Madde Detay
MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ, Muhammed Celâleddîn, Hudâvendigâr
(d. 06 Rebîülevvel 604/30.09.1207 - ö. 05 Cemâziyelâhir 672/17.12.1273)
divan-tekke şairi
(Divan-Tekke / Başlangıç-15. Yüzyıl / Anadolu-Osmanlı-Türkiye)
ISBN: 978-9944-237-86-4
Asıl adı Muhammed Celâleddîn, lakapları Hudâvendigâr, Mevlânâ ve Rûmî’dir. Sipehsâlâr (Yazıcı 1977: 33) ve Eflâkî (Yazıcı 1953-54: 77)’nin onun doğum tarihini 6 Rebîülevvel 604/30 Eylül 1207 ve doğum yerini de Belh olarak göstermeleri genel bir kabul hâline gelmiştir. Onların Mevlânâ’nın doğumu hakkında verdikleri tarih şimdilik geçerli olmakla birlikte doğum yeri hakkındaki tespitleri tartışmaya açık bir bilgidir. Mevlânâ’nın babası Bahâeddîn Veled 1204-1210 yılları arasında bugünkü Tacikistan’da yer alan Vahş şehrinde vaizlik ve fakihlik görevlerinde bulunuyordu (Lewis 2010: 79; Şahinoğlu 1991: 460). Mevlânâ 1207’de doğduğuna göre doğum yerinin Belh değil Vahş olması akla daha yatkındır. Hatîbîler olarak tanınan seçkin bir sülaleye mensuptur. Dedesi Hüseyin Hatîbî ve büyük dedesi Ahmed Hatîbî, Belh’in ilim ve irfanıyla tanınmış şahsiyetleridir (Yazıcı 1953-54: 1-2; Yazıcı 1977: 17-18). Babası, “Sultânü'l-Ulemâ” unvanıyla şöhret bulmuş olan Bahâeddîn Veled’dir (Yazıcı 1953-54: 77). Bahâeddîn Veled’in anne tarafından Harzemşâh hükümdar ailesiyle akraba olduğu bilgisi ve soyunu Hz. Ebubekir’e dayandıran şecere tarihî hakikatle uyuşmamaktadır (Gölpınarlı 1985: 39). Eflâkî’nin, Mevlânâ’nın annesi Mümine Hatun’u, Türk aslından gelen Belh emîri Rükneddîn’in kızı göstermesi kabul edilir olmakla birlikte soyunun Hz. Alî’ye dayandırılması (Yazıcı 1953-54: 78) gerçeği yansıtmamaktadır.
Bahâeddîn Veled’in Kübrevîyye tarikatını kuran Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ’nın (öl. 1221) bağlılarından (Can 2006: 33) olduğu bilgisi de Bahâeddîn Veled’in Ma’ârif’i ile çelişir. Nitekim onun eserinde Kübrevîlikle ilgili hiçbir bilgi yoktur. Belh’te yüzlerce müridi bulunan nüfuz sahibi bir şeyh konumundaki Bahâeddîn Veled’in faaliyetleri Alâeddîn Tekiş (sal. 1172–1200) döneminde hoş görülmüş, Alâeddîn Muhammed’in (1200–1220) saltanatının ilk iki üç yılında da sorunsuz olarak yürümüştür. Ancak Fahreddîn-i Râzî’nin (öl. 1209) hükümdar çevresinde etkin bir konuma gelmesiyle sultanın tutumu, mutasavvıflara karşı dostluktan düşmanlığa doğru bir seyir izlemiştir (Yazıcı 1953-54: 5-9; Yazıcı 1977: 20-21). Doğru bildiğini söyleme konusunda pervasız bir tutum içerisinde olan Bahâeddîn Veled, sultan ve çevresindekileri yaşayış ve anlayışları bakımından, yüzlerine karşı tenkit eden, cesur bir insandır. Bu tenkitten sonra sultan, şehirde kendi hakkındaki hoşnutsuzluğu da gözeterek Bahâeddîn Veled’in Belh’i hemen terk etmesi için harekete geçmiştir (Şahinoğlu 1991: 460). 1204 yılında ailesi ile birlikte Belh’i terk eden Bahâeddîn Veled, 1210 yılına kadar vaiz ve fakih olarak görev yapacağı Vahş’a yerleşmiştir (Lewis 2010: 81). Öyle anlaşılıyor ki Mevlânâ 604/1207’te Vahş’ta doğmuştur. 1210 yılında Harzemşâhların bu bölgeyi istila etmeleri üzerine muhtemelen aynı yıl içerisinde Kara Hıtayların idaresindeki Semerkand’a taşınan Bahâeddîn Veled’in, 1212 yılında Semerkand’ın Harzemşâhların eline geçmesinden sonra Belh’e dönmesi muhtemeldir (Lewis 2010: 103). Bahâeddîn Veled, 1212-1217 yılları arasında ata yurdundaki işlerini ve varlıklarını tasfiye etmiş, çıkacağı büyük yolculuğa hazırlanmış olmalıdır. Belh’in köklü bir ailesine mensup bir şeyh olan Bahâeddîn Veled’in, 1217 yılında seçkin müritleriyle beraber kentten ayrılması büyük bir uğurlama merasimine sahne olmuştur (Yazıcı 1953-54: 5-9). Kafilenin ilk durağı Feriddüddîn Attâr’ın yaşadığı Nişabur olmuştur. Nişabur’a gelen kafileyi Kübrevî tarikatına mensup olduğu söylenen Şeyh Feridüddîn Attâr’ın karşıladığı ve Esrâr-nâme adlı kitabını da o sırada 9-10 yaşlarında bir çocuk olan Mevlânâ’ya hediye ettiği bildirilmiştir. Yine rivayete göre Attâr, Bahâeddîn Veled’e “Yakın zamanda senin oğlun âlemde yanacak gönüllere ateş verecektir” (Furûzânfer 1990: 25) demiştir. Kafilenin ikinci durağı Bağdat’tır. “Allah’tan gelip Allah’a gidiyoruz!” ilkesiyle hareket eden Bahâeddîn Veled, halifenin danışmanı Sühreverdî’nin kendi dergâhında konaklama teklifini kabul etmeyerek bir medreseye yerleşir (Furûzânfer 1990: 26). Bağdat’tan sonra hacca gidilir ve hac dönüşü Şam’a gelinir. Şam’da tasavvuf düşüncesinin büyüklerinden İbn Arabî’nin, Bahâ Veled’in ardından giden Mevlânâ için “bir ırmağın arkasından bir derya gidiyor!” dediği rivayet edilir (Yazıcı 1953-54: 80-86; Yazıcı 1977: 35-40). Şam’dayken 1217 yılı güzünde Mengücekoğullarından Behrâmşâh’ın davetine (Furûzânfer 1990: 29) icabet edilerek, Halep ve Malatya üzerinden Erzincan Akşehir’ine geçilir ve burada 4 yıllık bir ikametten sonra; Sivas, Kayseri ve Niğde hattı izlenerek 1221 yılında o zamanki adı Larende olan Karaman’a ulaşılır. Kafile Karaman’a yerleştikten sonra, Bahâeddîn Veled, Karaman valisi Emîr Mûsâ’nın yaptırdığı medresede Mevlânâ ve diğer öğrencilerin eğitimiyle meşgul olur. Mevlânâ ailesinin Karaman’daki ikameti 7 yıl sürer. Karaman, ailenin hayatında birtakım değişikliklerin ortaya çıktığı bir mekân olarak dikkat çeker. Celâleddîn 18 yaşına geldiğinde, kafiledeki bilginlerden Semerkandlı Şerefeddîn’in kızı Gevher Hatun ile evlenir (Yazıcı 1953-54: 22-23). Oğulları Sultân Veled ve Alâeddîn Çelebi Karaman’da doğar. “Mâder Sultân” lakaplı annesi Mümine Hatun da Karaman’da vefat eder (Can 2006: 37). Bahâ Veled’in Karaman’daki başarısı Alâeddîn Keykûbâd’ın dikkatini çeker ve onu Konya’da görmek ricasıyla payitahta davet eder. Bu davet üzerine, Bahâ Veled’in kafilesi son kez bir daha yola düşer ve 1229 yılında vatan tutmak üzere Konya’ya ulaşır (Yazıcı 1953-54: 25-26). Alâeddîn Keykûbâd’ın büyük saygı göstererek ihsanlar sunduğu Bahâeddîn Veled, Konya'da kısa zamanda, başta sultan olmak üzere gerek saray çevresinden gerekse halktan çok sayıda mürit edinir. Konya’da bulunduğu iki yıl süresince oğlu Celâleddîn’e miras bırakacağı sayısı binleri bulan bir mürit kitlesini etrafında toplayan “Sultanü’l-Ulemâ”, 1231 yılında vefat eder (Yazıcı 1953-54: 27-29).
Bahâeddîn Veled, vefat ettiği yıla kadar oğlu Celâleddîn’in eğitimiyle bizzat meşgul olmuş, onun üstün kabiliyetinin değerlendirilmesi için azamî özen göstermiştir. Konya’ya geldiği zaman müritlerinden sultan lalası Bedreddîn Güvhertaş’a bir medrese yaptırtarak bu medreseyi Mevlânâ’nın eğitimine tahsis etmiştir. Mevlânâ’nın bilgi birikimine olan güveninden dolayı da makamını ona vasiyet etmiş, sultan onun bu makama geçmesini istemiş, müritler rica ve ısrar ile onu bu makamda görmeyi dilemişlerdir. Bu sebeple Mevlânâ bir yıl süreyle babasının bıraktığı faaliyetleri üstlenmiştir (Furûzânfer 1990: 48). Bir yıl sonra, babasının mürit ve halifelerinden Seyyid Burhâneddîn-i Tirmîzî, Konya’ya gelerek hem Mevlânâ’dan bu görevi devralır hem de onu yeni bir eğitime tabi tutar (Yazıcı 1953-54: 56-59; Yazıcı 1977: 34). Seyyid Burhâneddîn, bir yıl boyunca tarikatta derinleştirdiği Mevlânâ’nın zahirî ilimlerdeki bilgisini genişletmesi için Halep ve Şam medreselerinde okumasını gerekli görür. Bu buyrukla Mevlânâ ilk önce Halep’e ulaşır (Furûzânfer 1990: 52) ve dönemin en ünlü bilginlerinden Adîmoğlu Kemâleddîn’den ders alır. 1233’te Halep’teki bir yıllık eğitimini tamamlayarak Şam’a geçer. 1233-1236 yılları arasında çeşitli medreselerde tahminen üç yıl eğitim görür ve 1237’de Konya’ya döner (Lewis 2010: 154-55). Bir rivayete göre Mevlânâ, Şam’da iken Şems ile karşılaşır. Şam sokaklarında gezinirken halk arasından siyah keçe giyinmiş biri gelir ve Mevlânâ’nın elini öperek “ey manalar âleminin sarrafı beni anla” der (Gölpınarlı 1985: 67). Şam’dan döndükten sonra Mevlânâ’yı üç çileden oluşan 1001 günlük bir mana eğitimine tabi tutan Tirmîzî, onun bu süreci istenen olgunluk düzeyinde tamamladığından emin olunca makamı Mevlânâ’ya bırakarak muhtemelen 1240 yılında Kayseri’ye döner ve bir yıl sonra da Hakk’a yürür (Lewis 2010: 159). Seyyid Burhâneddîn’in vefat haberini alan Mevlânâ, Kayseri’ye gidip onun kitap ve risalelerinden oluşan terekesinin bir kısmını yanına alarak Konya’ya döner (Furûzânfer 1990: 62). Seyyid Burhâneddîn’in en büyük hizmeti, Celâleddîn Çelebi olarak bilinen Mevlânâ’yı, Mevlânâ payesine yükseltmesidir.
Mevlânâ, muhtemelen 1239’da ilk eşi Gevher Hatun’u kaybeder ve ikinci evliliğini dul bir kadın olan Kirâ Hatun’la yapar. Kirâ Hatun’dan Mevlânâ’nın Muzaffereddîn Emîr Âlim Çelebi adlı bir oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı olur. Kirâ Hatun’un daha önceki evliliğinden doğan kızı Kîmyâ’yı da evlatlık olarak yanına alır (Lewis 2010: 164).
