NÂ'İLÎ-İ KADÎM, Mustafa

(d. ?/? - ö. 1077/1666)
divan şairi
(Divan/Yazılı Edebiyat / 17. Yüzyıl / Anadolu-Osmanlı-Türkiye)
ISBN: 978-9944-237-86-4

Nâilî’nin biyografisi, tezkirelerin verdiği az sayıda bilgi dışında, kendi Dîvân'ından elde edilen bazı verilere dayanır. Halûk İpekten, şairin hayatı hakkındaki bilgi yetersizliğini bazı makul gerekçelerle açıklar. Nailî, yüksek rütbeli bir devlet memuru değildir ve devlet büyükleri ile de bir yakınlığı bulunmamaktadır. Bu nedenle onun adını, devrin önemli olayları içinde görmek mümkün değildir. O, şiirden başka bir alanda söz sahibi olmamıştır, bu nedenle hayatı hakkında şair tezkireleri dışında muteber, ikinci bir kaynak yoktur (İpekten 1999: 11). Şeyh ya da paşa olmadığı halde şiiriyle ön plâna çıkan Nâilî’nin, edebî kişiliği bu açıdan önem arz etmektedir. Çünkü o, yalnızca sanatı ile kalıcılığı yakalamış, başarılı bir şairdir.

Beliğ, Nuhbetü’l-Âsâr’ında Nâilî’nin künyesini İstanbulî Pîrî-zâde Mustafa Çelebi olarak verir ve onun 1077/1666 tarihinde ölümüne Şeyh Nazmî’nin düşürdüğü tarihi aktarır (Abdulkadiroğlu 1999: 396). Vefeyât-ı Ayvansarâyî’de de şairin babasının adı Pîrî Halife olarak aktarılır. Aynı eserde şairin, babası ile meslektaş olduğu ve babası sayesinde maden kâtipliği görevine getirildiği söylenmektedir (Ekinci 2012: 116). Nazmî’nin, Nâilî’nin vefatına düşürdüğü tarihte şairin maden mukataası görevinde halifebaşılığa yükseldiği ve muhasebe işleriyle uğraştığı ima edilir (Çapan 2005: 582).

Rıza, Tezkire’sinde Nâilî’nin edebî kişiliği üzerinde durur ve onu manalar söylemeye muktedir ve irfan sahibi bir şair olduğunu bildirir (Zavotçu 2009: 142). Esad Mehmet Efendi şairi, Sâbit ve Nazîm’in üstadı olarak tanıtır ve divan sahibi olduğunu bildirir (Oğraş 1995: 221). Ayvansarâyî de şairin Sâbit ve Nazîm’in üstadı olduğu bilgisini aktarmaktadır (Ekinci 2012: 116).

Safâyî’nin bildirdiğine göre, ömrünün son yıllarında şair, kendisine haset güdenlerin fesadı ile Fazıl Ahmet Paşa’nın gözünden düşürülür (Çapan 2005: 581). Şairin kasidelerinden hareketle sürgün yıllarını Edirne’de fakirlik içinde geçirdiği anlaşılmaktadır. Nâilî buradayken Padişah IV. Mehmet’e, Veziriazam Fazıl Ahmet Paşa’ya, hatta Fazıl Ahmet Paşa’nın kethüdasına kasideler yazmış; bunların her birinde içinde bulunduğu sıkıntılı durumu ortaya koymuştur. Fazıl Ahmet Paşa’nın 1665 yılında Avusturya Seferi’nden dönüşü üzerine söylediği “hoş geldin” redifli şiirin İstanbul’da yazılmış olabileceğine hükmeden Haluk İpekten, şairin muradına erdiği hatta Paşa’nın iltifatına ve lütuflarına mazhar olduğunu belirtir (İpekten 1999: 15-17). Şairin sürgün yıllarında söylediği anlaşılan şiirlerdeki ifadeleri, onun hakkında bazı bilgilere ulaşılmasını sağlamaktadır. Sözgelimi o, Edirne’de yazdığı anlaşılan “Miraciyye”sinde elli beş yaşında bulunduğunu söylemektedir. Araştırmacılar, şiirin yazıldığı tarihi esas alarak onun doğum tarihi hakkında bazı tespitlerde bulunmuşlardır. İbrahim Kutluk, şairin; kendisini koruyan Şeyhülislâm Bahayî Efendi’nin azlini müteakip Edirne’ye sürülmüş olabileceği ihtimaline yer verir. Bu dönemde sadrazamlık makamında Melek Ahmet Paşa bunmaktadır. Kutluk’un bu tespitleri, şairin 1062/1651 yılı dolaylarında Edirne’ye sürüldüğünü ve bu esnada elli beş yaşında bulunduğu söyleyerek onun doğum tarihi ile ilgili 1010-1011 / 1601-1602 tarihlerine ulaşır. Haluk İpekten, “Miraciyye”deki ifadeden hareketle ve şairin 1071-1076/1661-1665 yılları arasında sürgün edildiği tahminine istinaden 1017-1020 / 1608-1611 seneleri arasındaki dönemi, şairin doğmuş olabileceği zaman olarak gösterir (Kutluk 1962: 17-18).

