Madde Detay
MURÂD-I BUHÂRÎ
(d. 1050-55/1640-1645 - ö. 1132/1719)
Tekke Şairi
(Tekke / 17. Yüzyıl / Türkiye Dışı)
ISBN: 978-9944-237-86-4
On yedinci yüzyılda yaşamış, İstanbul’da medfun bulunan en büyük üç evliyadan birisidir. Seyyid Murâd-ı Buhârî olarak meşhur olup asıl adı Muhammed Murâd bin Ali bin Dâvûd Hüseynî Özbekî Buhârî Keşmirî’dir. Babasının doğduğu yere nisbetle Buhârî lakabıyla anılmaktadır. “Muradî” lakabıyla da tanınan Murâd-ı Buhârî Efendi’den tekkenin haziresindeki mezar taşlarında ve Osmanlı Arşivi’ndeki vesikalarda “Buhârî” ve “Nakşibendî" diye bahsedilmektedir. “Buhârî" nisbesi ise bir karışıklıktan dolayı ortaya çıkmış olup bazı kaynaklarda rastlanmaktadır. Bu karışıklığa Eyüp’ün Karasüleymansubaşı Mahallesi’nde bulunan Buhârî Türbesi sebep olmuştur. Hâlbuki Şeyh Muhammed Murad-ı Buhârî Tekkesi Eyüp’ün Nişancı Mahallesi’nde bulunmaktadır (Galitekin 2003: 958). Kaynaklarda doğum yeri olarak Keşmir, Kabil ve Buhara isimleri geçmektedir. Fakat kaynakların çoğunluğunun ortak görüşü Hindistan ile Pakistan sınırları arasında kalan bir bölge olan Keşmir’dir. Hakkında bilgi veren bütün kaynaklarda doğum tarihi de itilaflıdır. 1050-1055/1640-1645 yılları arasında doğduğu sanılmaktadır (Ayvansarâyî 1865: 292). Ailesi hakkında bilgi çok azdır, sadece babasının ve oğlunun adı geçmektedir. Murâd-ı Buhârî’nin babası Semerkand beldesinin Nakîbü’l-eşrâfi (seyyid ve şeriflerin işleriyle ilgilenen makam) Seyyid Ali’nin oğludur. Muhammed Bahâeddin (ö.1169/1755) ise hem oğlu hem de halifesidir.
Küçük yaştan itibaren ilim tahsiline başladı. Din ve fen konularında olgunlaştı. Hadis ve tefsir konularında gerekli eğitimi aldı. Sevenlerinin yardımı ile Kabe-i Muazzama’yı ve Rasûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyaret etti. Akli ve naklî ilimleri öğrendi. İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî-i Serhendî Hazretlerinin oğlu ve ekmel halifesi Şeyh Muhammed Masûm-ı Fârûkî Hazretlerinin halifelerindendir. Bir müddet onun yanında kaldı. Nakşibendiyye tarikatının Müceddidiyye kolunu Anadolu’ya getiren ilk sufi diye bilinen Murad-ı Buhârî halkın yanı sıra şeyhülislâm, vezir ve paşalardan şeyhler ve medrese âlimlerine kadar toplumun hemen her kesiminden insanlar üzerinde etkili olmuştur. Mürşid-i kâmil, yetişmiş ve insanları yetiştirebilen zat olarak tekrar Hicaz’a geldi. Hicaz’da üç sene kaldı. Sonra Bağdad’a gitti. Burada büyük zatları ziyaret etti. Sonra Isfahan’dan Buhara’ya gitti. Belh ve Semerkand’daki tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde bulundu. Tekrar Bağdad’a gitti. Oradan üçüncü defa hacca gitti. Sonra Mısır ve Kahire’ye, buradan da Şam-ı Şerif’e geçti. Şam-ı Şerif, çok hoşlarına gittiği için, uzun müddet burada ikamet etti. Şam’da pek çok kimse ziyaretine gelip kendisinden ilim ve edep öğrendi. Şam halkı kendisini çok sever ve çok hürmet ederdi, şöhreti her yere yayıldı. Sultan Mustafa Han ona Şam’da bir köy verdi. Bu köy hâlâ onun adıyla meşhurdur. Murâd-ı Buhârî’nin bereketiyle zalimler ıslah olup, Şam halkı pek çok zulümden korundu. Her türlü günah işleyenlerin barındığı bir evi zulmetten kurtarıp, Murâdî Medresesi diye anılan bir ilim yuvası haline getirdi. Bu medreselerde okuyan talebelerin ihtiyaçları için vakıflar kurdu. 1902/1681 yılında otuz sekiz yaşında iken İstanbul’a teşrif etti. Eyüp Sultan Semti’nde, Eyüp Sultan Hazretlerinin kabr-i şerifi civarında ikâmet etti. Bu arada, dördüncü defa hacca gitti. Hac dönüşü Şam'a gelip, orada bir seneye yakın kaldıktan sonra, beşinci defa Hicaz’a gitti. Bir sene kadar Mekke-i Mükerreme’de kaldı. Öğrencilerine ilim ve edep öğretti. 1120/1708 senesinde ikinci defa İstanbul’u şereflendirdi. Bu defa Yavuz Selim’de, Bıçaklı Efendi menzilinde ikâmet etti. Halk akın akın sohbetine koştu. Bir müddet Bursa’da ikametten sonra, tekrar İstanbul’a döndü. Eyüp’te, Re’îsü’l-Etibbâ Nûh Efendi yalısında kaldı. Eyüp Sultan ile Edirnekapı arasında Nişancı Mustafa Paşa Caddesi’ndeki Şeyh Murâd Dergâhı’nda İstanbul halkına, vefatlarına kadar ilim ve edep öğretti. Kabr-i şerifini ziyaret eden âşıklar, büyük feyzlere ve bereketlere nail olmaktadırlar (Uşşaki 1927: 2-55).