Mevlânâ, Seyyid Burhâneddîn’in ölümünden sonra tekrar babasının makamına geçerek şeyhinden aldığı mürşitlik görevini sürdürmeye başlar. Medresede 400 kişilik öğrenci grubuna ders veren bir müderris ve dergâhta zikir meclisleri kuran bir şeyh kimliğiyle şöhreti gittikçe yayılır. Düzenli bir hayat içerisinde devam eden bu anlayış bir gün umulmadık şekilde kesintiye uğrar. Tebrizli Şems isimli gezgin ve coşkulu bir derviş onun hayatının seyrini tamamen değiştirir. Rüyasında Konya'ya gitme buyruğu alan Şems, Konya'ya gelmeden önce İran, Irak ve Anadolu’nun muhtelif kentlerinde eğitmenlik yapan ve ücret zamanı gelince ücretini almadan kaybolduğu için Şems-i Perende lakabıyla bilinen bir kişidir (Can 2006: 47). Karşılaştığı şeyhlere çözümü güç sorular soran ve daima üst perdeden konuşan bir mizaca sahip olan Şems, altmışlı yaşlarda iken 29 Kasım 1244 tarihinde Konya’ya gelir ve Şekerciler Hanı’na inerek kendisine zengin bir tüccar görüntüsü verir (Yeniterzi 2007: 7). Mevlânâ, İplikçi Medresesi’nden çıkıp bazı öğrencileri ile giderken, Şems aniden önüne çıkıp diğer şeyhlere yaptığı gibi Hz. Peygamber ile Bâyezîd-i Bistâmî’nin batinî makamlarının tespitine dair bir deneme suali sorar (Can 2006: 49). Mevlâna’nın bu soruya tatminkâr cevaplar vermesi üzerine, ikisi arasında manevî bir cazibe oluşur. Bu karşılaşma Mevlânâ’nın ruhunda bidayetten beri gizli kalan aşk istidadını ortaya çıkarır. Şems ile kısa zamanda kaynaşarak Selâhaddîn-i Zerkûbî'nin hücresinde üç yahut altı ay halvete çekilirler. Halvetteki batınî sırların zevki ile kendi üzerindeki denetimini kaybeden Mevlânâ, öğrencilerine verdiği dersleri ve halka yönelik vaazlarını bırakarak dost ve müritlerini ihmal eder. Bunlara ilaveten zamanın bir kısım bilgin ve sofileri tarafından cevaz verilmeyen semâ’a durur, ney ve rebap dinlemeye başlar (Gölpınarlı 1985: 69-74).
Mevlânâ’nın büyük bir aşk ve bağlılıkla yürüttüğü bu müritlik biçimi; halkın, dostlarının ve müritlerinin gayretine dokunduğundan Şems’e karşı büyük bir memnuniyetsizlik ve muhalefet oluşur. Bu hoşnutsuzluğun neticesi olarak halk, Şems’i büyücülükle suçlar ve bu suçlama Mevlânâ’nın müritlerini ikiye böler. Durumdan rahatsız olan Şems, gitme kararını “Bu, seninle benim aramda ayrılıktır!” diyerek Mevlânâ’ya bildirir ve onun rica ve ısrarlarına rağmen 1246 yılında bir gün aniden ortadan kaybolur (Furûzânfer 1990: 91). Gidinceye dek Şems’in Mevlânâ ile geçirdiği süre yaklaşık olarak on altı aydır. On altı ay önce disiplinli bir medrese hocası ve bilgin olan Mevlânâ, on altı ay sonunda büyük bir değişim geçirir. Gösterişli medrese kisvesini çıkararak sıradan derviş giysileri giymeye razı olur ve vakur bir bilgin iken çılgın bir âşığa dönüşür. Mevlânâ, gönlünü bir aşk ummanı gibi dalgalandıran birliktelikleri boyunca bir gün bile yanından ayırmadığı Şems’in yokluğunu kaldıramaz. Yaralı, kırgın ve küskün bir hâlde köşesine çekilir. Şems’in gitmesiyle Mevlânâ’nın kendilerine kalacağını sanan dostlar, müritler ve Konya halkı, onun bu durumunu görünce yaptıklarından pişmanlık duyarak af dilerler. Rivayete göre Mevlânâ’nın onları aylarca affetmemesi, Şems’in kaybından ne kadar çok incindiğini gösterir (Furûzânfer 1990: 91-96). Mevlânâ’nın, ayrılık acısının artık tahammül edilmez hâle geldiği günlerin birinde Şems’ten gelen mektup yüreğine su serper. Hemen oğlu Sultân Veled'i, yirmi kişilik bir heyetle Şam’a gönderir. Sultan Veled, Şems’i Şam’da bularak Konya’ya dönmeye ikna eder (Yazıcı 1977: 126-29). Sultan Veled’in de Şems’e babası gibi derin bir saygı ve muhabbeti vardır. Sultan Veled, kafile Konya'ya doğru yola çıktığında atından inerek, Şems’in bütün ikaz ve ricasına rağmen “hem padişahın hem de kulun atlı olması reva değil” der ve yaya olarak yolculukta ısrar eder (Can 2006: 52). Mevlânâ, Şems’i şehrin dışında karşılar. Şems’i gücendirerek gitmesine sebep olan herkes Şems’ten af diler. Konya bayram yerine döner; ziyafetler ve semâ’ meclisleri birbirini izler. Mevlânâ, bütün özlemine rağmen Şems’i tekrar kaybetmemek ve fitne çıkmasını engellemek için kendisiyle ancak birkaç kez baş başa sohbet eder. Şems’in Konya’ya bağlanıp kalması için de onu, üvey kızı Kîmyâ Hatun’la evliliğe ikna eder (Yazıcı 1977: 129-130).
Her şey yoluna girmiş gibi görünürken, Mevlânâ’nın kendilerine döneceği beklentisindeki yakın çevresi ve Konya halkı, bu beklentinin gerçekleşmediğini görünce huzursuz olmaya başlarlar. Şems, Mevlânâ’yı çilehaneye kapatıp, kapısına oturur ve onu ziyarete gelenleri de kendince haklı nedenlerle ziyaretten men eder. Fakat bunu haşin bir üslupla yapar. Buna benzer sebepler birikince sonunda, umumî bir hoşnutsuzluk oluşur ve yeni bir fitne kopar. Halk, Şems’i kâfir sayıp Mevlânâ’yı da ara sıra, şer’î suallerle ölçerek delirip delirmediğini anlamaya çalışır (Furûzânfer 1990: 102). Bela geliyorum demeye başlayınca durumun nezaketini gören Şems’in kırılgan gönlü incinir ve Konya’dan soğur. Bu sıkıntıya genç yaşta ölen eşi Kîmyâ Hatun’un yokluğu da eklenince Şems için tekrar gitmekten başka seçenek kalmaz. Sultan Veled’e: “Bu sefer, öyle bir gideceğim ki, nerede olduğumu kimse bilmeyecek, onu bir(iler)i öldürdü diyecekler” der. Hem kendini hem de Mevlânâ’yı fitne selinin önünden kurtarmak için bir kez daha “Şems-i Perende” olur ve 5 Aralık 1247 gecesi sırra kadem basar (Yeniterzi 2007: 9). Gidişi, öngördüğü gibidir. Kimi “öldürüldü!”, kimi “öldü!” der. Bu kafa karışıklığı kaynaklara da yansır. Her biri kendi amacına uygun gelen rivayeti aktarır. Söz konusu rivayetlerden yaygın olarak kabul göreni Eflâkî’nin aktardığıdır. Güya bir gece Şems ve Mevlânâ halvetteyken, bir şahıs içeri girip Şems'i dışarı çağırmış, Şems de “Beni öldürecekler” demiş ve biraz bekleyip dışarı çıkınca pusuda bekleyen yedi kişi Şems’i hançerleyip öldürmüş, Mevlânâ da “Hak ve emir O’nundur (Kur’ân-ı Kerîm, A’raf 53)” meâlindeki âyeti okumuştur (Can 2006: 54). Eflâkî’de yer alan bu rivayet, hem Mevlânâ’yı hem de Şems’i küçültmektedir. Mevlânâ’dan başka kimseye itibar etmeyen Şems, ne olduğu belirsiz, meçhul bir adamın peşine takılmakta; Mevlânâ, canından çok sevdiği Şems’in ölümüne, adeta zemin hazırlar gibi davranıp kılını kıpırdatmamaktadır. Hem ölümüne şahit olacak hem de bir ölüyü yıllarca arayacak... Kanaatimizce durum, Şems’in Sultan Veled’e bildirdiği gibidir. Şems’in, sanılanın aksine öldürülmediği, ancak akıbeti bilinmediği için oluşan boşluğun rivayetlerle doldurulmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır.
Şems’in Konya’ya ikinci gelişi, ilkine göre daha kısa sürer ve Mevlânâ, aynı acıları bir kez daha yaşar. Şems’in öldürüldüğüne dair Konya’da çıkan hiçbir dedikoduya itibar etmeyen Mevlânâ, ikinci ayrılık acısıyla başa çıkmak için kendini tamamen semâ’a, şiire ve musikîye verir (Furûzânfer 1990:108). Mevlânâ’nın Şems’i özleyişi, öyle bir hale gelir ki, Şems’i falan yerde gördüm diyeni hediyelere boğar. Bir gün; “Ben, Şems’i Şam’da gördüm!” diyen bir adama, sarık, hırka ve pabuç bağışlaması üzerine, “Bu adam yalan söylüyor!” diye uyaranlara; “Ben bunları, onun yalan haberine verdim, doğrusuna canımı verirdim.” diye mukabele etmiştir. Şems’in geri döneceğine dair ümitleri sönmeye başlayınca -ki bu arada onun Şam’da oluşuyla ilgili haberler alıp seviniyordu- bizzat aramaya gitme kararı alır. “Aşk adına and olsun ki... Anadolu’dan Şam’a kadar yüz sefer zahmetini, az görüyorum!” diyerek 1248’de üçüncü kez Şam’a gider (Furûzânfer 1990: 114). Şam’a varınca çok iyi bildiği bu kenti, bir yılı aşkın bir süre karış karış aramasına rağmen Şems’i bulamaz. İçinde Şems’i bulma ümidi kalmayınca dönmeye karar verir. Mevlânâ’nın gelişi gecikince Konya halkı durumu sultana arz edip, onun bir an önce dönmesi için girişimde bulunmasını isterler. Mevlânâ 1249 yılı ortalarında çıktığı son seferinden eli boş olarak Konya’ya döner (Yazıcı 1953-54: 141; Sipehsâlâr 1977: 131).
Şems olmasaydı Mevlânâ, çağdaşı pek çok bilgin gibi hayatını tamamlar ve sadece uzmanların bildiği bir kişilik olarak gelir geçerdi. Mevlânâ, Şems’in yokluğunda, yeni durumuna uygun bir irşat anlayışı geliştirir. Medrese derslerini ve vaazları tamamen bırakır, sadece dervişliğe yeni girenlere uyarı görevi yapar. Bu anlayıştan hareketle, kendisine 1249 da ilk olarak Selâhaddîn-i Zerkûbî’yi şeyh/halife seçer. Selâhaddîn-i Zerkûbî ümmî bir zattır. Konuşurken kelimeleri bazen yanlış telaffuz ettiğinden Mevlânâ bağlıları onu irşat makamına layık görüp kabule yanaşmazlar (Gölpınarlı 1985: 104-105). Mevlânâ, Şems’e gösterdiği yakınlık ve sevgiyi Selâhaddîn’den de esirgemez. Fakat diğerleri bu inceliği yine kavrayamazlar. Şemse gösterilen bir tepkinin benzerini Zerkûbî’ye de gösterip canına kastetmek isterler. Temkin sahibi olan Selâhaddîn, uHakk’ın izni olmadan çöp kımıldamaz.” diyerek bunlara aldırmaz. Bu durum karşısında Selâhaddîn’e olanca gayretiyle sahip çıkan Mevlânâ, başta kendi çocukları olmak üzere herkesi ona uymaya çağırır. Bozguncu müritlere karşı Selâhaddîn ile dışlama tavrı takınırlar. Bu baskı sonuç verir ve herkes Selâhaddîn’e boyun eğer (Furûzânfer 1990: 133-34). Mevlânâ, Selâhaddîn’e verdiği değerin bir nişanesi olarak onun kızı Fatma Sultân’ı oğlu Sultân Veled’e eş seçer. Amaç Selâhaddîn’in önemini belleklere kazımaktır. Bunda da başarılı olur. Bu minval üzere geçen on güzel yıldan sonra Selâhaddîn, uzun süren bir hastalığa tutulur ve 1258 yılı sonlarında Hakk’a yürür (Can 2006: 67). Son derece mütevazı, suskun ve halim bir zat olan Selâhaddîn, Mevlânâ'nın gönül denizinde bir kasırga gibi esip geçen Şems’in eseri olan aşk ve coşkuyu yatıştırır.
Selâhaddîn’in vefatından sonra Mevlânâ halife olarak Hüsâmeddîn Çelebi’yi seçer (Can 2006: 70). Babası, ahî yiğitbaşısı olduğu için “yiğitbaşı oğlu” anlamına gelen “Ahî Türkoğlu” lakabıyla bilinen Hüsâmeddîn Çelebi (Lewis 2010: 266), babası ölünce ahî şeyhliğine geçmiş, fakat teşkilattaki bozulmayı görünce müritleriyle beraber Mevlânâ’ya katılmıştır. Ahî şeyhliğinden dolayı önemli bir varlığa sahip olduğu hâlde, tümünü Mevlânâ yoluna harcamada gösterdiği cömertlik Mevlânâ'nın gönlünü kazanmasına vesile olmuş ve süreç içerisinde onun en muteber dostlarından biri konumuna yükselmiştir. Mevlânâ da Hüsâmeddîn Çelebi’yi 1264 yılında Selâhaddîn’in ölümüyle altı yıldır boş duran kendi halifeliğine ve müritlerinin şeyhliğine tayin etmiştir. Mevlânâ’nın her dostunda, ayrı bir tecellî gösteren renkli ruhu, Hüsâmeddîn'in yanında yer almasından hoşlanır hâle gelmiş, hatta bulunduğu mecliste Hüsâmeddîn yoksa konuşmamayı yeğlemiştir. Bundan dolayı dostları, Mevlânâ meclisinde Hüsâmeddîn’in varlığını son derece lüzumlu saymışlardır. Rivayete göre Tâceddîn Mu’tez vasıtasıyla vezir Ziyâeddîn Tekkesi’nin şeyhliğini de üstlenen Hüsâmeddîn Çelebi, iki dergâhın şeyhliği gibi müstesna bir konuma yükselmiştir.
