıya herkes birer ikişer beyit okudu:
Seni Hak âyine-i Zât etti
Zât-ı yektâsına mir’ât etti
Enbiyâ âciz iken midhatine
Evliyâ kâsır iken hizmetine
Şeb-i Mi’râc’daki vahdet için
Bî-cihet gördüğün ol tal’at için
Bakma noksânıma ihsân eyle
Afv u gufrânımı fermân eyle
Afv edip kalbimi ihyâ eyle
Bana lutf ile tecellâ eyle
Kâbil-i şerh değil noksânım
Kalma eksikliğime sultânım
Bizde yok midhatine nutka mecâl
Vasfın Allah bilir bi’l-ikmâl
Ve son beyti okuyup sözü yine hükümdar söyledi:
“Hâsılı ey şeh-i iklîm-i vefâ
Sana cânım da fedâ ben de fedâ
İmdi Mehmet Bey, gayrı dile benden ne dilersen?”
Mehmet Bey bayılmak üzereydi. Yazdığı manzumeyi Hz. Peygamber’e hediye sunacaktı. Hükümdara sunmuş gibi görünmek ecrini azaltabilirdi. Ama işte hünkar hazretleri soruyordu. Hiçbir şey istememeyi aklından geçirdi. Gel gelelim yaşadığı heyecan dalgası ayakları gibi dilini de dolandırıverdi:
“Özür dilerim!”
Divana bir gülle düşmüş gibi oldu. Padişah kalkıp gitti. Vezirler önce şaşırdılar ama daha sonra kraldan ziyade kralcı kesilip az evvel gıptayla baktıkları Mehmet Bey’in üzerine yürüdüler! Padişaha ne cür’etle böyle cevap vermişti? Bu ne aymazlıktı böyle? Vay Mehmet Bey! Vah Mehmet Bey!..
Neden sonra Cigalazade Sinan Paşa heyecan eseri bu gafın hünkarı fazla gücendirmeyeceğini, bilakis yarınki divanda Mehmed Bey’e ne ihsan olunduğunu soracağını düşündü. Mehmed Bey caizeyi hak etmişti. Divan azalarını birer birer teskin etti, lakin Mehmed Bey’i razı edemedi. Yalnızca tek cümle tekrarlıyordu, dehşetli bir cümle, aşıklara özge bir cümle:
“Yazdıklarımı ötede Efendimiz’e götüreceğim, bunda bir şey dilemeyi ucuza satılmak addederim.”
Caize bir gelenek idi. Alması gerekirdi. Vezirler devlet geleneğini bozmaması için ısrar ettiler, o da istemeye istemeye razı oldu. Ama maddi bir şey asla kabul etmeyecekti, kararı böyleydi. Sonunda buldu; dizleri ağrıyor, sıcakta soğukta çamurlu yollarda çok yoruluyordu, Edirnekapısı’ndaki eviyle Topkapısı’ndaki saray-ı hümayun arasında bir hayvana binerek gidip gelse ne iyi olurdu.
Bu talep karşısında herkes şairin gönlünü yaptıkları için sevindi, hatta ona bir at bağışlamaya bile karar verdiler. Lakin bu sefer de bostancı ağa işi bozdu:
“At ölsün, töre bozulmasın!.. Mehmed Bey rütbesinde birisinin şehir içinde at ile dolaşmasına müsaade edemem!”
Bostancı ağa haklıydı. Şehirde kimlerin at ile, kimlerin araba ile, kimlerin merkep yederek gidecekleri teşrifat kaideleriyle belirlenmişti. Ata binmek ancak vezirlerin harcıydı. Bu sefer Cigalazade yine devreye girdi:
“Mehmed Bey’in mazereti evine gidip gelme zorluğudur madem, bizim yeni yaptırmakta olduğumuz mahalleden kendisine bir ev bağışlayalım!”