Murâd-ı Buhârî, 1132/1719 senesi Rabiu’l-Âhir ayının 12. günü salı gecesi İstanbul’da vefat etti. Cenaze namazı, Eyüp Sultan Camiinde büyük bir kalabalık tarafından kılındı. Murâd-ı Buhârî’nin kabr-i şerifi, İstanbul’da, Eyüp-Nişancı Mustafa Paşa Mahallesindeki cadde üzerindedir. Türbenin girişinde peygamber efendimizin cami ve mescit bina etmenin faziletlerini bildiren 1272 tarihli ve Rüşdî hattlı hadis-i şerifleri yazılıdır. Türbenin sağ tarafında Şeyhülislâm Minkârî-zâde Yahyâ Efendi’nin damadı Mustafa Efendi tarafından inşa ettirilen medrese, sol tarafında tekye haziresi, arka tarafında mescit, mesnevî-hâne, Şeyhülislâm Veliyyüddîn Efendi Türbesi ve şadırvan avlusu vardır. Türbenin kapısı, türbeye bitişik olarak 1272/1855 yılında yaptırılan mescidin içinde kalmıştır (Şimşek 2006: 31-185).
Murad-ı Buhârî üzerine bugüne kadar çalışma yapılmamış olup eserleri şunlardır:
1. Câmiu’l-Müfredâti’l-Kur’âniyye Tefsiri: Arapça, Farsça ve Türkçe yazılan; tertibi ve tanzimiyle emsali bulunmayan bir tasniftir. İlk kısmında, Mushaf sırasına göre ve sureleri de yazılarak ayet-i kerimelerin tamamının son kelimeleri ve sonra da ilk kelimeleri yazılmış; sonraki kısımda Arap Alfabesi’ndeki harflerin sırasına göre ayet-i kerimelerin ilk kelimeleri yazılmıştır.
2. Silsiletü’z-Zeheb fi's-Süluki ve'l-Edeb: Tasavvuf ile alakalı olan bu küçük yazma eser, Nakşibendiyye tarikatının adabını, usulünü bildirmekte; kendi manevi nesebini yazmakta; kainatın yaratılış sebebi, Nakşi meşayihinin nihayeti, bidayetde derc ettiğini, sünnet ve azimet ile amel edip bid’atlerden şiddetle kaçınıp ruhsatlarla amel etmediklerini, ebedi kurtuluşun ve yegâne doğru yolun ve doğru itikadın, Eshâb-ı Kirâm efendilerimizin itikadı olan Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemâ’at itikadı olduğunu, bundan kıl ucu kadar dahi ayrılanlardan şiddetle uzak durmak gerektiğini, Nakşibendi Tarikatinin Eshâb-ı Kirâm’ın tarikati yani yolu olduğunu, kâmil ve mükemmil bir mürşide intisâb etmek lüzumu gibi konulardan bahsetmektedir.
3. Mektûbât ve Melfuzât: Murâd-ı Buhârî Hazretlerinin mübarek evlatlarına, bazı halifelerine, talebelerine ve bazı devlet ricaline yazdığı Arapça mektuplardır. Nüshası İstanbul’da, Bayezid Kütüphanesi’nde, Veliyyüddîn Efendi Kısmı, 1838 Numarada kayıtlı 90 varaklık nüshadır.
4. Risâle-i Nakşibendiyye. Müridlerinden Karababa-zâde İbrahim’in şeyhin sohbetlerinde tuttuğu notları ihtiva eder.
5. Mesmûât: Müridleri tarafından sohbetlerinin toplanmasıyla oluşan bir eserdir.
6. Lübsü'l-hırkati’l-Kâdiriyye: Arapça bir risale olup Kadiriye tarikatı hakkındaki eserde Şeyh efendinin Hz. Ali’ye kadar uzanan silsilesi yer almaktadır.