Hüsâmeddîn Çelebi’nin en büyük hizmeti hiç şüphe yok ki Mesnevî gibi bir şaheserin ortaya çıkması için yaptığı unutulmaz fedakârlıktır (Furûzânfer 1990: 144). Mevlânâ, dost ve müritlerinin Attâr ve Senâî’nin eserleriyle çok meşgul olduklarını görünce, Mevlânâ’nın Attâr’ın Mantıku’t-Tayr'ı ve Senaî’nin İlâhî-nâme’si benzeri bir eser yazmasını arzu eden Çelebi, bu arzusunu Mevlânâ'ya iletince Mevlânâ, Mesnevî’nin mukaddimesi sayılan ilk 18 beyitinin yazılı olduğu bir kâğıt çıkararak Çelebi’ye uzatır ve “eğer sen yazarsan ben de söylerim” der (Gölpınarlı 1985: 119). Çelebi’nin yarı coşkun ve yarı dingin şahsiyeti, Mevlânâ’nın anlam denizi gibi olan gönül denizindeki incileri yüzeye çıkarmaya yeter. Mevlânâ büyük bir şevkle Mesnevî’yi söyler, Çelebi yazar, geceler sabaha eklenip gider. Birinci cilt 1262’de bitince, Hüsâmeddîn’in eşi vefat eder ve kâtibin zihni dağınıklık alameti gösterir. Bu hâl Mevlânâ’ya da sirayet edince, Mesnevî’nin büyük bir coşkuyla başlayan yazımı, iki yıllık bir kesintiye uğrar. İki yıl sonra kalınan yerden, aynı minval üzere yazıma devam edilerek, 1259-60’ta başlanan bu büyük külliyat 1268 yılı itibarıyla altı cilt olarak tamamlanır. Ancak eser konu itibarıyla bitirilmemiş, bilinçli olarak susmaya bırakılmıştır.
Mevlânâ ile Hüsâmeddin Çelebi’nin dostluğu 15 yıl devam eder (Furûzânfer 1990:148) ve “kâmil şeyh ile istekli talip”, Mesnevî gibi tasavvuf edebiyat ve düşüncesinin muazzam bir eserini yüz akıyla ortaya koyarlar. Çelebi’nin Hazret’in ruhunda coşkunluk uyandıran varlığı olmasaydı, muhtemeldir ki Mesnevî gibi büyük bir anlam okyanusu, Mevlânâ’nın derûnunda saklı kalacaktı. Mevlânâ, Mesnevî’nin VI. cildinin sonunu “bir müsaade gelince, söylenmesi gereken sırların söylenmesi” iznine bırakır. Mevlânâ altı yıl süren bu fetretten çıkmayı beklerken bir hummaya yakalanır. Hekimlerin tedavi çabalarına rağmen, güçsüz, zayıf bedeni bu ağır hastalığı kaldıramaz. Mevlânâ, hastalığının şiddetlendiği gece oğlu Sultan Veled’e, “Git başını yastığa koy, beni bırak. Dün gece rüyamda, aşk mahallesinde bir ihtiyar gördüm, bizim tarafa gel diye bana işaret etti” dizelerini içeren son gazelini söyler ve 5 Cemâziyelâhir 672/17 Aralık 1273 Pazar günü “yemişi olmayan bu suret bağı”nı terk ederek beka mülküne göçer (Can 2006: 86). Mevlânâ’nın cenazesine, büyük küçük, köylü şehirli, Yahudi, Hıristiyan tüm Konya halkı katılır. Cenaze namazını kıldıran dostu Şeyh Sadreddîn, üzüntüsünden fenalık geçirir. Konya’da kırk gün yas tutulur; şeyhler, emirler onun yokluğunu terennüm eden hazin rubailer söylerler; Konya uluları türbesini yapmak için karara varıp kısa zamanda “yeşil kubbe”yi inşa ederler (Gölpınarlı 1985: 131).
Mevlânâ’nın eserleri şunlardır:
1. Mesnevî: 1260-1267 tarihleri arasında kaleme alınan ve yukarıda yazım sürecine ilişkin ayrıntıların aktarıldığı Mesnevî 6 ciltlik bir eserdir. Aruzun “fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün” kalıbıyla yazılmıştır. Beyit sayısı Veled İzbudak’ın neşrinde 24.912, Abdülbaki Gölpınarlı’nın neşrinde 25.669, Amil Çelebioğlu’nun neşrinde 25.904 olarak görülür (Yeniterzi 2007: 36). Mesnevî, çerçeveli hikâyeler tarzında düzenlenmiş bir eserdir. Belli bir konuyu sonuna kadar ele alıp bitirmez, aynı konuyu farklı yerlerde tekrar ele alarak işler. Bu itibarla tertibinde Kur’ân-ı Kerîm’i örnek aldığını söyleyebiliriz. Mesnevî, tasavvufî ve öğretici mahiyette bir eserdir. Ancak Mesnevî de kuru bir öğreticilik yerine, konular yüksek bir üslûp ve yetkin bir estetik tarz ile işlenir. Mesnevî’nin temelinde Kur’ân ve hadis külliyatı vardır (Men bende-yi Kur’ânem…Hâk-i reh-i Muhammed muhtârem). Bu iki temel kaynağı Bahâeddîn Veled ve Seyyid Burhaneddîn’in Ma’ârif’leri, Şems’in Makâlât’ı, Beydebâ’nın Kelile ve Dimne’si, Attâr’ın İlâhî-nâme ve Esrâr-nâme’si, Gazzâlî’nin İhyâ’sı, Sa’lebî’nin Kısasü’l-Enbiyâ’sı, Mütenebbî’nin Dîvân’ı ve Senâî’nin Hadîka’sı gibi eserler izler. Ancak Mevlânâ’nın dehası ele aldığı her şeyi, kendi damgasını vuran bir özgün terkibe dönüştürür. En kuru fikir ve öğretiler bile Mesnevî’de yeni bir his, coşku ve fikir hâlinde akar.
Mesnevî yazıldığı günden itibaren daima ilgi çeken bir metin olma özelliğini korumuş, bu sebeple de üzerinde çok sayıda çalışma yapılmıştır. “Surûrî (öl. 1562), Şem’î (öl. 1600’den sonra), Ankaravî (öl. 1631), Yûsuf Dede (öl. 1669), Nahîfî (öl. 1738), Şâkir Mehmed (öl. 1836), Mehmed Murâd (öl. 1847), Ahmed Avni Konuk (öl. 1938), Veled Çelebi İzbudak (öl. 1953), Abdülbâki Gölpınarlı (öl. 1982) ve Şefik Can (öl. 2005)” Mesnevî’nin tamamını şerh veya tercüme etmişlerdir. Tâhirü’l-Mevlevî (öl. 1951)’nin 5. defterin başlarına kadar getirdiği şerhini Şefik Can tamamlamıştır. Yurt dışında Mesnevî üzerine çalışan birçok âlim arasında ise başta İran’dan Bedîuzzamân Furûzânfer ile Muhammed Takî Ca’ferî’nin; Mısır’dan Muhammed Abdüsselâm Kefâfî’nin; İngiltere’den Reynold A. Nicholson’un; Fransa'dan Eva De Vitray Meyerovitch’in isimlerini anmak gerekir.
2. Dîvân-ı Kebîr: Eser, hacminden dolayı aruz vezninin bahirlerine ayrıldıktan sonra elifbâ tertibine göre düzenlenen 21 dîvândan oluşur. Mevlânâ’nın gazel, rubai ve diğer şiirlerini içerir. Gazellerde kendi ismini ve lakaplarını kullanmayan Mevlânâ; şair olarak Şems-i Tebrizî’nin, Selâhaddîn-i Zerkûbî’nin, Çelebi Hüsâmeddîn’in adlarını zikreder. Özellikle Şems’in adı çok geçtiği için Dîvân-ı Kebîr, Dîvân-ı Şems adıyla da bilinir. Konya Mevlânâ Müzesi kitaplığında bulunan en eski nüshalardan birine göre Dîvân-ı Kebîr 21.366 beyitten oluşan 2073 gazel ihtiva eder (Can 2006: 384). Dîvân-ı Kebîr’deki şiirlerin temel özelliği, yüksek aşk coşkunluğu içinde söylenmiş âşıkane şiirler oluşlarıdır. Dîvân-ı Kebîr’deki bu şiirler, bir aşığın müteal duyuşlarını, yanışlarını, feryatlarını ve duygularını akıcı ve etkileyici bir dille aktarırlar ve bin bir mecaza bürünmüş şekilde büyük bir mana denizi oluştururlar.
Dîvân-ı Kebîr’in tenkitli metni, İran’da Bedîüzzamân Furûzânfer tarafından 9 eski yazma karşılaştırılıp Mevlânâ'ya ait olmayan şiirler mümkün mertebe ayıklanarak Külliyyât-ı Şems yâ Dîvân-ı Kebîr adıyla 8 büyük cilt halinde yayımlanmıştır (1336-1345). Çalışmanın I-VI. ciltlerinde kafiyeye göre alfabetik sırayla -toplam 36.360 beyitten oluşan- gazeller ve terkîb-i bendler; VII. cildinde sözlük, fihrist ve açıklamalar; VIII. cildinde ise 1995 rubai bulunmaktadır. Dîvân-ı Kebîr, Furûzanfer’in bu neşri esas alınarak İran’da birçok kez basılmıştır. Dîvân-ı Kebîr, Abdülbaki Gölpınarlı tarafından Türkçeye çevrilerek 1957-1974 yılları arasında yayımlanmıştır. Nevit Oğuz Ergin, Dîvân-ı Kebîr’i Gölpınarlı çevirisinden hareketle İngilizceye tercüme etmiş, çalışması 1995-2003 yılları arasında 22 cilt olarak T.C. Kültür Bakanlığı desteğiyle ABD (California)’de neşredilmiştir. Ayrıca Dîvân-ı Kebîr’den yapılan kimi seçmeler, yurt içinde ve yurt dışında tercümeleriyle, bazen de açıklamalarla birlikte yayımlanmıştır. Yine Midhat Bahari Beytur, İranlı şair ve tezkire yazarı Rızâ Kuli Han Hidâyet'in Dîvân-ı Şemsü’l-Hakâik (Tebriz 1280) adlı içinde Mevlânâ’ya ait olmayan şiirlerinde yer aldığı antolojisini Türkçeye çevirerek Dîvân-ı Kebîr’den Seçme Şiirler ismiyle neşretmiştir (1959-1965). Mevlânâ ve şiirleri Batı’da başta J. Von Hammer, Friedrich Rückert, Rosenzweigh-Schwannau, Nicholson, Bausani gibi bilgin ve edipler tarafından yapılan birçok tercüme aracılığıyla tanınmıştır.
3. Rubâîler: Dîvân-ı Kebîr içerisinde yer alan rubailer daha sonra müstakil bir eser olarak toplanıp yayımlanmıştır. Mevlânâ rubailerinin temel karakteri, bütün varlığı kuşatan tevhidî hakikati çok çeşitli cephelerden coşkulu ve hikemî bir dille söylemesidir. Dîvân-ı Kebîr’deki rubailerin Farsça metni, Türkiye’de ilk defa Veled Çelebi (İzbudak) tarafından İstanbul'da 1314 yılında yayımlanmış, bu eser daha sonra M. Nuri Gencosman tarafından Türkçeye çevrilmiştir (1965-1971). Abdülbâki Gölpınarlı 1964’te 1765 rubainin Türkçe çevirisini yayımlamıştır. Şefik Can, 1990-1991’de 2217 rubainin Türkçeye tercümesini Farsça metinleriyle birlikte yayımlamıştır. Rubâîlerin manzum bir şekilde Türkçeye tam tercümesi ise 2007 yılında Sırların Dili -Bütün Rubailer- adıyla Ziya Avşar tarafından yapılmıştır. İsmi anılanların dışında Rubâîlerden yapılan birçok seçmenin olduğunu da belirtmek gerekir.
4. Fîhi Mâfîh: Oğlu Sultân Veled’in veya bazı müritlerinin Mevlânâ’nın çeşitli meclislerdeki konuşmalarından tuttukları notların bir araya getirilmesi ile oluşturulmuş bir eserdir. Fîhi Mâfîh, altısı Arapça, diğerleri Farsça olmak üzere 72 bölümden oluşur. “Onun içindeki içindedir” manasına gelir (Şentürk vd. 2011: 50). Eser, Mevlânâ’nın biyografisine kısmen katkılar sunmasının yanında onun güncel olaylara bakış biçimini ve özel soruları cevaplayış tarzını göstermesi açısından dikkat çekicidir. Mevlânâ’nın anlık ve günlük sorun ve olaylara yaklaşım biçimi, onları okuyuş tarzı, kendisinin çok farklı bir zekâ ve duyuşa sahip olduğunu işaret eder.