Hakani Mehmed Bey inat etmedi, etse de mağlup düşeceğini bilmiyordu. Cağaloğlu adı verilen yerdeki bu evi zoraki kabul etti. Lakin içine sinmemişti. Hünkar ile vezirlerin gönlü olsun diye bir gece orada konakladı ve sonra evi vakfedip Edirnekapısı’na döndü.
Aradan altı yıl geçti. Dizlerinin dermanı gittikçe kesildi ve Hakanî Mehmed Bey hastalanıp yatağa düştü. Ne baht ki Hilyesi dillere destan olmuş, altı yıldır İstanbul’un evlerini ve sokaklarını dolduruyordu. Hatta geçen sene bir de Miftâhu’l-Fütuhât adlı kırk hadis derlemesi tertip etmişti. Belli ki ahret yolculuğuna hazırlanıyordu.
Hakanî Mehmed Bey üç gün yatak demiş dördüncü güne gelmişti. Artık sekerat-ı mevt haliydi. İstanbul’da onun gerek divanından gazeller, gerekse “Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i gibi âmmenin kabul ve takdîrine mazhar olmuş âsâr-ı mübarekeden”[5] sayılan Hilye-i Saadet’inden bölümler ezberleyen veya okuyan dostları akın akın ziyaretine gelmeye devam ediyorlardı. Hakani Mehmed Bey’in içindeki aşk özlemi de son haddine varmıştı. Gidecek ve hediyesini götürecekti. “Hîn-i vefâtında yanında bulunan ashâbına hitâb edüp ‘Yârân-ı safâ! Cennet bahçeleri ne güzel köşeler imiş!’ deyüp teslîm-i rûh eyledi”[6]
Hezârân gıpta Mehmet Bey; belli ki hediyen kabul görmüş!..
Hamiş:
Mehmed Bey vefat edince Edirnekapısı Mihrimah Sultan Camii haziresine defnolundu. Başucuna bir ağaç dikildi. Ağaçla birlikte Hakanî Bey’in şöhreti de büyüdü ve zamanla bu ağacın köküne saplanıp kalan mezar taşında kandiller yakılmaya başlandı. Hüseyin Ayvansarayî zamanında mezar taşında bir yazı yok iken[7] Muallim Nâci mezarının başında 300 yıllık bir ağaç bulunduğunu, mezarın baş tarafındaki yuvarlak taşın üzerinde cuma ve pazartesi geceleri yakılan bir kandil asıldığını, yeşile boyanmış cephesinde de “Hüvelbâki Hille-i Hâkānî hasretler ruhiyçün el-Fâtiha” şeklinde bozuk bir ibare tespit etti.[8]
Ağaç büyümeye devam ettikçe yapraklara da Hilye kitabı yazılmaya devam etti, sayısız el yazması nüsha meydana geldi. Matbaa çağlarında da eski harflerle birkaç kez basıldı.
[1] Miladi 1598-99
[2] Tezkire yazarlarından Riyazî (Riyâzu’ş-Şuarâ, v. 61b) Fâizî (Zübdetü’l-Eş’âr, v. 34a) ve Rıza (Tezkire-i Rıza, v. 16a) onun “Ayaspaşazade” diye tanındığını söylerken Muallim Naci (Osmanlı Şairleri s. 51), Mehmet Süreyya (Sicill-i Osmanî, c. II, s. 377) ve Ayvansaraylı Hüseyin Efendiler (Hadîkatü’l-Cevâmî, c. I., s. 24) onu “Güzelce Rüstem Paşa’nın kerimezadesi” olarak tanıtırlar.
[3] Hilyetü’l-Envâr, İ.Ü.Ktp. T.Y. nr. 2622, v. 8a
[4] Risâle-i Sadrüddin-i Konavî, İst. Selim Ağa Ktp. Şerh-i Hilye, nr. 234, v. 4b.
[5] Osmanlı Şairleri, s. 53
[6] Riyâzu’ş-Şuarâ, Nuruosmâniye Ktp. nr. 3724, v. 61b.