İpekten, şairin İstanbul’a döndükten bir sene sonra vefat ettiğini söyler (İpekten 1999: 12), bu şairin ölümüne düşürülen tarihlerden anlaşılmaktadır. Safâyî’nin aktardığı tarihler şöyledir "Dediler halk-ı cihân feytine anun târîh/Nâʼil-i cennet ola Nâʼilî-i nâ-dîde-fenn"; "Dedim duʻâ ile târîh-i fevtini Nazmî/Bihişti Nâʼilî’ye eyleye mekân Mevlâ"; " Nâʼil-i Firdevs bâdâ Nâʼilî el-Fâtihâ/Cennette nail olsun. El-Fatiha"(Çapan 2005: 582).Bu tarihlerden anlaşıldığı kadarıyla Nâilî 1077 / 1666 tarihinde vefat etmiştir. XVII. yüzyılda şairini adını hürmetle yâd eden Fevzî, çağdaşı şairler içinde Nâilî’nin müstesna yerin yazdığı beyitlerle işaret eder (Şenödeyici 2006: 296-297).

Şairin fiziksel olarak dirençsiz ve hastalığa meyyal yapısı, Mehmed Şeyhî Efendi’nin Vekâyiu’l-Fuzalâ adlı eserinde dile getirilir. Ona göre şair, zayıf vücutlu ve tatlı sözlü bir kimsedir. Kimi şiirlerinde beden zaaflarından ve hastalıktan bahsettiği beyitler, onun bu dirençsiz mizacını ortaya koymaktadır. (İpekten 1999: 19). Şairin bu yönüyle ilgili önemli bir veri de mahlası ile kullandığı sıfatta kendisini gösterir. Nitekim Nâilî’nin, kendisinden bahsederken kullandığı sıfat “zâr”dır. Bu sözcük, hem üzüntüyle ağlayıp inlemeye hem de bedensel zayıflığa ve bitkinliğe delâlet eder. Nâilî Divanı’da şairin mahlası 28 defa “Nâilî-i zâr” olarak anılmıştır.

Şair, hastalıklı bünyesini ve zayıf bedenini farklı vesilelerle şiirinde konu edinir. Onun şiirinde “bîmâr, ham-şude, hüzâl, nizâr, za‘f, zerd” gibi sözcüklerin yer aldığı beyitlerde şair, umarsız bir hasta ağzından konuşur: "Zaʻfım ol mertebedür kim kalem aldukça ele/Cism-i bârîkimi zanneylerim ol hâmede nâl”(İpekten 1990: 60).

Güftî, yazdığı manzum tezkire Teşrfîfâtü’ş-Şuarâ’da Şehrî’den bahsederken devrinde pek çok şair bulunduğunu ancak bunlardan birkaçının güzel şiir yazmaya muktedir olduğunu belirtmiştir. Şehrî ile birlikte Tarzî, Nâilî ve Nedîm isimlerini yâd eden müellif, bu kimselerin şiirini takdir ettiğini gösterir (Yılmaz 2001: 156).

Nâilî’den övgü dolu sözlerle bahseden Güftî, bir beytinde onu “Mülk-i Rûm’uñ edîb-i mümtâzı / Âlemiñ şâʻir-i sühan-sâzı” olarak nitelemiş, diğer bir beytinde ise şairin Nef’î’nin nükteleriyle kendini yetiştirdiğini söylemiştir (Yılmaz 2001: 228).