İlk baskıları 1318/1900’de İran’da, 1929’da Hindistan’da (Abdülmecîd-i Deryâbâdî 1929) yapılan Fîhi Mâfîh’in ilmî neşri Bedîuzzamân Furûzânfer tarafından 1951 yılında gerçekleştirilmiştir. Eserin Ca’fer Müderris-i Sâdıkî tarafından haırlanan son tenkitli neşri ise Makâlât-ı Mevlânâ (Fîhi Mâfîh) adıyla 1994’te Tahran’da yayımlanmıştır. Fîhi Mâfîh, Türkçeye tercüme edilmiştir. Mesnevî şârihlerimizden Ahmed Avni Konuk (öl. 1938) tarafından yapılan ve 73 fasıldan oluşan tercüme, mütercimin vefatından çok sonra İstanbul’da 1994 yılında merhum Selçuk Eraydın tarafından yeni harflerle neşredilmiştir. İkinci tercüme Meliha Ülker Tarıkâhya [Anbarcıoğlu]’ya aittir. Furûzânfer neşrinden hareketle yapılan bu tercümenin yayın tarihi 1954’tür. Abdülbaki Gölpınarlı, gerek bu ikinci tercümeyi, gerekse Furûzânfer neşrini yeterli görmeyerek eserin metnini Türkiye’deki yazmalardan istifadeyle yeniden düzenlemiş ve yaptığı çeviriyi 1959 yılında bastırmıştır. Fîhi Mâfîh, Abdülmecîd ve Abdürreşîd Tebessüm tarafından Urducaya tercüme edilmiştir (1927, 1991). Eseri, A. J. Arberry (1972) ve Wheeler Thackston (1994) İngilizceye; Eva de Vitray-Meyerovitch (1976) Fransızcaya; Annemarie Schimmel (1988) de Almancaya çevirmiştir.
5. Mecâlis-i Seb’a: Mevlânâ’nın yedi vaazı müritleri tarafından not edilmiş, daha sonra bu notlar Sultân Veled veya Çelebi Hüsâmeddîn tarafından yazıya geçirilerek kitaplaştırılmıştır. Yedi vaazdan oluşan notlar Mevlânâ’nın minbere, hutbeye, cemaate, cemiyete ve manalar ufkuna sahip oluşunun somut delilleridir. Bu meclisleri kuru birer vaazdan ziyade hikemî ve estetik birer nutuk şöleni olarak değerlendirmek mümkündür. Mecâlis-i Seb’a’nın Ahmed Remzi Akyürek tarafından tashih edilen Farsça metni, Kitapçı Rizeli M. Hulûsî’nin tercümesi Feridun Nafiz Uzluk’un takdimi ve incelemesiyle birlikte Mevlânâ’nın Yedi Öğüdü adı altında yayımlanmıştır (1937). Eser; bu metni ve tercümesini yetersiz bulan Abdülbaki Gölpınarlı tarafından Mevlânâ Müzesi Kütüphanesi’ndeki 79 nolu mecmuada yer alan nüsha esas alınarak tercüme edilmiştir (1965). Söz konusu yazmanın metni, Tevfîk Sübhânî tarafından Tahran’da bastırılmıştır (1379).
6. Mektûbât: Mevlânâ’nın mektupları, devlet adamlarını hayırlı işler yapmaya yönelten, sıkıntıda bulunanların sıkıntılarını gidermeye çalışan ve kendisine sorulan dinî ve ilmî müşküllerin hallini içeren bir mahiyet gösterir. 150 mektuptan oluşan eser, Abdülbâki Gölpınarlı 1963’te Türkçeye çevirerek yayımlamıştır. Mektûbât’ın, Ahmed Remzi Akyürek (öl. 1944) tarafından tashih edilen Farsça metni, Feridun Nafiz Uzluk (öl. 1974) tarafından Mevlânânın Mektubları adıyla neşredilmiştir (1937). Bu yayını beğenmeyen Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Müzesi Kütüphanesi’ndeki 79 nolu nüshayı esas alıp 6 yazma nüshayı karşılaştırmak suretiyle yaptığı çalışmayı yayımlamıştır (1963a). Eserin tenkitli metni Tevfik Sübhânî tarafından Tahran’da neşredilmiştir (1371).
Mevlânâ’nın düşüncelerinin temel kaynağı Kur’ân-ı Kerîm, hadisler ve sünnettir. Bir rubaisinde nasıl anlaşılması gerektiğini çok açık bir şekilde belirtmiş ve kendisini bunların dışında bir anlayışla ele alan söz ve kişilerden incineceğini (bîzârem ez ân kes u vezân suhan bîzârem) açıkça belirtmiştir. Kur’ân’a ve hadislere bağlılık, Mevlânâ düşüncesini besleyen kaynakların da temel hareket noktasıdır. Babası Bahâeddîn Veled, şeyhleri Seyyid Burhâneddîn ve Şems-i Tebrîzî, Kur’ân ve hadislere bağlılık konusunda yönetimlerle ve bilginlerle açık bir çatışmaya girmişlerdir. Bahâeddîn Veled, Harzemşâh sultanını şeriat esaslarından ayrıldığı için tenkit etmiş, Şems-i Tebrîzî de Fahreddîn-i Râzî’yi Hz. Peygamber’den bir şey aktaracağı zaman ondan “Muhammed-i Tâzî der ki” şeklinde bahsetmesi, İbn Arabî’yi de sünnete uyma konusunda özensiz olduğu gerekçesiyle tenkit etmiştir. Aynı hassasiyet Mevlânâ’nın tavırlarında da görülür. O, sünnete uymayı ahlak haline getirme ilkesiyle hareket etmiştir. Şeriat ve tabii bilimler, Mevlânâ’nın eşyanın ve sosyal olayların dış yüzüne vakıf olmada başvurduğu kılavuzlardır. Mevlânâ’nın asıl özgün fikirlerinin yattığı alan, tasavvuf neşvesinden gelen yüksek irfan ve coşkudur. O, eşya ve olayları dışından bilen ve içinden konuşan bir duyuşa sahiptir. Akla hizmet eden beş duyunun belli bir sınıra kadar aklı aydınlatacağını düşünen Mevlânâ, duyulardan gelen algının insanı yanıltacağı konusunda sık sık uyarılar yapar. Ona göre hisler uykuya yatırılmalı ve onların yerini alacak olan iç hislerin getirdiği akıldan başka bir şey olmayan aşka ve o aşkın idrakine sahip olunmalıdır. Mevlânâ’ya göre aşk idraki, ikinci bir doğumdan farksızdır. Aşk bizim ten annemiz değil, can annemizdir. İnsanlar can Îsâ’sına hamile bir Meryem’den başkası değillerdir. Ancak Îsâ’yı doğuran da kuru hurma ağacına hiç bir şek ve şüphe taşımadan giden Meryem’dir. Bizler can Îsâ’sını ortaya koymazsak o Îsâ bizimle gelir ve tekrar geldiği yere döner. Mevlânâ, şerrin ve hayrın, iyinin ve kötünün Hak katında bir olduğunu, bu şekildeki ayrımların bize nispetle gerçekleştiğini söyler. Aslında mana âlemi ile madde âlemi arasında can ve ten gibi birbiriyle perdesi olmayan bir akım söz konusudur. Dolayısıyla bizdeki iyi ve kötünün ortaya çıkışı iki âlem arasındaki karşılıklı etkileşim ile alakalıdır. Mevlânâ, “Renksizlik âlemi hâkim olunca renge / Girdi Mûsâ öbür Mûsâ ile cenge” derken; insanın mana âlemiyle temasından Mûsâlığa, madde âlemi ile temasından da öbür Mûsâ olan Firavun’a doğru hareket edeceğini söyler. Mûsâlık ile Firavunluk insanın bu dünyadaki temel dramıdır. Mûsâ, kâmil insana giden içsel yolculuğumuz, Firavun ise kâmil insan ile cedelleşerek yoldan çıkan egomuzdur.
Mevlânâ’nın eserlerinde bütüncül bir bakış açısı her şeye sirayet eder. Onun, zamanın fenlerini ihata eden bir zekâya sahip olduğuna, Mesnevî açık bir delildir. Mesnevî’deki tıp, fizik ve optik bahisleri sadece kuru malumat olarak değil, davranışa dönüşmüş ve manasını bulmuş bir yetkinlik hâlinde işlenir. Mevlânâ, bilginin tek yönlü kavranışını, yar nurundan mahrum kalmış bir yolcunun karanlıkta yürümesine benzetir. Ona göre bu durum, yukarıdaki kuşu gölgesinden avlamaya çalışan ahmağın durumundan farksız olur. Mevlânâ, cehaleti bilmemek olarak değil, bildikleriyle Hakk’a ulaşamamak olarak tarif eder. Belirttiğine göre insan Hakk’ın kelimesidir. Dolayısıyla insanın asıl anlamı, buradaki eylemine göre değil, Hak katındaki gizli anlamına göre ortaya çıkar. Mevlânâ cahiliye döneminde puta tapan Hazreti Ömer’in Hak katındaki manasının mümin, aynı dönemde Kureyş’in ulularından olan Ebû Cehil’in Hak katındaki manasının da kâfir olduğunu söyler ve ilave eder: Mûsâ’nın asası, Mûsâ’ya göre asadır, ancak Hak’taki manasına göre ejderhadır ve Mûsâ asayı attığında Hak katındaki manası zuhur ederek büyücülerin sahte yılanlarını yutmuştur. Mevlânâ, Mesnevî’yi yedi lisan üzere söylediğini vurgular. Bu vurgu, Kur’ân’ın yedi belagat üzere söylenmesine atıftır. Bu itibarla Mevlânâ’nın eserlerini okumak için yedi farklı dil ve bilinç düzeyi ile donanmak gerekir. Bir mecazlar ormanı olan Mevlânâ’nın metinlerini, bu dil düzeylerine malik olmadan çözmeye çalışmak, hakiki manasıyla temas etmemek anlamına gelir. Mevlânâ’nın “sözü kısa kesmelidir” uyarısı, bir idrak geçidini işaret eder; birinci dil düzeyinde kalanlar burada kalmalı, diğer dil düzeylerini bilenler ileri geçmelidir.
Kaynakça
Abdülmecîd-i Deryâbâdî (1929). Fîhi Mâfîh. Hindistan: Matbaa-i Maârif-i A’zamgerh.
Abdürreşîd Tebessüm (çev.) (1991). Melfûzât-ı Rumî. Lâhor.
Acar, Tuncel, S. Akıncı (2007). Mevlânâ Bibliyografyası. Ankara: Milli Kütüphane Başkanlığı Yay.
Arberry, A. J. (çev.) (1972). Discourses of Rûmî. New York: S. Weiser.
Ateş, Ahmet (1953). “Mesnevî’nin On Sekiz Beytinin Manası”. 60. Doğum Yılı Münasebeti ile Fuad Köprülü Armağanı. Ankara: DTCF Yay. 37–50.
Avşar, Ziya (2007). Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Sırların Dili -Bütün Rubailer-. Konya: Kökler Yay.
Avşar, Ziya (2011). Aşk Meclisi. Yozgat: Kün Yay.
Banarlı, Nihad Sâmi (1971). Resimli Türk Edebiyatı Târihi. C. I. İstanbul: MEB Yay.
Bedîüzzamân Furûzânfer (1321). Mevlânâ Celâleddîn Rumî, Hülâsatü’l-Mesnevî. Tahrân.
Bedîüzzamân Furûzânfer (1336). Külliyyât-ı Şems yâ Dîvân-ı Kebîr-i Mevlânâ Celâleddîn Rumî. C. 8. Tahrân: İntişârât-ı Dânişhâh-ı Tahrân.
Bedîüzzaman Furûzânfer (1951). Kitâbı Fîhi Mâ Fîh, ez-Goftâr-ı Mevlânâ Celâleddîn Muhammed-i Meşhûr be-Mevlevî. Tahrân: Dânişgâh-ı Tahrân.
Bedîüzzamân Furûzânfer (1990). Mevlânâ Celâleddîn. İstanbul: MEB Yay.
Beytur, Midhat Bahari (çev.) (1959-1965). Dîvân-ı Kebîr'den Seçme Şiirler. C. 2. İstanbul: MEB Yay.
Ca’fer Müderris-i Sâdıkî (1994). Makâlât-ı Mevlânâ (Fîhi Mâfîh). Tahrân.
Can, Şefik (2006). Mevlânâ Hayatı - Şahsiyeti - Fikirleri. İstanbul: Ötüken Yay.
Can, Şefik (çev.) (1990-1991). Hz. Mevlânâ’nın Rubâîleri. C. 2. Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Can, Şefik (çev.) (1995). Mevlânâ Celâleddîn Rumî, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi. C. 6. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Celâleddîn Muhammed el-Belhî (1318). Fîhi Mâfîh Min-Kelâm-i Mevlânâ. Şîrâz: Kitâbfurûşî-i Cihânnumâ.