[7] Hadîkatü’l-Cevâmi, s.24
[8] Osmanlı Şairleri, s. 62
İlişkili Maddeler
Eserlerinden Örnekler
Proje kapsamında bu bölümde şair/ yazarın eserlerinden örnek verilmekte ise de Sayın Pala'nın bu güzel yorumlama metnini bir istisna olarak aşağıda sunuyoruz:
HAKANÎ’NİN AŞKI
Günlerden salıydı. İki cihanın efendisi Muhammed Mustafa doğalı bu gece tamı tamına 1007 yıl[1] olacaktı. İstanbul’un selatin camilerinde kandiller sabaha kadar bunun için yanacak, mahyaların ışığında biriken müminler ona salat ve selam ile sabahlayacaklardı. Bu yurtlarda Hz. Peygamber’i sevmenin bir yarış olduğunu, bu sevgide herkesin diğerini rakip kabul ettiğini düşündü. Ona ümmet olmak dünyada bir baht, âhirette bir saadet idi. Firdevs cennetlerinde onun meclisinde olmanın saadeti. Birden ürperdi:
“Huzuruna varınca ona ne hediye etmeli?”
Bin yedi yıldır ümmetleri ona yığın yığın salatlar ve selamlardan buketler hazırlamış, kimisi onun adına hayırlar, vakıflar kurmuş, kimisi can vermiş, adını yüceltmişti. Peki ama kendisi ne yapmalıydı? Neye sahipti ki ne yapabilirdi? Saray çevresinde asil bir aileden geliyordu ama zengin değildi. Sadrazam Ayas Paşa’nın yeğeni[2] olmak her zorluğu ortadan kaldırmıyordu. Büyük darlık içinde değildi ama Hz. Peygamber’e adanmış bir vakıf kuracak kadar zengin de sayılmazdı. Divan muhasebecisi olduğu için Edirnekapısı’ndaki miri evlerden birinde oturuyordu ve bunca yılda bir ev bile edinememişti, olmamıştı işte. “Yaşım altmışı geçmişken üstelik!” diye hayıflandı içinden, sonra da hemen dönüp şükürsüzlüğünden tövbe etti. Böyle şetaretli bir gecede, Muhammed Mustafa’nın doğduğu gecede onu anmak, ona selat ve selam okumak yerine dünya kaygısı düşündüğüne hayıflanmıştı.
“Huzuruna varınca ona ne hediye etmeli?”
Bu mübarek gecenin asıl sorusu buydu. Düşündü, ne hediye edebilirdi? Neyi vardı? İşte geçimini sağladığı bir kalem… Rahmetli babası daha çocuk yaştan itibaren onu okutmuş, önemli hocaların dersine devam ettirmiş olmasaydı belki de şimdi bir kalemi olmayacaktı. İyi ki gençlik yıllarında şiir ve musıkî de öğrenmiş, iyi ki yazı meşk etmek üzere diz kırıp emek harcamıştı. Yazısı güzel olmasaydı Divan-ı Hümayun’da nasıl iş bulur, kalemiyle nasıl geçinebilirdi ki? Gerçi maişet için cumartesiden salıya haftanın dört günü Edirekapısı’ndan ta Topkapı Saray-ı Hümayun’una yürümek, ağrıyan dizlerinin dermanını kesiyordu ama orada devletlularla hemhal oluyor, Devlet-i Aliyye’nin en büyük insanlarıyla karşılaşıyor, siyaset etme ve devlet yönetmenin gulgulesi içinde yaşayıp gidiyordu işte. İhtiraslar, şöhretler, servetler derken masivayı en iyi burada tanımlayabilmişti. Belki de bu yüzden, yaşı ilerledikçe daha da içine kapanmış, hünkar veya sadrazam huzurunda çıt çıkarmadan yapmak zorunda olduğu işinin sessizliğini günün geri kalanında da devam ettirmeye başlamıştı. İki yıl evvel yitirdiği hanımından sonra fazla da konuşmaya ihtiyaç duymamıştı galiba. Malayani konuşan arkadaşlarından gitgide uzaklaşması da bundan olabilirdi. Sonuçta yolculuklarını içine doğru yapan, dünya dağdağasından ziyade iç zenginliğiyle ilgilenen, kendi dünyasında bir ihtiyar olup çıkmıştı.