Şiirde belirli bir paye elde eden Nâilî, üslubunu yaşatması için bazı şairlere himmet etmiştir. Nazmî ve Fevzî onun ölümüne düşürdükleri tarihlerle şaire duydukları ilgiyi ifade etmişlerdir. Bunun dışında Teşrîfâtü’ş-Şuarâ, Meylî ve Nihâlî adlı şairleri Nâilî’nin öğrencisi olarak gösterir (Yılmaz 2001: 236). Adı geçen şairlerin Nâilî tarafından yetiştirildiğini gösteren somut deliller mevcuttur. Meylî’nin Nâilî’ye nazireler yazdığı, hatta Nâilî’nin bazı şiirlerinin öğrencisi Meylî’ye ait zannedildiği, çeşitli yazma eserlerin haber verdiği bir durumdur. Nihâlî’nin, mahlasını Nâilî’den aldığını gösteren bir mahlasnamenin varlığı, bu şairin doğrudan Nâilî’nin yanında yetiştiğini kanıtlamaktadır. XIX. yüzyılda da Nâilî’nin şiirini, kendi sanat anlayışının temeline oturtan bir başka şair, onunla aynı mahlası kullanarak, selefine “Kadîm” sıfatının eklenmesine neden olmuştur. Hoca Nâilî olarak anılan bu şahsın kimi beyitleriyle devrindeki edebiyatçılardan takdir toplayabildiğini Muallim Naci bildirir (Muallim Naci 2000: 242-243).

Nâilî’nin, Sebk-i Hindî merkezli düşünülen üslûbu, kendine mahsustur. Onu taklide çalışanlar, çoğunlukla şairi aşmayı beceremedikleri için, kendi açtığı vadinin en başarılı şairi olarak edebiyat tarihindeki yerini almıştır.

XVII. yüzyılın üslûp hareketliliği için Nâilî, sebk-i Hindî’ye daha yakın görülür. İran menşeli bu akım, Türk şiirinde Fars dili unsurlarının yoğunluğunun artmasına sebep olsa da, şiirde anlam ve anlatım açısından yeni bir arayış doğurur. Ali Fuat Bilkan ve Şadi Aydın, Nâilî şiirinde sebk-i Hindî hususiyetlerinin hemen hepsine rastlandığını bildirir. Onlara göre “Nâilî’nin soyut unsurlara dayalı birçok hayal ve bunun sonucunda oluşturulan mazmunu, sebk-i Hindî’de sık sık rastlandığı gibi, anlaşılmaz ve girift nitelik taşımaktadır. Şairin, hiç söylenmemiş, bakir mana arayışı, çoğu kez anlamsız ifadelerin ve muğlâk hayallerin doğmasına sebep olmuştur (Bilkan ve Aydın 2007: 148).”

Nâilî’nin şiiri söz konusu edildiğinde, onun yeni ve orijinal anlamlar içerdiği, kendine has bir vadide kaleme alınmış üslûp sahibi eserler olduğu düşüncesinde kaynakların hemfikir oldukları görülmektedir. Safâyî Efendi, Tezkire’sinde Nâilî’nin şiirlerinin, yazıldıkları dönemde nasıl algılandığı hakkında önemli ipuçları verir. Ona göre, Nâilî’nin kalem külüngü ile açtığı söz vadisi, kendisine mahsustur ve hiçbir Ferhat onun söz söyleme kudretinin külüngüne daha önce el atmamıştır (Çapan 2005: 581). Safâyî’nin bu tespiti, Nâilî’nin, döneminde şiire yeni bir şeyler kattığını göstermektedir. Fakat şairimiz, kendisine has bir üslûba sahip olmasına rağmen, yeterince yetenekli muakkipler yetiştiremediği ya da taklitçileri yetersiz kaldığı için, tesir alanını genişletememiştir. Bu hususu Muallim Naci de teyit eder ve şöyle der: “Gazellerindeki taze taze tabirler, ince ince tasavvurlar, hususiyle yeni yeni zeminler gönül ehlini çeker. İnsan o zeminleri görünce nazire söylemek hevesine düşer, fakat koca üstada yetişmek müşküldür. Şimdiye kadar kendisini takip eden şairlerden hiçbiri eserlerinin tamamı itibarıyla onunla rekabet edecek dereceye varamamıştır (Muallim Naci 2000: 241).” Öyle ki ona yaklaşmaya çalışan şairlerden Nihâlî, Güftî Tezkiresi’nde, sirkat töhmeti altında kalmaktan kurtulamamıştır: "Fenn-i nazmun galat-sitâresidür/Nâʼilînün zekât-hâresidür", "Rû-nümâ anda himmet-i sirka/Levh-i dâmânı töhmet-i sirka"(Yılmaz 2001: 237).