Çelebioğlu, Ȃmil (1985). “Muhtelif Şerhlere Göre Mesnevî'nin İlk Beytiyle İlgili Düşünceler”. Selçuk Üniversitesi I. Mevlânâ Kongresi (3-5 Mayıs 1985), Tebliğler. Konya. 5-27.
Çelebioğlu, Ȃmil (hzl.) (1967-1962). Mesnevî-i Şerif, Aslı ve Sadeleştirilmişiyle Manzum Nahîfî Tercümesi. C. III. İstanbul: Sönmez Neşriyat.
Ergin, Nevit Oğuz (çev.) (1995-2003). Mevlânâ Celâleddîn Rumî, Dîvân-i Kebîr. C. 22. USA California: Echo Publications.
Gençosman, N. Nuri (çev.) (1965-1971). Mevlânâ’nın Rubaileri. İstanbul: MEB Yay.
Gençosman, N. Nuri (çev.) (1974). Tebrizli Şems, Makâlât. İstanbul: MEB Yay.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1953). Mevlânâdan Sonra Mevlevîlik. İstanbul: İnkılap Kitabevi.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1963b). Mevlevî Adab ve Erkânı. İstanbul: İnkılap Kitabevi.
Gölpınarlı, Abdülbâki (1985). Mevlânâ Celâleddîn. İstanbul: İnkılap Kitabevi.
Gölpınarlı, Abdülbâki (çev. ve hzl.) (1963). Mevlânâ Celâleddîn, Mektuplar. İstanbul: İnkılap ve Aka Kitabevi.
Gölpınarlı, Abdülbâki (çev. ve hzl.) (1963a). Mevlânâ Celaleddin, Mektuplar. İstanbul: İnkılap ve Aka Kitabevi.
Gölpınarlı, Abdülbâki (çev. ve hzl.) (1964). Mevlânâ Celâleddîn, Rubâiler. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Gölpınarlı, Abdülbâki (çev. ve hzl.) (1965). Mevlânâ Celâleddîn, Mecâlis-i Seb’a. Konya: Konya Turizm Derneği Yay.
Gölpınarlı, Abdülbâki (çev.) (1957-1974). Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr. VII C. İstanbul: Ofset Baskı.
Gölpınarlı, Abdülbâki (çev.) (1959). Mevlânâ Celâleddîn, Fîhi Mâ-fîh. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Gölpınarlı, Abdülbâki (çev.) (1973-1974). Mesnevî ve Şerhi. C. I-VI. Ankara: MEB Yay.
Gölpınarlı, Abdülbâki (çev.) (2007). Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr VII-2. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yay.
İzbudak, Veled Çelebi (1314). Rubâiyyât-ı Hz. Mevlânâ. İstanbul: Ahter Matbaası.
İzbudak, Veled Çelebi (çev.) (1942-1946). Mevlânâ, Mesnevî. C. I-VI. İstanbul: Maarif Vekâleti Yay.
Konuk, Ahmed Avni (2005). Mesnevî-i Şerif Şerhi. 5 C. hzl. M. Tahralı vd. İstanbul: Gelenek Yay.
Konuk, Ahmed Avni (çev.) (1994). Fîhi Mâfîh. hzl. S. Eraydın. İstanbul: İz Yayıncılık.
Köprülü, Fuat (1966). Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.
Küçük, Osman Nuri (2003). “Mevlânâ’nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları”. Tasavvuf. (11): 259-322.
Lewis, Franklin (2010). Mevlânâ Geçmiş ve Şimdi, Doğu ve Batı. çev. G. Ç. Güven ve H. Koyukan. İstanbul: Kabalcı Yay.
Mansuroğlu, Mecdut (1954). “Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’de Türkçe Beyit ve İbâreler”. Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten. (14): 207-220.
Meyerovitch, Eva De Vitray (1976). Le Livre Du Dedans. Paris: Sindbad.
Muhammed Abdulmecîd Hân (1927). Bûstân-i Ma’rifet Şerh-i Urdu-î Mesnevî-i Mevlevî-i Rûm. Loknov: Münşî Novolkişor.
Muhammed Abdüsselâm Kefâfî (çev.) (1996-1997). El-Mesnevî.. 6 C. Kâhire: El-Meclisü’l-A’lâ şi’s-Sakâfe.
Muhammed Takî Ca’ferî (1348-1354). Tefîr ve Nakd ve Tahlîl-i Mesnevî-i Celâleddîn Muhammed-i Belhî. C. 15. Tahran: Şirket-i Sihâmî-i İntişâr.
Nicholson, Reynold A. (1925-1940). The Mathnawi of Jalau’ddin Rumi. C. 8. Laiden: Brill.
Önder, Mehmet, İ. Binark, N. Sefercioğlu (1974). Mevlana Bibliyografyası. C. 1-2. Ankara: İş Bankası Yay.
Öngören, Reşat (1991). “Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî”. İslâm Ansiklopedisi. C. 29. İstanbul: TDV Yay. 441-448.
Schimmel, Annemarie (çev.). (1988). Maulana Calal al-Din Rumi, Von Allem und vom Einen. München: E. Diederichs Verlag.
Şafak, Yakup (2005). Hazret-i Mevlânâ’nın Eserleri. Konya: Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yay.
Şahinoğlu, M. Nazif (1991). “Bahâeddin Veled”. İslâm Ansiklopedisi. C. 4. İstanbul: TDV Yay. 460-462.
Şentürk, Ahmet Atilla, A. Kartal (2011). Eski Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Dergâh Yay.
Tâhirü’l-Mevlevî (çev. ve şrh.) (1963). Mevlânâ, Mesnevî. İstanbul: Selam Yay.
Tarıkâhya [Anbarcıoğlu], Meliha Ülker (çev.) (1954). Mevlânâ, Fîhi Mâfîh. İstanbul: Maarif Vekâleti Yay.
Tevfîk Sübhânî (1371). Mektûbât-ı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî. Tahrân: Merkez-i Neşr-i Dânişgâhî.
Tevfîk Sübhânî (1379). Mecâlis-i Seb’a (Heft Hitâbe). Tahrân: Keyhân.
Thackston, Wheeler (çev.) (1994). Signs of the Unseen: Discourses of Rumi. Putney, Vt.: Threshold Books.
Uzluk, Feridun Nafiz (hzl.) (1937a). Mecâlis-i Seb’a-yı Mevlânâ (Mevlânâ’nın Yedi Öğüdü). çev. Rizeli M. Hulûsi. İstanbul.
Uzluk, Feridun Nafiz (hzl.) (1937b). Mevlânâ’nın Mektubları. İstanbul: Sebat Basımevi.
Vitray- Meyerovitch, Eva de (çev.) (1976). Djalâl-ud-Dîn Rûmî, Le livre du dedans= Fîhi-mâ-fîhi. Paris: Sindbad.
(Yaltkaya), M. Şerefeddin (1934). “Mevlânâ’da Türkçe Kelimeler ve Türkçe Şiirler”. Türkiyat Mecmuası IV: 111-168.
Yazıcı, Tahsin (çev.) (1953-54). Eflâkî, Ȃriflerin Menkıbeleri. C. I-II. Ankara: MEB Yay.
Yazıcı, Tahsin (çev.) (1977). Sipehsâlâr Ferîdun bin Ahmed, Mevlânâ ve Etrafındakiler. İstanbul: Tercüman 1001 Temel Eser.
Yeniterzi, Emine (2007). Mevlânâ Celâleddin Rûmî. Ankara: TDV Yay.
Madde Yazım Bilgileri
Yazar: PROF. DR. ZİYA AVŞARYayın Tarihi: 08.12.2014Güncelleme Tarihi: 26.05.2022Eserlerinden Örnekler
Mesnevî’den
Bişnev in ney çün hikâyet mîkoned
Ez cüdâyihâ şikâyet mîkoned
(Dinle neyden, neler anlatır neler!
Yakınıp ayrılıklardan şöyle der:)
K’ez neyistân tâ merâ bubrîde end
Ez nefîrem merd ü zen nâlîde end
(Beni, kamışlıktan kestikleri an,
Kadın, erkek inledi feryadımdan.)
Sîne hâhem şerha şerha ez firâk
Tâ bigûyem şerh-i derd-i iştiyâk
(Geçmek için aşk derdinin şerhine,
İsterim, hicranla yanmış bir sîne.)
Herkesî kû dûr mand ez asl-ı hîş
Bâz cûyed rûzgâr-ı vasl-ı hîş
(Asıl yurdundan uzak düşen biri,
Kavuşma zamanını bekler, geri.)
Men beher cem’iyyet nâlân şodem
Cüft-i bedhâlân u hoşhâlân şodem
(Her mecliste inleyip durdum zar zar,
Oldum, iyiye de kötüye de yar!)
Herkesî ez zann-ı hod şod yâr-i men
Vez derûnî men necüst esrâr-ı men
(Zannınca, dostuyum herkesin amma,
Kimse bakmaz, içteki sırlarıma!)
Sırr-ı men ez nâle-i men dûr nîst
Lîk çeşm ü gûşrâ ân nûr nîst
(Sırrım, feryadımın içinde durur,
Yoktur lâkin göz ve kulakta o nur!)
Ten zi cân u cân zi ten mestûr nîst
Lîk kesrâ dîd-i cân destûr nîst
(Perdesizdir can tene, ten de cana,
Lakin görme izni yok, hiç bir cana.)
Âteşest in bang-i nây u nîst bâd
Her ki in âteş nedâred nîst bâd
(Ateştir şu ney sesi, hava değil.
Her kimde bu ateş yoksa ölmüş bil.)
Âteş-i ışkest k’ender ney fütâd
Cûşîş-i ışkest k’ender mey fütâd
(Aşk ateşidir, içindeki neyin,
Aşk coşkusudur, özündeki meyin.)
Ney harîfî her ki ez yâr-i bürîd
Perdehâyeş perdehâ-yi mâ derîd
(Neydir, yardan ayrılana gerçek yar,
Ki perdeleri, perdemizi yırtar!)
Hemçü ney zehrî vü tiryâkî ki dîd
Hemçü ney demsâz u müştâkî ki dîd
(Kim görmüş, ney gibi zehir ve derman?
Kim görmüş, ney gibi bir dost ve hayran?)
Ney hadîs-i râh-ı pürhûn mîkoned
Kıssahâ-yı ışk-ı Mecnûn mîkoned
(Verir, kan dolu bir yoldan haber, ney.
Mecnundan aşk öyküleri söyler, ney.)
Mahrem-i in hûş cüz bîhûş nîst
Mer zebanrâ müşterî cüz gûş nîst
(Nasıl ki, kulaksa talibi dilin,
Akla sırdaş da deliliktir, bilin!)
Der gam-ı mâ rûzhâ bîgâh şod
Rûzhâ bâ sûzhâ hemrâh şod
(Aşk derdimizle durgun aktı günler,
Ateşlere dost olup yaktı günler.)
Rûzhâ ger reft gû rev bâk nîst
Tû bemân ey ân ki çün tu pâk nîst
(Geçsin günler, yok endişeye mahal,
Ey saflıkta benzersiz dost, gitme, kal!)
Her ki cüz mâhî zi âbeş sîr şod
Her ki bîrûzist rûzeş dîr şod
(Suya kanar, balıktan gayri ne var,
Nasipsizin günü, uzar da uzar!)
Der neyâbed hâl-i puhte hîç hâm
Pes sühan kûtâh bâyed vesselâm
(Anlar mı hiç, pişmişin halinden ham?
Sözü, kısa kesmelidir vesselam!)
Avşar, Ziya (2011). Aşk Meclisi. Yozgat: Kün Yay. 15-120
Rubâîler’den
yaşadıkça kur’ân’ın kölesiyim
yaşadıkça kur’ân’ın kölesiyim, budur hak,
olurum, seçkin muhammed’in yoluna toprak!
bir kimse, bu sözümden başka bir söz söylerse;
ondan da o sözden de incinirim muhakkak!
kıyısı olmaz aşkın
azîm bir denizdir ki kıyısı olmaz aşkın!
boşlukta bir ummandır, sırları hadden aşkın...
canlar bu denize dalmışlar, orda kalmışlar!
bir damlası ümit, gerisi korkudur, aşkın!
seni zikrediyor rebap
ya rab, ya rab, nasıl zikrediyor seni rebap!
zikrinde yüzlerce soru var, yüzlerce cevap,
yâ rabbî, gönlümüz yanık, gözlerse yaş dolu;
bu coşkunluk yanında, söner küpteki şarap!
biz aşkın âşığıyız
biz aşkın âşığıyız, aşk kurtuluştur zîrâ!
aşk âbıhayata benzer, can ise hızıra,
aşk şahından beratı olmayana yazık, vah!
hayvan ne bilir ki, can şekerinden dem vura!
Avşar, Ziya (2007). Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Sırların Dili -Bütün Rubailer-. Konya: Kökler Yay. 341, 381, 35, 44.
Fîhi Mâfîh’ten
“Fakat insanın meyli son haddine gelince,
Dostluk baştanbaşa düşmanlık haline gelir.”