“Huzuruna varınca ona ne hediye etmeli?” diye sordu kendine yeniden ve cevapladı: “Neye sahip isem onu!”
Sahip olduğu şey bir kalemden ibaretti. O hâlde, iki cihanın sultanına bir eser yazıp götürmek pek münasip düşerdi. Bin yedi yıldır pek çok kalem sahibi onun adına şiirler, risaleler, kitaplar meydana getirerek zaten bunu yapmamışlar mıydı? Hele şu Süleyman Çelebi yok muydu? O ne yanık bir aşk eseriydi öyle? Hz. Peygamber sevilince işte böyle sevilmeliydi. Ona hakiki ümmet olmak için insanın böyle bir aşk ile yazması, ancak ondan sonra bir kurtuluş vesilesi temin etmesi münasip düşerdi. Lakin Süleyman Çelebi yükseklerdeydi, ulaşılamazdı ki! Peki ya eseri? O bir sehl-i mümteni idi. Her yiğidin kârı olamazdı. Ama yazınca da böyle bir eser yazmalı, onun eriştiği itibarı örnek almalı değil miydi yani?!.. Neredeyse iki yüz yıldır bütün Türk yurtlarında herkes onu okuyor, ezberliyor, teganni ediyor, besteliyor, taklit ediyor, nazire yazıyordu lakin henüz onu geçebilen olmamıştı. Geçmek mümkün değildi. Galiba o bir şiir değil, bir aşk idi. Bütün yüreklerde birikip Çelebi’nin dilinden dökülen aşk… Kendi yüreğini yokladı. Geçen yıl hac vesilesiyle gittiği Ravza’da az ağlamamış, onun hasretiyle yüreği az dağlanmamıştı. Evet, Hz. Peygamber’i seviyor, hem de çok seviyordu. O hâlde neden olmasındı? Kalbinin sesini kendisi duydu:
“Yapabilirim!.. Onun adını taşıyorum madem…”
Ve Hakanî Mehmet Bey, iki rekat hacet namazı kıldı, Hz. Peygamber’e salat ve selamlar okudu, göz yaşlarına karışan dualar etti, birkaç gün evvel bir sahaf dostunun şiir yazması için hediye ettiği kırtas tomarını önüne çekti. Müezzin efendi Mihrümah Camii’nin kaftan giydirilmiş minaresinden temcit okumaya yeni başlamıştı. Mürekkebini hokkaya bandırdı:
Besmeleyle idelüm feth-i kelâm
Feth ola ta bu muammâ-yı benâm
Evet, Süleyman Çelebi’nin beyitlerini sanat sanat, üslup üslup, gaye gaye takip edercesine, onun tertibi üzerine, Feilâtün Feilâtün Feilün demişti. Bu dahi kendisi için bir “Kurtuluş Vesilesi” olsun istiyordu. Tıpkı onun gibi çok okunsun, bestelensin, dillere destan olsun, tekrar tekrar yazılsın… Kalbinden bir isim geçti:
“Hilye-i Saadet”
Evet, Çelebi’nin eserine Mevlid deniliyordu, kendi eserine de Hilye denilebilirdi. Gerçi daha evvel hiç kimse bu isimde ve bu konuda bir kitap yazmamıştı ama neden olmasındı; nazmedeceği beyitler Muhammed Mustafa’nın ruh ve beden vasıflarını anlatacaktı. Hem böyle bir kitap yazan kimseyi Allah Tealâ “emrâz u belâdan; mevt-i füc’eden hıfz eyler”[3], “lâ yuadd ve lâ yuhsâ”[4]3 nimete gark ederdi. Arap”ta ve Acem’de dahi siyer kitapları, şemail derlemeleri yapılmıştı ama kimse manzum bir hilye yazmamıştı. Kendi