Nâilî, öncüsü ve temsilcisi olduğu şiir üslûbunun en mükemmel örneklerini verdiği için olsa gerek, ondan sonra benzeri bir tarzı deneyenler, Nâilî’nin taklitçisi olmaktan öte gidememişlerdir. Gibb de Osmanlı Şiir Tarihi’nde böyle güçlü bir şairin, etki alanının sınırlı kalmasını yadırgar ve şöyle der: “Nâilî’nin bütün hizmeti o sıralarda durgun olan İran-Türk kültürüne yeni bir hayat vermek olmuştur. Osmanlı şiirine yeni bir canlılık getirmemiş ve eserinin de memleketinin şiiri üzerinde herhangi bir etkisi olmamıştır. Oysa böyle güçlü bir şairin halefleri üzerinde etkisi olması beklenirdi (Çavuşoğlu 1999: 218).”

Güftî Tezkiresi’nde onun şairlik yeteneğine olduğu kadar, şiir bahsindeki iddialarına da yer verilmiştir. Şairin bilhassa söz ve şiirle ilgili iddialarında Nef’î pervasızlığı bulan Güftî, “Bu kadar mu‘cizât-ı vahyi yine / Çok mu peygamber-i tahayyüline” şeklinde bir iğnelemeye yer verir. Güftî, Nâilî’nin kendi şiirindeki övünmelerine benzer sözleri onun için sarf eder(Yılmaz 2001: 228).

Nâilî, Rızâ Tezkiresi’nde ise, irfan sahibi, beliğ ve yeni sözler sarf eden, ihtira sahibi bir şair olarak nitelenmiştir: “Zümre-i tâze-gûyân-ı bülegâ-yı ehl-i irfândandur. Muhteri‘ ve vâsıl-ı netîce-i asl-ı fer‘dür” (Erdağı 2002: 95-96). İhtira sahibi olmak, daha önce görülmemiş bir şey vücuda getirmekle mümkün olur. Şiir sanatında, daha önce kimse tarafından kullanılmamış tabirlerin ve anlamların kullanılması karşılığında kullanılır. Rızâ, “ehl-i ‘irfân” ve “vâsıl-ı netîce-i ‘asl u fer‘” ifadeleriyle ise, Nâilî’nin tasavvuf temayülünü kastetmektedir(Erdağı 2002: 95-96).

Osmanlı dönemi kaynakları, Nâilî’nin kendisine has bir şiir üslûbuna sahip olduğunu vurgulamışlardır. Modern kaynaklarsa, onun şiirini, “Sebk-i Hindî” ile değerlendirmişlerdir. Mesela Abdülbaki Gölpınarlı, Nâilî’nin şiirlerinde İranlı şairlerin büyük tesiri olduğunu ifade ettikten sonra, onun “Sebk-i Hindî” şairlerini okuduğunu ve İran edebiyatını iyice incelediğini ilâve eder (Gölpınarlı 1953: 14). Nâilî’nin hayatı ve edebî kişiliği üzerinde yaptığı incelemede İbrahim Kutluk, şairin yeni ve orijinal hayaller bulma yeteneği üzerinde durur: “Nâilî, XVII. yüzyıl şairlerimizin ustalarındandır. Yeni yeni konular, düşünüler, söylenmemiş ve işlenmemiş mazmunlar, hatıra gelmeyen zarif ve ince hayaller bulur, onları anlatabilecek kelimelerin en ahenklilerini, en güzellerini seçer, okuyanlarını nüktelerle, duygularla büyüler. Sözlerinde seçkinlik, münakkahiyet ve kendisinin haklı olarak övündüğü i‘câz vardır” (Kutluk 1963: 305). Halûk İpekten ise, Sebk-i Hindî’nin genel özelliklerini verdikten sonra, bu üslûbun Nâilî şiirindeki görünümünü muhteva ve dil özellikleri olmak üzere iki başlıkta değerlendirir. Onun tespitlerine göre, Nâilî şiirinin muhteva ve anlam özellikleri şunlardır:

 Nâilî, şiirinde anlama sözden daha çok önem verir. Bu Sebk-i Hindî’nin bir gereğidir.Sebk-i Hindî’nin ikinci özelliği olan aklın yerine muhayyilenin geçmesi, gerçek yerine hayallerin kullanılması, Nâilî’nin şiirinde görülen belli başlı özelliklerdendir. Istırap, Hint üslûbu şairlerinin belirgin bir özelliği olduğu gibi, Nâilî’nin de yoğun olarak işlediği bir temadır. Mübalağa, Nâilî’nin şiirinde aşırı derecede ve sık olarak yer alır. Hint üslûbunun bir özelliği olarak tezat sanatı, Nâilî’nin şiirinde de sıklıkla görülür. Şiirin konusunun değişmesi, anlamın söze, hayalin gerçeğe hâkim kılınması, insanın iç dünyasına el atılması; yeni mazmunlar bulunmasını gerektirmiştir. Bu nedenle Sebk-i Hindî şiirlerinde eski mazmunlar aynen kullanılmış; bununla birlikte, yeni mazmunlar da aranıp bulunmuştur. Nâilî şiirinde de eski ve yeni mazmunlara rastlanabilir. Hint üslûbu şairlerince sıkça işlenen tasavvuf bahsi, Nâilî’nin gazellerinin hemen hepsinde ve müseddeslerinde konu edilmiştir (İpekten 1999: 67-88).

Halûk İpekten, Nâilî’nin şiirlerindeki dil özelliklerini şöyle izah eder:

Nâilî’nin dilinin ilk özelliği ince, nazik ve zarif olmasıdır. Onun dili süslü ve ağırdır. Nâilî, yabancı kelimeleri çok kullanır. Yabancı kelimelerle yapılan tamlamaların çokluğu ve uzunluğu, Nâilî şiirinde dikkati çeker. Soyut kavram ifade eden kelimelerin, somut kavram ifade eden kelimelerle birleştirilerek tamlamalar yapılması ve bu tamlamaların sık kullanılması; Nâilî şiirinin en önemli özelliklerinden biridir. Nâilî’nin soyut kavramlı kelimelere çok yer vermesi ve bunları uzun tamlamalar, vasf-ı terkibîlerle birleştirmesi beyitte sözün kısalmasını sağlamıştır. Nâilî’nin ağır ve sanatlı dilinin yanında, yalnız şarkılarında görülen sade bir dili de vardır (İpekten 1999: 88-95).

Cafer Mum, Türk şiirinde Sebk-i Hindî’nin, birbirinden farklı iki yönde ilerlediğini belirttikten sonra, Nâilî şiirinin, “hayal unsurlarına her şeyden daha fazla ağırlık veren, karmaşık ve girift hayaller geliştiren, tasavvufun da etkisiyle zihinden uzak birtakım teşbih, istiare ve mazmunlarla anlamda kapalılığa yol açan Şevket-i Buhârî, ve Bîdil-i Dihlevî gibi bazı Fars şairlerinin tarzlarıyla benzerlik göster[diğini].” ifade eder (Mum 2007: 381). İsrafil Babacan, Nâilî şiirinin, Sebk-i Hindî’nin genel özelliklerini yansıttığını, ancak dil ve lâfız özelliklerinin onda, manâ ve muhteva özelliklerine göre daha geri plânda kaldığını belirtir: “Nâilî, iç dünyasına yönelen bir şairdir. Anlam derinliği, geniş hayaller, mübalağalı söyleyişler, yabancı kelime ve terkiplere çok yer verme, ben dili ve tezadın, onun şiirinin en belirgin nitelikleri olduğu söylenmiştir. Bizim yaptığımız incelemeye göre dil ve lâfız özelliklerinde vasat olan Nâilî, bu özelliklerden manâyı etkileyen somutlaştırma ve alışılmamış bağdaştırmalar, yeni-orijinal kelime ve terkipler, şiir dilinde sapmalar, eşadlı ve çok anlamlı öğeler ve tensîkü’s-sıfat gibi konularda, nispeten daha iyidir. Manâ ve muhtevaya ait hemen hemen bütün özellikleri başarıyla kullanan şair, teşbih ve istiare mekanizmasındaki farklılıklar, ince hayaller ve yeni mazmunlar, hayal atlaması, tezat ve paradoks, mübalağa ve aşırı hayalcilik, ben dili, günlük tecrübeler, tabiat ve halk hikmetlerinden faydalanma ve önemli kavramlar ile imajlar konularında, özellikle başarılıdır (Babacan 2010: 359).