Bu beytin manasını sordular. Mevlânâ buyurdu ki: Düşmanlık âlemi, dostluk âlemine nispetle dardır. Çünkü dostluk âlemine kavuşmak için insanlar düşmanlık âleminden kaçarlar. Dostluk âlemi de dostluğun ve düşmanlığın kendisinden var olduğu âleme nazaran dardır. Dostluk ve düşmanlık, inkâr ve iman ikiliğe sebep olur. Çünkü küfür inkârdır. İnkâr edene, inkâr edeceği bir kimse lâzımdır. Bunun gibi kabul edene de, kabul edeceği bir kimse gerekir. Bundan da anlaşılıyor ki birlik ve yabancılık ikiliği muciptir. O âlem ise küfrün ve imanın, dostluk ve düşmanlığın fevkinde, ötesindedir. Mademki dostluk ikiliği icap ettirir ve orada ikilik olmayan bir âlem mevcuttur; sırf birlik vardır, oraya erişince, bu ikisi sığamayacağından, dostluk ve düşmanlıktan çıkmış olur. Şu halde oraya eriştiği zaman ikilikten ayrılmış demektir. İkilik, aşk ve dostluk olan o ilk âlem, şimdi söylediğimiz âleme nispetle daha düşük ve aşağıdır. Binaenaleyh onu istemez ve kendisine düşman bilir. Mesela, Mansur’da Hakk’ın dostluğu son hadde varınca, kendi kendinin düşmanı oldu ve kendini yok ettirdi. Ene’l-Hak dedi. Yani, ben fena buldum, yok oldum; yalnız Hak kaldı, işte o kadar! demek dedi. Bu alçak gönüllüktür. Kulluğun, bendeliğin son haddidir. Yani yalnız O’dur, demektir ve o kadar. Halbuki: “Sen yalnız Tanrı’sın ve ben kulum” dersen bu, iddia ve büyüklükte bulunmak sayılır. Bununla sen, kendi varlığını da ispat etmiş olursun. Böylece ikilik lazım gelir ve bu, O Allah’tır! dediğin de ikiliktir. Çünkü ben olmadıkça o mümkün olamaz. Şu halde Ene’l-Hakk’ı Hak söylemiştir. Zira O’ndan gayri bir varlık yoktur.
Anbarcıoğlu, Meliha Ülker (çev.) (2006). Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh. Konya: Konya ve Mülhakatı Eski Eserleri Sevenler Derneği Yay. 152-153.
Dîvân-ı Kebîr’den
Şâh-ı mâ ezcümle şâhan piş bud-o piş bûd
Z’on ki şâhenşâh-ı mâ hem şâh-o hem dervîş bûd
Padişahımız, bütün padişahlardan yüceydi, hepsinden de üstündü: çünkü padişahlar padişahımız, hem padişahtı, hem yoksul.
Padişahımız, perde ardında bir göründü mü, canlarımız kendilerinden geçti gitti; çünkü padişahımız da kendinde değildi.
Padişahımız, canımıza hem yakındı, hem uzak…canlarımız da padişahımıza hem yakındı, hem de uzağa dalmıştı.
Şarabı tortusuzdu, rahatı yerindeydi, derdi yoktu; gül bahçesi dikensizdi, tatlılığında bir acı, bir zehir yoktu.
Padişahın lütfundan bir taneciğini söyleyeyim: Perdeyi kaldırır kaldırmaz, su ateşle barıştı; kurt, koyuna dadı kesildi.
Mutlak can, onun ışığında cansız bir şekil haline geldi; mezhebi kötü kişi bile onun yoluna kurban oldu gitti.
Diyordu ki: Yokluk varlıkta mıdır? Evet dedi; der demez de dünya var oldu, varlık onun bir evet demesini bekliyormuş meğer.
Gölpınarlı, Abdülbâki (çev.) (2007). Mevlânâ - Dîvân-ı Kebîr VII-2. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yay. 379.
Mülemma’
Dânî ki men be-âlem yalguz seni sever men
Çün der berem neyâyî ender gamet öler men
(Bilirsin ki ben, âlemde yalnız seni severim; yanıma gelmeyecek olursan, senin gamından ölürüm.)
Men yâr-ı bâ-vefâem ber men cefâ kılur sen
Ger tû merâ nehâhî men hod seni tiler men
(Ben vefalı (bir) dostum, (sen ise) bana cefa edersin. Sen beni istemesen de ben (yine) seni isterim.)
Rûyî çü mâh dârî men şâd-dilem ez ânem
Zânî şeker lebânet bir öpkinen tiler men
(Ay gibi (ışıklı) bir yüzün var. Gönlüm bu yüzden sevinçlidir. O şeker dudaklarından bir öpücük dilerim.)
Tû hemçü şîr-i mestî dahı kanum içer sen
Men çün segân-ı kûyet donbâl-i tû gezer men
(Sen sarhoş bir aslan gibi, benim kanımı içersin. Ben senin köyünün köpekleri gibi ardın sıra gezerim.)
Her dem be-hışm gûyî bargıl menüm katumdan
Men rûy-i sâht-kerde nezdîk-i tû durur men
(Her zaman (bir) hışımla benim yanımdan git, dersin. Ben yüzümü kızartır, yine senin yanında dururum.)
Rûzî nişest hâhem yalguz senün katunda
Hem sen çagır içer sen hem men kopuz çalar men
(Bir gün senin yanında yalnız kalmak istiyorum. (O gün) sen şarap içersin, ben de kopuz çalarım.)
Mâhî çü Şems-i Tebrîz gaybet nemûd goftend
Ez dîgerî neporsîd men söylerem arar men
(Şems-i Tebrîz gibi bir ay gizlendi, dediler. Başkasından sormayın. Ben söyler, ben ararım.)
Banarlı, Nihad Sâmi (1971). Resimli Türk Edebiyatı Târihi. C. 1. İstanbul: MEB Yay. 319.
Yayın Tarihi: 08.12.2014Güncelleme Tarihi: 26.05.2022Eserlerinden Örnekler
Mesnevî’den
Bişnev in ney çün hikâyet mîkoned
Ez cüdâyihâ şikâyet mîkoned
(Dinle neyden, neler anlatır neler!
Yakınıp ayrılıklardan şöyle der:)
K’ez neyistân tâ merâ bubrîde end
Ez nefîrem merd ü zen nâlîde end
(Beni, kamışlıktan kestikleri an,
Kadın, erkek inledi feryadımdan.)
Sîne hâhem şerha şerha ez firâk
Tâ bigûyem şerh-i derd-i iştiyâk
(Geçmek için aşk derdinin şerhine,
İsterim, hicranla yanmış bir sîne.)
Herkesî kû dûr mand ez asl-ı hîş
Bâz cûyed rûzgâr-ı vasl-ı hîş
(Asıl yurdundan uzak düşen biri,
Kavuşma zamanını bekler, geri.)
Men beher cem’iyyet nâlân şodem
Cüft-i bedhâlân u hoşhâlân şodem
(Her mecliste inleyip durdum zar zar,
Oldum, iyiye de kötüye de yar!)
Herkesî ez zann-ı hod şod yâr-i men
Vez derûnî men necüst esrâr-ı men
(Zannınca, dostuyum herkesin amma,
Kimse bakmaz, içteki sırlarıma!)
Sırr-ı men ez nâle-i men dûr nîst
Lîk çeşm ü gûşrâ ân nûr nîst
(Sırrım, feryadımın içinde durur,
Yoktur lâkin göz ve kulakta o nur!)
Ten zi cân u cân zi ten mestûr nîst
Lîk kesrâ dîd-i cân destûr nîst
(Perdesizdir can tene, ten de cana,
Lakin görme izni yok, hiç bir cana.)
Âteşest in bang-i nây u nîst bâd
Her ki in âteş nedâred nîst bâd
(Ateştir şu ney sesi, hava değil.
Her kimde bu ateş yoksa ölmüş bil.)
Âteş-i ışkest k’ender ney fütâd
Cûşîş-i ışkest k’ender mey fütâd
(Aşk ateşidir, içindeki neyin,
Aşk coşkusudur, özündeki meyin.)
Ney harîfî her ki ez yâr-i bürîd
Perdehâyeş perdehâ-yi mâ derîd
(Neydir, yardan ayrılana gerçek yar,
Ki perdeleri, perdemizi yırtar!)
Hemçü ney zehrî vü tiryâkî ki dîd
Hemçü ney demsâz u müştâkî ki dîd
(Kim görmüş, ney gibi zehir ve derman?
Kim görmüş, ney gibi bir dost ve hayran?)
Ney hadîs-i râh-ı pürhûn mîkoned
Kıssahâ-yı ışk-ı Mecnûn mîkoned
(Verir, kan dolu bir yoldan haber, ney.
Mecnundan aşk öyküleri söyler, ney.)
Mahrem-i in hûş cüz bîhûş nîst
Mer zebanrâ müşterî cüz gûş nîst
(Nasıl ki, kulaksa talibi dilin,
Akla sırdaş da deliliktir, bilin!)
Der gam-ı mâ rûzhâ bîgâh şod
Rûzhâ bâ sûzhâ hemrâh şod
(Aşk derdimizle durgun aktı günler,
Ateşlere dost olup yaktı günler.)
Rûzhâ ger reft gû rev bâk nîst
Tû bemân ey ân ki çün tu pâk nîst
(Geçsin günler, yok endişeye mahal,
Ey saflıkta benzersiz dost, gitme, kal!)
Her ki cüz mâhî zi âbeş sîr şod
Her ki bîrûzist rûzeş dîr şod
(Suya kanar, balıktan gayri ne var,
Nasipsizin günü, uzar da uzar!)
Der neyâbed hâl-i puhte hîç hâm
Pes sühan kûtâh bâyed vesselâm
(Anlar mı hiç, pişmişin halinden ham?
Sözü, kısa kesmelidir vesselam!)
Avşar, Ziya (2011). Aşk Meclisi. Yozgat: Kün Yay. 15-120
Rubâîler’den
yaşadıkça kur’ân’ın kölesiyim
yaşadıkça kur’ân’ın kölesiyim, budur hak,
olurum, seçkin muhammed’in yoluna toprak!
bir kimse, bu sözümden başka bir söz söylerse;
ondan da o sözden de incinirim muhakkak!
kıyısı olmaz aşkın
azîm bir denizdir ki kıyısı olmaz aşkın!
boşlukta bir ummandır, sırları hadden aşkın...
canlar bu denize dalmışlar, orda kalmışlar!
bir damlası ümit, gerisi korkudur, aşkın!
seni zikrediyor rebap
ya rab, ya rab, nasıl zikrediyor seni rebap!
zikrinde yüzlerce soru var, yüzlerce cevap,
yâ rabbî, gönlümüz yanık, gözlerse yaş dolu;
bu coşkunluk yanında, söner küpteki şarap!
biz aşkın âşığıyız
biz aşkın âşığıyız, aşk kurtuluştur zîrâ!
aşk âbıhayata benzer, can ise hızıra,
aşk şahından beratı olmayana yazık, vah!
hayvan ne bilir ki, can şekerinden dem vura!
Avşar, Ziya (2007). Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Sırların Dili -Bütün Rubailer-. Konya: Kökler Yay. 341, 381, 35, 44.
Fîhi Mâfîh’ten
“Fakat insanın meyli son haddine gelince,
Dostluk baştanbaşa düşmanlık haline gelir.”
Bu beytin manasını sordular. Mevlânâ buyurdu ki: Düşmanlık âlemi, dostluk âlemine nispetle dardır. Çünkü dostluk âlemine kavuşmak için insanlar düşmanlık âleminden kaçarlar. Dostluk âlemi de dostluğun ve düşmanlığın kendisinden var olduğu âleme nazaran dardır. Dostluk ve düşmanlık, inkâr ve iman ikiliğe sebep olur. Çünkü küfür inkârdır. İnkâr edene, inkâr edeceği bir kimse lâzımdır. Bunun gibi kabul edene de, kabul edeceği bir kimse gerekir. Bundan da anlaşılıyor ki birlik ve yabancılık ikiliği muciptir. O âlem ise küfrün ve imanın, dostluk ve düşmanlığın fevkinde, ötesindedir. Mademki dostluk ikiliği icap ettirir ve orada ikilik olmayan bir âlem mevcuttur; sırf birlik vardır, oraya erişince, bu ikisi sığamayacağından, dostluk ve düşmanlıktan çıkmış olur. Şu halde oraya eriştiği zaman ikilikten ayrılmış demektir. İkilik, aşk ve dostluk olan o ilk âlem, şimdi söylediğimiz âleme nispetle daha düşük ve aşağıdır. Binaenaleyh onu istemez ve kendisine düşman bilir. Mesela, Mansur’da Hakk’ın dostluğu son hadde varınca, kendi kendinin düşmanı oldu ve kendini yok ettirdi. Ene’l-Hak dedi. Yani, ben fena buldum, yok oldum; yalnız Hak kaldı, işte o kadar! demek dedi. Bu alçak gönüllüktür. Kulluğun, bendeliğin son haddidir. Yani yalnız O’dur, demektir ve o kadar. Halbuki: “Sen yalnız Tanrı’sın ve ben kulum” dersen bu, iddia ve büyüklükte bulunmak sayılır. Bununla sen, kendi varlığını da ispat etmiş olursun. Böylece ikilik lazım gelir ve bu, O Allah’tır! dediğin de ikiliktir. Çünkü ben olmadıkça o mümkün olamaz. Şu halde Ene’l-Hakk’ı Hak söylemiştir. Zira O’ndan gayri bir varlık yoktur.