kendine gülümsedi. Sevindi. İyi düşünmüştü. Farklı bir hediye olacak, belki bereketlenip kutlu bir kitaba dönüşecekti. “Hilye-i Saadet”, evet, iyi bir isimdi. Böyle bir kitap yazarak kaleminin hakkını vermekle kalmaz, bir vakitler sancak beyliği yaptığı için kendisine “Bey” diye hitap edenlere beyliğini göstermiş, Divan-ı Hümayun’da çalıştığı için kullandığı “Hakanî” lakabının da yüzünü ağartmış olurdu. Evet, Mevlid kandiliydi ve başladı yazmaya.Tam altı ay, hiç ara vermeden, kafiyeler birbirine eklene eklene. Divanını bir kenara koydu, gazelleri ve kasideleri unuttu, musammat ve kıtalardan geçti yalnızca hilye beyitleri yazdı. Süleyman Çelebi’nin anlattığı üslup ile tam yedi yüz on iki beyit. Beşyüzünde yalnızca Hz. Peygamber’in özelliklerini dillendirdi. Soyut ve somut özelliklerini. Kaşı şöyleydi, gözü böyleydi; yahut gülümsediğinde şöyle, misafir karşıladığında böyle… Bütün beyitlerinde usta bir divan şairi olmanın imkanlarını kullanıyor ancak incelik ve sadeliği esas alıyordu. Yalnızca seçkin zümrenin değil, halkın da okuyup benimseyeceği bir manzume olsun istiyordu. Hem kim bilir belki de Süleyman Çelebi’nin eseri gibi gün gelir bestelenir, dini gün ve gecelerde hanendeler tarafından okunurdu. Açık ve pürüzsüz bir anlatım, lirik bir üslup ve sehl-i mümteni derecesinde bir söyleyiş; barekallah!..
Elbette kolay olmadı, bazen bir beyit yazabilmek için iki, üç gün araştırması gereken hususlar çıktı, bazen araştıracak kitapları bulamadı. Bereket versin Arapça ve Farsça’yı çok iyi derecede biliyordu, pek çok kaynağı tanıyor ve hangi bilginin nerede olduğunu hemen anlıyordu. İhyâu Ulûmi’d-dîn ile Hz. Ali’nin rivayetlerini esas aldı. Enes b. Malik, Ebû Hureyre, İbn Muaykîb, Ebû Hâle, İbn Ebî Hâle, Hakîm İbn Harâm, Câbir, Ümmü Ma’bed, İbn Abbas, Ebû Huceyf, Harîm, İbn Hâlid, Ebû Tufeyl gibi ashabın hadis rivayetlerini tek tek araştırdı. Yazdığı kitap sahih ve güzel olsun istiyordu. Gerçekten sahih ve güzel oldu.
Altı ay geçmiş, ortaya bir eser çıkmıştı. Müsveddeyi temize çekmek, belki iyi bir hattata yazdırmak, hatta bir müzehhibe göndermek gerekebilirdi. O gün yazı tomarlarını yanına aldı. Divan’dan sonra bir hattata uğrayacaktı. Fakat Bab-ı Hümayun’dan girdiği sırada Vezir Ayas Paşa’yla karşılaşacağı varmış, paşa hal hatır soruyor, bu günlerde neler yaptığını istifsar ediyordu. Gazellerden, kasidelerden yeni bir şeyler yazıp yazmadığını merak etmişti zahir. Hakani Mehmed Bey belki de hayatının hatasını o anda yaptı; bir Hilye yazdığını ağzından kaçırıverdi. Ayas Paşa bir sonraki divan toplantısında vermek üzere tomarı elinden aldı; okuyup getireceğini söyleyerek. Sonraki divan toplantısı cumartesindeydi.