Bir şairin hakkında yapılan değerlendirmeler, onun edebiyat tarihindeki yeri açısından önem arz eder. Bunun yanı sıra, şairin kendisini nasıl gördüğünü ve neyi amaçladığını tespit etmek de, onun edebî kişiliği hakkında önemli ipuçları verebilir. Klâsik şiir geleneğinde, şairlerin şiir bahsinde büyük iddialar güttükleri, kendi şiirlerini sihir ve mucize olarak niteledikleri bilinmektedir. Ancak, bu ifadelerin arasından, mübalağalı fahriyeler çıkarıldığında, şairin estetik algısının da önemli bir kısmı gün yüzüne çıkarılabilir. Bu bakış açısıyla Nâilî Divanı’na yaklaşıldığında, şairin kendi şiiriyle ilgili önemli ipuçları verdiği söylenebilir. Sözgelimi o, dönemindeki kaynakların kendisi hakkında söylediklerini teyit eder mahiyette ifadelere yer verir; yeni ve kendisine mahsus bir şiir tarzına sahip olduğunu şöyle dile getirir: "Sözün ey Nâʼilî olmazsa da şâyeste-i tahsîn/Yine bir tarz-ı hâs-ı şûhdur bir özge vâdîdür" (İpekten 1990: 196).

Bir başka beytinde Nâilî, kendisini taklit edecek kimselerin, sözle sihir sergileyen başarılı bir şair olması gerektiğini iddia eder. Bunu söylerken yeni bir şiir tarzını temsil ettiğini vurgular: Bu tarz-ı hâs-ı dil-keşe taklîd ederse Nâʼilî/Tabʻun gibi bir sâhir-i maʻnî-tırâz eyler yine (İpekten 1990: 309).

Şair, şiirlerinde kullandığı dili nasıl işlediği hakkında bazı ipuçları verir. O’na göre, söylene söylene kalıplaşmış mazmun ve istiareleri tekrar etmektense; yeni bir sözcük türetmek daha makbuldür. Bu ifadeleri, onun şiirinde rastlanan, fakat sözlüklerde bulması oldukça güç lâfızların ve terkiplerin, hangi düşünce ile vücuda getirildiklerini haber vermektedir: Maʻânî hüsn-i taʻbîrümde hayrândur ki endîşem /Eder bin puhte maʻnâyı fedâ bir lafz-ı hâm üzre (İpekten 1990: 97). 

Nâilî’nin, şiir hususundaki en dikkat çekici tespiti, şiir dili üzerine düşüncelerini ifade eden aşağıdaki beytinde bulunmaktadır. Şair, bahsi geçen bu beyitte, şiirde anlam yönünden bir gariplik, bir olağan dışılık bulunduğu için; kullanılan sözcüklerin insan zihninde yadırganmadığını ifade etmiştir. Bu tutum, Nâilî’nin şiir dili ile konuşma dilinin birbirinden farklı iki alan teşkil ettiğinin bilincinde olduğunu göstermektedir. Şiir dilindeki ifadeler, hayalleri ve gerçek dışı birtakım olayları da anlattığı için garip olmakla birlikte, insana yabancı gelmez: Garâbet olmasa maʻnâda Nâʼilî nazmun/Garîbdür bu ki elfâzı âşinâ düşmez(İpekten 1990: 220).

Kaynakça

Abdulkadiroğlu, Abdülkerim (hzl.)(1999). İsmail Beliğ - Nuhbetü’l-Âsâr li-Zeyli Zübdeti’l-Eşʻâr. Ankara: AKM Yay.

Babacan, İsrafil (2010). Klâsik Şiirin Sonbaharı Sebk-i Hindî. Ankara: Akçağ Yay.

Bilkan,Ali Fuat ve Şadi Aydın(2007). Sebk-i Hindi ve Türk Edebiyatında Hint Tarzı. İstanbul: 3F Yay.

Ekinci, Ramazan (hzl.)(2013). Hâfız Hüseyin Ayvansarayî, Vefeyât-ı Ayvansarayî. İstanbul: Buhara Yay. 