Anbarcıoğlu, Meliha Ülker (çev.) (2006). Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh. Konya: Konya ve Mülhakatı Eski Eserleri Sevenler Derneği Yay. 152-153.
Dîvân-ı Kebîr’den
Şâh-ı mâ ezcümle şâhan piş bud-o piş bûd
Z’on ki şâhenşâh-ı mâ hem şâh-o hem dervîş bûd
Padişahımız, bütün padişahlardan yüceydi, hepsinden de üstündü: çünkü padişahlar padişahımız, hem padişahtı, hem yoksul.
Padişahımız, perde ardında bir göründü mü, canlarımız kendilerinden geçti gitti; çünkü padişahımız da kendinde değildi.
Padişahımız, canımıza hem yakındı, hem uzak…canlarımız da padişahımıza hem yakındı, hem de uzağa dalmıştı.
Şarabı tortusuzdu, rahatı yerindeydi, derdi yoktu; gül bahçesi dikensizdi, tatlılığında bir acı, bir zehir yoktu.
Padişahın lütfundan bir taneciğini söyleyeyim: Perdeyi kaldırır kaldırmaz, su ateşle barıştı; kurt, koyuna dadı kesildi.
Mutlak can, onun ışığında cansız bir şekil haline geldi; mezhebi kötü kişi bile onun yoluna kurban oldu gitti.
Diyordu ki: Yokluk varlıkta mıdır? Evet dedi; der demez de dünya var oldu, varlık onun bir evet demesini bekliyormuş meğer.
Gölpınarlı, Abdülbâki (çev.) (2007). Mevlânâ - Dîvân-ı Kebîr VII-2. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yay. 379.
Mülemma’
Dânî ki men be-âlem yalguz seni sever men
Çün der berem neyâyî ender gamet öler men
(Bilirsin ki ben, âlemde yalnız seni severim; yanıma gelmeyecek olursan, senin gamından ölürüm.)
Men yâr-ı bâ-vefâem ber men cefâ kılur sen
Ger tû merâ nehâhî men hod seni tiler men
(Ben vefalı (bir) dostum, (sen ise) bana cefa edersin. Sen beni istemesen de ben (yine) seni isterim.)
Rûyî çü mâh dârî men şâd-dilem ez ânem
Zânî şeker lebânet bir öpkinen tiler men
(Ay gibi (ışıklı) bir yüzün var. Gönlüm bu yüzden sevinçlidir. O şeker dudaklarından bir öpücük dilerim.)
Tû hemçü şîr-i mestî dahı kanum içer sen
Men çün segân-ı kûyet donbâl-i tû gezer men
(Sen sarhoş bir aslan gibi, benim kanımı içersin. Ben senin köyünün köpekleri gibi ardın sıra gezerim.)
Her dem be-hışm gûyî bargıl menüm katumdan
Men rûy-i sâht-kerde nezdîk-i tû durur men
(Her zaman (bir) hışımla benim yanımdan git, dersin. Ben yüzümü kızartır, yine senin yanında dururum.)
Rûzî nişest hâhem yalguz senün katunda
Hem sen çagır içer sen hem men kopuz çalar men
(Bir gün senin yanında yalnız kalmak istiyorum. (O gün) sen şarap içersin, ben de kopuz çalarım.)
Mâhî çü Şems-i Tebrîz gaybet nemûd goftend
Ez dîgerî neporsîd men söylerem arar men
(Şems-i Tebrîz gibi bir ay gizlendi, dediler. Başkasından sormayın. Ben söyler, ben ararım.)
Banarlı, Nihad Sâmi (1971). Resimli Türk Edebiyatı Târihi. C. 1. İstanbul: MEB Yay. 319.
Güncelleme Tarihi: 26.05.2022Eserlerinden Örnekler
Mesnevî’den
Bişnev in ney çün hikâyet mîkoned
Ez cüdâyihâ şikâyet mîkoned
(Dinle neyden, neler anlatır neler!
Yakınıp ayrılıklardan şöyle der:)
K’ez neyistân tâ merâ bubrîde end
Ez nefîrem merd ü zen nâlîde end
(Beni, kamışlıktan kestikleri an,
Kadın, erkek inledi feryadımdan.)
Sîne hâhem şerha şerha ez firâk
Tâ bigûyem şerh-i derd-i iştiyâk
(Geçmek için aşk derdinin şerhine,
İsterim, hicranla yanmış bir sîne.)
Herkesî kû dûr mand ez asl-ı hîş
Bâz cûyed rûzgâr-ı vasl-ı hîş
(Asıl yurdundan uzak düşen biri,
Kavuşma zamanını bekler, geri.)
Men beher cem’iyyet nâlân şodem
Cüft-i bedhâlân u hoşhâlân şodem
(Her mecliste inleyip durdum zar zar,
Oldum, iyiye de kötüye de yar!)
Herkesî ez zann-ı hod şod yâr-i men
Vez derûnî men necüst esrâr-ı men
(Zannınca, dostuyum herkesin amma,
Kimse bakmaz, içteki sırlarıma!)
Sırr-ı men ez nâle-i men dûr nîst
Lîk çeşm ü gûşrâ ân nûr nîst
(Sırrım, feryadımın içinde durur,
Yoktur lâkin göz ve kulakta o nur!)
Ten zi cân u cân zi ten mestûr nîst
Lîk kesrâ dîd-i cân destûr nîst
(Perdesizdir can tene, ten de cana,
Lakin görme izni yok, hiç bir cana.)
Âteşest in bang-i nây u nîst bâd
Her ki in âteş nedâred nîst bâd
(Ateştir şu ney sesi, hava değil.
Her kimde bu ateş yoksa ölmüş bil.)
Âteş-i ışkest k’ender ney fütâd
Cûşîş-i ışkest k’ender mey fütâd
(Aşk ateşidir, içindeki neyin,
Aşk coşkusudur, özündeki meyin.)
Ney harîfî her ki ez yâr-i bürîd
Perdehâyeş perdehâ-yi mâ derîd
(Neydir, yardan ayrılana gerçek yar,
Ki perdeleri, perdemizi yırtar!)
Hemçü ney zehrî vü tiryâkî ki dîd
Hemçü ney demsâz u müştâkî ki dîd
(Kim görmüş, ney gibi zehir ve derman?
Kim görmüş, ney gibi bir dost ve hayran?)
Ney hadîs-i râh-ı pürhûn mîkoned
Kıssahâ-yı ışk-ı Mecnûn mîkoned
(Verir, kan dolu bir yoldan haber, ney.
Mecnundan aşk öyküleri söyler, ney.)
Mahrem-i in hûş cüz bîhûş nîst
Mer zebanrâ müşterî cüz gûş nîst
(Nasıl ki, kulaksa talibi dilin,
Akla sırdaş da deliliktir, bilin!)
Der gam-ı mâ rûzhâ bîgâh şod
Rûzhâ bâ sûzhâ hemrâh şod
(Aşk derdimizle durgun aktı günler,
Ateşlere dost olup yaktı günler.)
Rûzhâ ger reft gû rev bâk nîst
Tû bemân ey ân ki çün tu pâk nîst
(Geçsin günler, yok endişeye mahal,
Ey saflıkta benzersiz dost, gitme, kal!)
Her ki cüz mâhî zi âbeş sîr şod
Her ki bîrûzist rûzeş dîr şod
(Suya kanar, balıktan gayri ne var,
Nasipsizin günü, uzar da uzar!)
Der neyâbed hâl-i puhte hîç hâm
Pes sühan kûtâh bâyed vesselâm
(Anlar mı hiç, pişmişin halinden ham?
Sözü, kısa kesmelidir vesselam!)
Avşar, Ziya (2011). Aşk Meclisi. Yozgat: Kün Yay. 15-120
Rubâîler’den
yaşadıkça kur’ân’ın kölesiyim
yaşadıkça kur’ân’ın kölesiyim, budur hak,
olurum, seçkin muhammed’in yoluna toprak!
bir kimse, bu sözümden başka bir söz söylerse;
ondan da o sözden de incinirim muhakkak!
kıyısı olmaz aşkın
azîm bir denizdir ki kıyısı olmaz aşkın!
boşlukta bir ummandır, sırları hadden aşkın...
canlar bu denize dalmışlar, orda kalmışlar!
bir damlası ümit, gerisi korkudur, aşkın!
seni zikrediyor rebap
ya rab, ya rab, nasıl zikrediyor seni rebap!
zikrinde yüzlerce soru var, yüzlerce cevap,
yâ rabbî, gönlümüz yanık, gözlerse yaş dolu;
bu coşkunluk yanında, söner küpteki şarap!
biz aşkın âşığıyız
biz aşkın âşığıyız, aşk kurtuluştur zîrâ!
aşk âbıhayata benzer, can ise hızıra,
aşk şahından beratı olmayana yazık, vah!
hayvan ne bilir ki, can şekerinden dem vura!
Avşar, Ziya (2007). Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Sırların Dili -Bütün Rubailer-. Konya: Kökler Yay. 341, 381, 35, 44.
Fîhi Mâfîh’ten
“Fakat insanın meyli son haddine gelince,
Dostluk baştanbaşa düşmanlık haline gelir.”
Bu beytin manasını sordular. Mevlânâ buyurdu ki: Düşmanlık âlemi, dostluk âlemine nispetle dardır. Çünkü dostluk âlemine kavuşmak için insanlar düşmanlık âleminden kaçarlar. Dostluk âlemi de dostluğun ve düşmanlığın kendisinden var olduğu âleme nazaran dardır. Dostluk ve düşmanlık, inkâr ve iman ikiliğe sebep olur. Çünkü küfür inkârdır. İnkâr edene, inkâr edeceği bir kimse lâzımdır. Bunun gibi kabul edene de, kabul edeceği bir kimse gerekir. Bundan da anlaşılıyor ki birlik ve yabancılık ikiliği muciptir. O âlem ise küfrün ve imanın, dostluk ve düşmanlığın fevkinde, ötesindedir. Mademki dostluk ikiliği icap ettirir ve orada ikilik olmayan bir âlem mevcuttur; sırf birlik vardır, oraya erişince, bu ikisi sığamayacağından, dostluk ve düşmanlıktan çıkmış olur. Şu halde oraya eriştiği zaman ikilikten ayrılmış demektir. İkilik, aşk ve dostluk olan o ilk âlem, şimdi söylediğimiz âleme nispetle daha düşük ve aşağıdır. Binaenaleyh onu istemez ve kendisine düşman bilir. Mesela, Mansur’da Hakk’ın dostluğu son hadde varınca, kendi kendinin düşmanı oldu ve kendini yok ettirdi. Ene’l-Hak dedi. Yani, ben fena buldum, yok oldum; yalnız Hak kaldı, işte o kadar! demek dedi. Bu alçak gönüllüktür. Kulluğun, bendeliğin son haddidir. Yani yalnız O’dur, demektir ve o kadar. Halbuki: “Sen yalnız Tanrı’sın ve ben kulum” dersen bu, iddia ve büyüklükte bulunmak sayılır. Bununla sen, kendi varlığını da ispat etmiş olursun. Böylece ikilik lazım gelir ve bu, O Allah’tır! dediğin de ikiliktir. Çünkü ben olmadıkça o mümkün olamaz. Şu halde Ene’l-Hakk’ı Hak söylemiştir. Zira O’ndan gayri bir varlık yoktur.
Anbarcıoğlu, Meliha Ülker (çev.) (2006). Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh. Konya: Konya ve Mülhakatı Eski Eserleri Sevenler Derneği Yay. 152-153.
Dîvân-ı Kebîr’den
Şâh-ı mâ ezcümle şâhan piş bud-o piş bûd
Z’on ki şâhenşâh-ı mâ hem şâh-o hem dervîş bûd
Padişahımız, bütün padişahlardan yüceydi, hepsinden de üstündü: çünkü padişahlar padişahımız, hem padişahtı, hem yoksul.
Padişahımız, perde ardında bir göründü mü, canlarımız kendilerinden geçti gitti; çünkü padişahımız da kendinde değildi.
Padişahımız, canımıza hem yakındı, hem uzak…canlarımız da padişahımıza hem yakındı, hem de uzağa dalmıştı.
Şarabı tortusuzdu, rahatı yerindeydi, derdi yoktu; gül bahçesi dikensizdi, tatlılığında bir acı, bir zehir yoktu.
Padişahın lütfundan bir taneciğini söyleyeyim: Perdeyi kaldırır kaldırmaz, su ateşle barıştı; kurt, koyuna dadı kesildi.
Mutlak can, onun ışığında cansız bir şekil haline geldi; mezhebi kötü kişi bile onun yoluna kurban oldu gitti.
Diyordu ki: Yokluk varlıkta mıdır? Evet dedi; der demez de dünya var oldu, varlık onun bir evet demesini bekliyormuş meğer.
Gölpınarlı, Abdülbâki (çev.) (2007). Mevlânâ - Dîvân-ı Kebîr VII-2. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yay. 379.