Hakani Mehmed Bey’e üç gün, koca üç yıl gibi geldi. Cumartesi erkenden sarayın yolunu tuttu. Ama nafile, Ayas Paşa ortalıklarda görünmüyordu. İçi yanarak Kubbealtı’na girdi. Oh, çok şükür, işte orada, perdenin öte yakasındaydı. Üstelik tomarları da yanına istiflemişti.
Divan her zamanki olağan görüşmelerle tamamlandı. Mehmed Bey varıp kitabını almayı aklından geçiriyordu, birden divanda bir hareketlenme oldu. Meğer hünkâr kafes ardında divanı takip etmedeymiş, salona gelivermiş. Herkes derhal yerlerine geçti, teşrifat ve selamlama tamamlandı hünkar oturdu. Elbette teşrif-i hümayunun ağırlığı divan azaları kadar katip ve muhasebecileri de tedirgin etmişti. Mehmet Bey Hilye’den umudunu kesmek üzereyken bir ses işitti:
“Hele Mehmed Bey huzura!..”
Aman Allah’ım!. Kendisi hünkar huzuruna çağrılıyordu. Dizlerinin dermanı kesildi. Ne yapacağını şaşırdı. Ne gibi bir hata işlemiş olabilirdi? Ayakları geri geri varıp baş yerde etek öptü. Terliyor ve titriyordu. Herkes susuyordu. Sessizliği, Sultan Mehmed’in kubbede çınlayan sesi araladı:
Hak rasûl iken o sâlâr-ı vefâ
Âb u gildeydi dahi cism-i safâ
Gelmeden dahi ademden Âdem
Ana derlerdi Nebiyyü’l-akdem
Sultanın izniyle devamını veziriazam Cigalazade getirdi:
Ana ümmî lakab olmak mahzâ
Olduğundandurur ümmü’l-eşyâ
Ayas Paşa aldı:
Nice ümmî ki kütüphâne-i Hak
Oldu te’lîfi ile müstağrak
Güzelce Rüstem Paşa:
Haşre dek olsa salât ile selâm
Güzer ettikçe şühûr u a’vâm
Sonra vüzeradan, ulemadan, şeyhülislam darken ta kaptan-ı deryaya varasıya herkes birer ikişer beyit okudu:
Seni Hak âyine-i Zât etti
Zât-ı yektâsına mir’ât etti
Enbiyâ âciz iken midhatine
Evliyâ kâsır iken hizmetine
Şeb-i Mi’râc’daki vahdet için
Bî-cihet gördüğün ol tal’at için
Bakma noksânıma ihsân eyle
Afv u gufrânımı fermân eyle
Afv edip kalbimi ihyâ eyle
Bana lutf ile tecellâ eyle
Kâbil-i şerh değil noksânım
Kalma eksikliğime sultânım
Bizde yok midhatine nutka mecâl
Vasfın Allah bilir bi’l-ikmâl
Ve son beyti okuyup sözü yine hükümdar söyledi:
“Hâsılı ey şeh-i iklîm-i vefâ
Sana cânım da fedâ ben de fedâ
İmdi Mehmet Bey, gayrı dile benden ne dilersen?”
Mehmet Bey bayılmak üzereydi. Yazdığı manzumeyi Hz. Peygamber’e hediye sunacaktı. Hükümdara sunmuş gibi görünmek ecrini azaltabilirdi. Ama işte hünkar hazretleri soruyordu. Hiçbir şey istememeyi aklından geçirdi. Gel gelelim yaşadığı heyecan dalgası ayakları gibi dilini de dolandırıverdi:
“Özür dilerim!”
Divana bir gülle düşmüş gibi oldu. Padişah kalkıp gitti. Vezirler önce şaşırdılar ama daha sonra kraldan ziyade kralcı kesilip az evvel gıptayla baktıkları Mehmet Bey’in üzerine yürüdüler! Padişaha ne cür’etle böyle cevap vermişti? Bu ne aymazlıktı böyle? Vay Mehmet Bey! Vah Mehmet Bey!..