Gibb, E. J. Wilkinson (1999). Osmanlı Şiir Tarihi. C.3-4. (çev. Ali Çavuşoğlu). Ankara: Akçağ Yay.

Gölpınarlı, Abdülbaki (1953). Nâilî-i Kadîm: Hayatı-Sanatı-Şiirleri. İstanbul: Varlık Yay.

İpekten, Halûk (1999). Nâilî Hayatı, Edebî Kişiliği ve Bazı Şiirlerinin Açıklamaları. Ankara: Akçağ Yay.

İpekten, Halûk (hzl.)(1990) Nâilî Divanı. Ankara: Akçağ Yay.

Kutluk, İbrahim (1962). Nâilî-i Kadîm Hayatı ve Eserleri. İstanbul: Osman Yalçın Matbaası.

Oğraş, Rıza (1995). Esad Mehmed Efendi’nin Hayatı Edebî Kişiliği ve Şâhidü’l-Müverrihîn Adlı Eserinin Metni. Ankara: www.kulturturizm.gov.tr. [erişim tarihi: 12.02.2015]

Mum, Cafer (2007). “Sebk-i Hindî”. Türk Edebiyatı Tarihi. C. 2. Ankara: KTB Yay.

Erdağı, M. Sadık (hzl.) (2002). Seyyid Rıza Rıza Tekiresi. Ankara: Türk Dili ve Edebiyatı Kitapları.

Şenödeyici, Özer(2006). Fevzî Divanı İnceleme-metin-indeks. Yüksek Lisans Tezi. Ankara: Gazi Üniversitesi.

Yılmaz, Kâşif (hzl.)(2001). Güftî ve Teşrîfâtü’ş-Şu’arâsı. Ankara: AKM Yay.

Zavotçu, Gencay (hzl.)(2009). Zehr-i Mâr-zâde Seyyid Mehmed Rızâ Hayatı Edebî Kişiliği Eserleri ve Tezkiresi. Ankara: www.kulturturizm.gov.tr. [erişim tarihi: 12.02.2015]

Madde Yazım Bilgileri

Yazar: DR. ÖĞR. ÜYESİ ÖZER ŞENÖDEYİCİ
Yayın Tarihi: 16.02.2015
Güncelleme Tarihi: 26.11.2020

Eserlerinden Örnekler

Gazel

Hevâ-yı 'aşka uyup kûy-ı yâra dek gideriz

Nesîm-i subha refikiz bahâra dek gideriz

Palâspâre-i rindî be-dûş u kâse be-kef

Zekât-ı mey verilir bir diyâra dek gideriz

Tarîk-i fâkada hem-kefş olup Senâ’îye

Cenâb-ı Külhanî-i Lâyhâra-dek gideriz

Ederse kand-ı lebin hâtır-ı mezâka hutûr

Diyâr-ı Mısra değil Kandehâra dek gideriz

Felek girerse kef-i Nâ’ilîye dâmânın

Seninle mahkeme-i Girdgâra dek gideriz

(İpekten, Halûk (hzl.)(1990) Nâilî Divanı. Ankara: Akçağ Yay.227.)

Gazel

Şarâb-ı nâb getirdikçe nîm-hâb sana

Tutar elinde kadeh mâh u âfitâb sana

Hezâr-pâre dile leblerinden et sâkî

Eğer düşerse nemek-rîzî-i kebâb sana

Muhâldir eser ol çeşm-i ser-girâna hemân

Hamîr-i mâye-i nâz olmasın şarâb sana

Bir olsa zehre-i Mirrîh ile dil-i Behrâm

Yine getirmeyeler bir nigâhda tâb sana

Nigâh-ı mestin ile bildi âşinâ idiğin

Bakınca Nâ'ilî-i hânümân-hârab sana

(İpekten, Halûk (hzl.)(1990) Nâilî Divanı. Ankara: Akçağ Yay.159-160.)

Gazel

Her dîdede bir sûret ile cilve-nümâsın

Bin renge girer bûkalemûn-nakş-ı cefâsın

Ayyâr nigâhın gibi âheste-rev olsan

Câsûs-ı serâ-perde-nişînân-ı kazâsın

Gamzen gibi hem nükte-i râz-ı dile mahrem

Nezzâre-i âşık gibi hem râz-güşâsın

Tâb-ı ruhun oldukça füzûn şu’le-i meyden

Bir lem’ası dünyâyı yakar berk-ı belâsın

Yok hüsn ile bir yerde kararın yine dâ’im

Ârâm-ı dil-i Nâ’ilî-i bî-ser ü pâsın

(İpekten, Halûk (hzl.)(1990) Nâilî Divanı. Ankara: Akçağ Yay. 276.)