Mülemma’
Dânî ki men be-âlem yalguz seni sever men
Çün der berem neyâyî ender gamet öler men
(Bilirsin ki ben, âlemde yalnız seni severim; yanıma gelmeyecek olursan, senin gamından ölürüm.)
Men yâr-ı bâ-vefâem ber men cefâ kılur sen
Ger tû merâ nehâhî men hod seni tiler men
(Ben vefalı (bir) dostum, (sen ise) bana cefa edersin. Sen beni istemesen de ben (yine) seni isterim.)
Rûyî çü mâh dârî men şâd-dilem ez ânem
Zânî şeker lebânet bir öpkinen tiler men
(Ay gibi (ışıklı) bir yüzün var. Gönlüm bu yüzden sevinçlidir. O şeker dudaklarından bir öpücük dilerim.)
Tû hemçü şîr-i mestî dahı kanum içer sen
Men çün segân-ı kûyet donbâl-i tû gezer men
(Sen sarhoş bir aslan gibi, benim kanımı içersin. Ben senin köyünün köpekleri gibi ardın sıra gezerim.)
Her dem be-hışm gûyî bargıl menüm katumdan
Men rûy-i sâht-kerde nezdîk-i tû durur men
(Her zaman (bir) hışımla benim yanımdan git, dersin. Ben yüzümü kızartır, yine senin yanında dururum.)
Rûzî nişest hâhem yalguz senün katunda
Hem sen çagır içer sen hem men kopuz çalar men
(Bir gün senin yanında yalnız kalmak istiyorum. (O gün) sen şarap içersin, ben de kopuz çalarım.)
Mâhî çü Şems-i Tebrîz gaybet nemûd goftend
Ez dîgerî neporsîd men söylerem arar men
(Şems-i Tebrîz gibi bir ay gizlendi, dediler. Başkasından sormayın. Ben söyler, ben ararım.)
Banarlı, Nihad Sâmi (1971). Resimli Türk Edebiyatı Târihi. C. 1. İstanbul: MEB Yay. 319.
Eserlerinden Örnekler
Mesnevî’den
Bişnev in ney çün hikâyet mîkoned
Ez cüdâyihâ şikâyet mîkoned
(Dinle neyden, neler anlatır neler!
Yakınıp ayrılıklardan şöyle der:)
K’ez neyistân tâ merâ bubrîde end
Ez nefîrem merd ü zen nâlîde end
(Beni, kamışlıktan kestikleri an,
Kadın, erkek inledi feryadımdan.)
Sîne hâhem şerha şerha ez firâk
Tâ bigûyem şerh-i derd-i iştiyâk
(Geçmek için aşk derdinin şerhine,
İsterim, hicranla yanmış bir sîne.)
Herkesî kû dûr mand ez asl-ı hîş
Bâz cûyed rûzgâr-ı vasl-ı hîş
(Asıl yurdundan uzak düşen biri,
Kavuşma zamanını bekler, geri.)
Men beher cem’iyyet nâlân şodem
Cüft-i bedhâlân u hoşhâlân şodem
(Her mecliste inleyip durdum zar zar,
Oldum, iyiye de kötüye de yar!)
Herkesî ez zann-ı hod şod yâr-i men
Vez derûnî men necüst esrâr-ı men
(Zannınca, dostuyum herkesin amma,
Kimse bakmaz, içteki sırlarıma!)
Sırr-ı men ez nâle-i men dûr nîst
Lîk çeşm ü gûşrâ ân nûr nîst
(Sırrım, feryadımın içinde durur,
Yoktur lâkin göz ve kulakta o nur!)
Ten zi cân u cân zi ten mestûr nîst
Lîk kesrâ dîd-i cân destûr nîst
(Perdesizdir can tene, ten de cana,
Lakin görme izni yok, hiç bir cana.)
Âteşest in bang-i nây u nîst bâd
Her ki in âteş nedâred nîst bâd
(Ateştir şu ney sesi, hava değil.
Her kimde bu ateş yoksa ölmüş bil.)
Âteş-i ışkest k’ender ney fütâd
Cûşîş-i ışkest k’ender mey fütâd
(Aşk ateşidir, içindeki neyin,
Aşk coşkusudur, özündeki meyin.)
Ney harîfî her ki ez yâr-i bürîd
Perdehâyeş perdehâ-yi mâ derîd
(Neydir, yardan ayrılana gerçek yar,
Ki perdeleri, perdemizi yırtar!)
Hemçü ney zehrî vü tiryâkî ki dîd
Hemçü ney demsâz u müştâkî ki dîd
(Kim görmüş, ney gibi zehir ve derman?
Kim görmüş, ney gibi bir dost ve hayran?)
Ney hadîs-i râh-ı pürhûn mîkoned
Kıssahâ-yı ışk-ı Mecnûn mîkoned
(Verir, kan dolu bir yoldan haber, ney.
Mecnundan aşk öyküleri söyler, ney.)
Mahrem-i in hûş cüz bîhûş nîst
Mer zebanrâ müşterî cüz gûş nîst
(Nasıl ki, kulaksa talibi dilin,
Akla sırdaş da deliliktir, bilin!)
Der gam-ı mâ rûzhâ bîgâh şod
Rûzhâ bâ sûzhâ hemrâh şod
(Aşk derdimizle durgun aktı günler,
Ateşlere dost olup yaktı günler.)
Rûzhâ ger reft gû rev bâk nîst
Tû bemân ey ân ki çün tu pâk nîst
(Geçsin günler, yok endişeye mahal,
Ey saflıkta benzersiz dost, gitme, kal!)
Her ki cüz mâhî zi âbeş sîr şod
Her ki bîrûzist rûzeş dîr şod
(Suya kanar, balıktan gayri ne var,
Nasipsizin günü, uzar da uzar!)
Der neyâbed hâl-i puhte hîç hâm
Pes sühan kûtâh bâyed vesselâm
(Anlar mı hiç, pişmişin halinden ham?
Sözü, kısa kesmelidir vesselam!)
Avşar, Ziya (2011). Aşk Meclisi. Yozgat: Kün Yay. 15-120
Rubâîler’den
yaşadıkça kur’ân’ın kölesiyim
yaşadıkça kur’ân’ın kölesiyim, budur hak,
olurum, seçkin muhammed’in yoluna toprak!
bir kimse, bu sözümden başka bir söz söylerse;
ondan da o sözden de incinirim muhakkak!
kıyısı olmaz aşkın
azîm bir denizdir ki kıyısı olmaz aşkın!
boşlukta bir ummandır, sırları hadden aşkın...
canlar bu denize dalmışlar, orda kalmışlar!
bir damlası ümit, gerisi korkudur, aşkın!
seni zikrediyor rebap
ya rab, ya rab, nasıl zikrediyor seni rebap!
zikrinde yüzlerce soru var, yüzlerce cevap,
yâ rabbî, gönlümüz yanık, gözlerse yaş dolu;
bu coşkunluk yanında, söner küpteki şarap!
biz aşkın âşığıyız
biz aşkın âşığıyız, aşk kurtuluştur zîrâ!
aşk âbıhayata benzer, can ise hızıra,
aşk şahından beratı olmayana yazık, vah!
hayvan ne bilir ki, can şekerinden dem vura!
Avşar, Ziya (2007). Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Sırların Dili -Bütün Rubailer-. Konya: Kökler Yay. 341, 381, 35, 44.
Fîhi Mâfîh’ten
“Fakat insanın meyli son haddine gelince,
Dostluk baştanbaşa düşmanlık haline gelir.”
Bu beytin manasını sordular. Mevlânâ buyurdu ki: Düşmanlık âlemi, dostluk âlemine nispetle dardır. Çünkü dostluk âlemine kavuşmak için insanlar düşmanlık âleminden kaçarlar. Dostluk âlemi de dostluğun ve düşmanlığın kendisinden var olduğu âleme nazaran dardır. Dostluk ve düşmanlık, inkâr ve iman ikiliğe sebep olur. Çünkü küfür inkârdır. İnkâr edene, inkâr edeceği bir kimse lâzımdır. Bunun gibi kabul edene de, kabul edeceği bir kimse gerekir. Bundan da anlaşılıyor ki birlik ve yabancılık ikiliği muciptir. O âlem ise küfrün ve imanın, dostluk ve düşmanlığın fevkinde, ötesindedir. Mademki dostluk ikiliği icap ettirir ve orada ikilik olmayan bir âlem mevcuttur; sırf birlik vardır, oraya erişince, bu ikisi sığamayacağından, dostluk ve düşmanlıktan çıkmış olur. Şu halde oraya eriştiği zaman ikilikten ayrılmış demektir. İkilik, aşk ve dostluk olan o ilk âlem, şimdi söylediğimiz âleme nispetle daha düşük ve aşağıdır. Binaenaleyh onu istemez ve kendisine düşman bilir. Mesela, Mansur’da Hakk’ın dostluğu son hadde varınca, kendi kendinin düşmanı oldu ve kendini yok ettirdi. Ene’l-Hak dedi. Yani, ben fena buldum, yok oldum; yalnız Hak kaldı, işte o kadar! demek dedi. Bu alçak gönüllüktür. Kulluğun, bendeliğin son haddidir. Yani yalnız O’dur, demektir ve o kadar. Halbuki: “Sen yalnız Tanrı’sın ve ben kulum” dersen bu, iddia ve büyüklükte bulunmak sayılır. Bununla sen, kendi varlığını da ispat etmiş olursun. Böylece ikilik lazım gelir ve bu, O Allah’tır! dediğin de ikiliktir. Çünkü ben olmadıkça o mümkün olamaz. Şu halde Ene’l-Hakk’ı Hak söylemiştir. Zira O’ndan gayri bir varlık yoktur.
Anbarcıoğlu, Meliha Ülker (çev.) (2006). Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh. Konya: Konya ve Mülhakatı Eski Eserleri Sevenler Derneği Yay. 152-153.
Dîvân-ı Kebîr’den
Şâh-ı mâ ezcümle şâhan piş bud-o piş bûd
Z’on ki şâhenşâh-ı mâ hem şâh-o hem dervîş bûd
Padişahımız, bütün padişahlardan yüceydi, hepsinden de üstündü: çünkü padişahlar padişahımız, hem padişahtı, hem yoksul.
Padişahımız, perde ardında bir göründü mü, canlarımız kendilerinden geçti gitti; çünkü padişahımız da kendinde değildi.
Padişahımız, canımıza hem yakındı, hem uzak…canlarımız da padişahımıza hem yakındı, hem de uzağa dalmıştı.
Şarabı tortusuzdu, rahatı yerindeydi, derdi yoktu; gül bahçesi dikensizdi, tatlılığında bir acı, bir zehir yoktu.
Padişahın lütfundan bir taneciğini söyleyeyim: Perdeyi kaldırır kaldırmaz, su ateşle barıştı; kurt, koyuna dadı kesildi.
Mutlak can, onun ışığında cansız bir şekil haline geldi; mezhebi kötü kişi bile onun yoluna kurban oldu gitti.
Diyordu ki: Yokluk varlıkta mıdır? Evet dedi; der demez de dünya var oldu, varlık onun bir evet demesini bekliyormuş meğer.
Gölpınarlı, Abdülbâki (çev.) (2007). Mevlânâ - Dîvân-ı Kebîr VII-2. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yay. 379.
Mülemma’
Dânî ki men be-âlem yalguz seni sever men
Çün der berem neyâyî ender gamet öler men
(Bilirsin ki ben, âlemde yalnız seni severim; yanıma gelmeyecek olursan, senin gamından ölürüm.)
Men yâr-ı bâ-vefâem ber men cefâ kılur sen
Ger tû merâ nehâhî men hod seni tiler men
(Ben vefalı (bir) dostum, (sen ise) bana cefa edersin. Sen beni istemesen de ben (yine) seni isterim.)
Rûyî çü mâh dârî men şâd-dilem ez ânem
Zânî şeker lebânet bir öpkinen tiler men
(Ay gibi (ışıklı) bir yüzün var. Gönlüm bu yüzden sevinçlidir. O şeker dudaklarından bir öpücük dilerim.)
Tû hemçü şîr-i mestî dahı kanum içer sen
Men çün segân-ı kûyet donbâl-i tû gezer men
(Sen sarhoş bir aslan gibi, benim kanımı içersin. Ben senin köyünün köpekleri gibi ardın sıra gezerim.)
Her dem be-hışm gûyî bargıl menüm katumdan
Men rûy-i sâht-kerde nezdîk-i tû durur men
(Her zaman (bir) hışımla benim yanımdan git, dersin. Ben yüzümü kızartır, yine senin yanında dururum.)
Rûzî nişest hâhem yalguz senün katunda
Hem sen çagır içer sen hem men kopuz çalar men
(Bir gün senin yanında yalnız kalmak istiyorum. (O gün) sen şarap içersin, ben de kopuz çalarım.)
Mâhî çü Şems-i Tebrîz gaybet nemûd goftend
Ez dîgerî neporsîd men söylerem arar men
(Şems-i Tebrîz gibi bir ay gizlendi, dediler. Başkasından sormayın. Ben söyler, ben ararım.)
Banarlı, Nihad Sâmi (1971). Resimli Türk Edebiyatı Târihi. C. 1. İstanbul: MEB Yay. 319.