Neden sonra Cigalazade Sinan Paşa heyecan eseri bu gafın hünkarı fazla gücendirmeyeceğini, bilakis yarınki divanda Mehmed Bey’e ne ihsan olunduğunu soracağını düşündü. Mehmed Bey caizeyi hak etmişti. Divan azalarını birer birer teskin etti, lakin Mehmed Bey’i razı edemedi. Yalnızca tek cümle tekrarlıyordu, dehşetli bir cümle, aşıklara özge bir cümle:
“Yazdıklarımı ötede Efendimiz’e götüreceğim, bunda bir şey dilemeyi ucuza satılmak addederim.”
Caize bir gelenek idi. Alması gerekirdi. Vezirler devlet geleneğini bozmaması için ısrar ettiler, o da istemeye istemeye razı oldu. Ama maddi bir şey asla kabul etmeyecekti, kararı böyleydi. Sonunda buldu; dizleri ağrıyor, sıcakta soğukta çamurlu yollarda çok yoruluyordu, Edirnekapısı’ndaki eviyle Topkapısı’ndaki saray-ı hümayun arasında bir hayvana binerek gidip gelse ne iyi olurdu.
Bu talep karşısında herkes şairin gönlünü yaptıkları için sevindi, hatta ona bir at bağışlamaya bile karar verdiler. Lakin bu sefer de bostancı ağa işi bozdu:
“At ölsün, töre bozulmasın!.. Mehmed Bey rütbesinde birisinin şehir içinde at ile dolaşmasına müsaade edemem!”
Bostancı ağa haklıydı. Şehirde kimlerin at ile, kimlerin araba ile, kimlerin merkep yederek gidecekleri teşrifat kaideleriyle belirlenmişti. Ata binmek ancak vezirlerin harcıydı. Bu sefer Cigalazade yine devreye girdi:
“Mehmed Bey’in mazereti evine gidip gelme zorluğudur madem, bizim yeni yaptırmakta olduğumuz mahalleden kendisine bir ev bağışlayalım!”
Hakani Mehmed Bey inat etmedi, etse de mağlup düşeceğini bilmiyordu. Cağaloğlu adı verilen yerdeki bu evi zoraki kabul etti. Lakin içine sinmemişti. Hünkar ile vezirlerin gönlü olsun diye bir gece orada konakladı ve sonra evi vakfedip Edirnekapısı’na döndü.
Aradan altı yıl geçti. Dizlerinin dermanı gittikçe kesildi ve Hakanî Mehmed Bey hastalanıp yatağa düştü. Ne baht ki Hilyesi dillere destan olmuş, altı yıldır İstanbul’un evlerini ve sokaklarını dolduruyordu. Hatta geçen sene bir de Miftâhu’l-Fütuhât adlı kırk hadis derlemesi tertip etmişti. Belli ki ahret yolculuğuna hazırlanıyordu.
Hakanî Mehmed Bey üç gün yatak demiş dördüncü güne gelmişti. Artık sekerat-ı mevt haliydi. İstanbul’da onun gerek divanından gazeller, gerekse “Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i gibi âmmenin kabul ve takdîrine mazhar olmuş âsâr-ı mübarekeden”[5] sayılan Hilye-i Saadet’inden bölümler ezberleyen veya okuyan dostları akın akın ziyaretine gelmeye devam ediyorlardı. Hakani Mehmed Bey’in içindeki aşk özlemi de son haddine varmıştı. Gidecek ve hediyesini götürecekti. “Hîn-i vefâtında yanında bulunan ashâbına hitâb edüp ‘Yârân-ı safâ! Cennet bahçeleri ne güzel köşeler imiş!’ deyüp teslîm-i rûh eyledi”[6]
Hezârân gıpta Mehmet Bey; belli ki hediyen kabul görmüş!..