Gazel

Oldu eşkim gülşen ârâ-yı heves cûlar gibi

Akdı gönlüm bir nihâl-i işveye sular gibi

Turfa mecnûnum ki pey-der-pey hayâl-i çeşm-i yâr

Devr eder etrâfımı sergeşte âhûlar gibi

Hep siyeh-pûş oldular kasd-ı şebîhûn-ı dile

Girdeler müjgânların bir cenge câdûlar gibi

Bir nihâl-i âhdır kaddin hevâsıyla gönül

Sahn-ı gülşende hırâmân serv-i dilcûlar gibi

Âb u tâb-ı tal’at-ı ekbâr-ı nazmın Nâ’ilî

Ta’n eder âyîne-i hûrşîde mehrûlar gibi

(İpekten, Halûk (hzl.)(1990) Nâilî Divanı. Ankara: Akçağ Yay. 315.)

Şarkı

'Adû benzer nifâk etmiş

Bizimle yâr söyleşmez

Lebiyle ittifâk etmiş

Bizimle yâr söyleşmez

Olup hışm ile gülgün-pûş

Biriki sağar etmiş nûş

Be-kef şemşîr ü leb hâmûş

Bizimle yâr söyleşmez

Düşersin pâyine tenhâ

Edersin âh u vâveylâ

Ne çâre ey gönül ammâ

Bizimle yâr söyleşmez

(İpekten, Halûk (hzl.)(1990) Nâilî Divanı. Ankara: Akçağ Yay. 335-336.)


İlişkili Maddeler

Sn.Madde AdıD.Tarihi / Ö.TarihiBenzerlikİncele
1İZZET, Mektûbî-zâde Mehmed İzzet Efendid. 1825 - ö. 1879Doğum YeriGörüntüle
2Reha Çamuroğlud. 20 Ağustos 1958 - ö. ?Doğum YeriGörüntüle
3BÂKÎ, Hattat Abdülbâkî Efendid. ? - ö. 1779-80Doğum YeriGörüntüle
4İZZET, Mektûbî-zâde Mehmed İzzet Efendid. 1825 - ö. 1879Doğum YılıGörüntüle
5Reha Çamuroğlud. 20 Ağustos 1958 - ö. ?Doğum YılıGörüntüle
6BÂKÎ, Hattat Abdülbâkî Efendid. ? - ö. 1779-80Doğum YılıGörüntüle
7İZZET, Mektûbî-zâde Mehmed İzzet Efendid. 1825 - ö. 1879Ölüm YılıGörüntüle
8Reha Çamuroğlud. 20 Ağustos 1958 - ö. ?Ölüm YılıGörüntüle
9BÂKÎ, Hattat Abdülbâkî Efendid. ? - ö. 1779-80Ölüm YılıGörüntüle
10İZZET, Mektûbî-zâde Mehmed İzzet Efendid. 1825 - ö. 1879MeslekGörüntüle
11Reha Çamuroğlud. 20 Ağustos 1958 - ö. ?MeslekGörüntüle
12BÂKÎ, Hattat Abdülbâkî Efendid. ? - ö. 1779-80MeslekGörüntüle
13İZZET, Mektûbî-zâde Mehmed İzzet Efendid. 1825 - ö. 1879Alan/Yüzyıl/SahaGörüntüle
14Reha Çamuroğlud. 20 Ağustos 1958 - ö. ?Alan/Yüzyıl/SahaGörüntüle
15BÂKÎ, Hattat Abdülbâkî Efendid. ? - ö. 1779-80Alan/Yüzyıl/SahaGörüntüle
16İZZET, Mektûbî-zâde Mehmed İzzet Efendid. 1825 - ö. 1879Madde AdıGörüntüle
17Reha Çamuroğlud. 20 Ağustos 1958 - ö. ?Madde AdıGörüntüle
18BÂKÎ, Hattat Abdülbâkî Efendid. ? - ö. 1779-80Madde AdıGörüntüle