Hamiş:
Mehmed Bey vefat edince Edirnekapısı Mihrimah Sultan Camii haziresine defnolundu. Başucuna bir ağaç dikildi. Ağaçla birlikte Hakanî Bey’in şöhreti de büyüdü ve zamanla bu ağacın köküne saplanıp kalan mezar taşında kandiller yakılmaya başlandı. Hüseyin Ayvansarayî zamanında mezar taşında bir yazı yok iken[7] Muallim Nâci mezarının başında 300 yıllık bir ağaç bulunduğunu, mezarın baş tarafındaki yuvarlak taşın üzerinde cuma ve pazartesi geceleri yakılan bir kandil asıldığını, yeşile boyanmış cephesinde de “Hüvelbâki Hille-i Hâkānî hasretler ruhiyçün el-Fâtiha” şeklinde bozuk bir ibare tespit etti.[8]
Ağaç büyümeye devam ettikçe yapraklara da Hilye kitabı yazılmaya devam etti, sayısız el yazması nüsha meydana geldi. Matbaa çağlarında da eski harflerle birkaç kez basıldı.
[1] Miladi 1598-99
[2] Tezkire yazarlarından Riyazî (Riyâzu’ş-Şuarâ, v. 61b) Fâizî (Zübdetü’l-Eş’âr, v. 34a) ve Rıza (Tezkire-i Rıza, v. 16a) onun “Ayaspaşazade” diye tanındığını söylerken Muallim Naci (Osmanlı Şairleri s. 51), Mehmet Süreyya (Sicill-i Osmanî, c. II, s. 377) ve Ayvansaraylı Hüseyin Efendiler (Hadîkatü’l-Cevâmî, c. I., s. 24) onu “Güzelce Rüstem Paşa’nın kerimezadesi” olarak tanıtırlar.
[3] Hilyetü’l-Envâr, İ.Ü.Ktp. T.Y. nr. 2622, v. 8a
[4] Risâle-i Sadrüddin-i Konavî, İst. Selim Ağa Ktp. Şerh-i Hilye, nr. 234, v. 4b.
[5] Osmanlı Şairleri, s. 53
[6] Riyâzu’ş-Şuarâ, Nuruosmâniye Ktp. nr. 3724, v. 61b.
[7] Hadîkatü’l-Cevâmi, s.24
[8] Osmanlı Şairleri, s. 62
İlişkili Maddeler
Sn. | Madde Adı | D.Tarihi / Ö.Tarihi | Benzerlik | İncele |
---|---|---|---|---|
1 | ŞÂMÎ/DERVİŞ, Taluy-zâde Derviş Şâmî Efendi | d. ? - ö. 1606-07 | Ölüm Yılı | Görüntüle |
2 | RUHÎ-ZÂDE, Abdullah Efendi | d. ? - ö. 1606 | Ölüm Yılı | Görüntüle |
3 | RÛHÎ, Bağdatlı | d. 1534-1535 - ö. 1605-1606 | Ölüm Yılı | Görüntüle |
4 | UBEYDÎ/ABDÎ, Müeyyed-zâde Abdî Çelebi | d. ? - ö. 1554 | Alan/Yüzyıl/Saha | Görüntüle |
5 | ALÂADDÎN ALÎ ÇELEBİ | d. ? - ö. 1543-44 | Alan/Yüzyıl/Saha | Görüntüle |
6 | YUSUF, Mehmed bin Sinânüddîn Yûsuf Efendi | d. ? - ö. 1581 | Alan/Yüzyıl/Saha | Görüntüle |
7 | PÎRÎ, Ramazan-zâde Pîrî Paşa | d. ? - ö. 1562 | Madde Adı | Görüntüle |
8 | SÂDIK, Şeyh-zâde Mehmed Sâdık Efendi | d. ? - ö. Ocak 1658 | Madde Adı | Görüntüle |
9 | SAʻÎ, Emîn-zâde Abdulkerîm Çelebi | d. ? - ö. ? | Madde Adı | Görüntüle |