7. Menâkıb ve Takrirât-ı Muhammed Murad-ı Buhârî: Bu eser Türkçe olup Bursa'daki sohbetlerinde tutulan notların bir araya getirilmesiyle teşekkül etmiştir. Hüseyin Lâdik tarafından kaleme alınan notlar, Mehmed Mekkî Efendi tarafından temize çektirilerek istinsah edilmiştir. Eser, Süleymaniye Kütüphanesi, Tekkeler-Murad Kısmında 256 numarada kayıtlı 67 varaklık nüshadır (Uyan 1983: 3-1565).
Murâd-ı Buhârî’nin bütün eserlerini mensur olarak yazmıştır. Eserlerini hem Arapça, hem Türkçe hem de Farsça kaleme almış olup çok iyi derecede Arapça ve Farsça bilgisine sahiptir. Eserleri daha çok tarikat şeyhinin müridlerine verdiği nasihatlerden oluşmaktadır. Dili ağır olup çok fazla Arapça ve Farsça kelimeler içermektedir. Bütün eserlerinde tasavvuf yolunun inceliklerinden, faziletlerinden ayet ve hadis örnekleriyle bahsetmektedir. Her zaman kitap ve sünnete bağlı kalmış ve kendisinin yetiştirdiği öğrencilere de bu nasihatlerde bulunmuştur.
Kaynakça
Arvâsî, Seyyid Abdülhakîm (1341/1923). Er-Riyâdu’t-Tasavvufiyye. İstanbul: Mekteb-i Harbiyye Matbaası.
Hâce-zâde Ahmed Hilmî (1318/1900). Hadîkatü’l-Evliyâ Silsile-i Meşâyih-i Sâdât-i Nakş-bendiyye. İstanbul: Şirket-i Mürettibiyye Matbaası.
Hâfız Hüseyn İbnü’l-Hâcc İsmâîl Ayvân-sarâyî (1281/1865). Hadîkatü’l-Cevâmi. C. 1. İstanbul: Matbaa-i Amire.
Hüseyn Vassâf-ı Uşşâkî (1345/1927). Sefîne-i Evliyâ. C. 2. İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi Yazma Bağışı. No: 2306. vr. 55-56.
Lami’î Çelebi (1289/1872). Terceme-i Nefehâtü’l-Üns. İstanbul: Dâru’t-Tıbâ’ati’l-Âmire. 268-269.
Muhammed Murad-ı Buhârî. Mesmûât. İstanbul: Beyazit Devlet Kütüphanesi. Veliyyüddîn Efendi Kısmı. No: 2886. 10b-17a.
Muhammed Rüstem Râşid (1274/1857). Dürrü’l-Müntehab Min Bahri’l-Edeb Fî Tercemeti Silsiletü’z-Zeheb Li’ş-Şeyh Muhammed Murâdi’l-Buhârî Me’a-Zeyli-hâ. İstanbul: yyy.
Muhammed Rüstem Râşid. Dürrü’l-Müntehab Min Tahrîri’l-Edeb Fî Tercemeti Silsileti’z-Zeheb. İstanbul: Büyükşehir Belediyesi. Atatürk Kitaplığı. No: 406/1.
Murâd-ı Münzâvî (1991). İslâm Alimleri Ansiklopedisi. C. 17. İstanbul: Türkiye Gazetesi Yay.
Murâd-ı Münzâvî (2003). İstanbul Evliyaları. C. 2. İstanbul: Türkiye Gazetesi Yay.
Murâd-ı Münzâvî (1992). Evliyâlar Ansiklopedisi. C. 9. İstanbul: Türkiye Gazetesi Yay.
Seyyid Muhammed Buhârî. Risâletün Fi’t-Tasavvuf. Ankara: Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi Koleksiyonu. No: 4687/2. vr. 94b-100b.
Seyyid Muhammed Buhârî. Risâletü’s-Sülûk [Silsiletü’z-Zeheb]. Ankara: Millî Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu. No: 3580/1. vr. 1b-14b.
Seyyid Muhammed Buhârî. Silsiletü’z-Zeheb. Ankara: Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi. No: 1307/6. vr. 1b-4b.
Seyyid Muhammed Buhârî. Risâletü’t-Telkîn. Ankara: Millî Kütüphane No: Yz A 3462/3. vr. 74b-75b.
Seyyid Muhammed Buhârî. Silsiletü’z-Zeheb. Ankara: Millî Kütüphane. No: Yz A 3462/3. vr. 75b-78a.
Seyyid Muhammed Buhârî. Câmi’u’l-Müfredâti’l-Kur’âniyye. İstanbul: Râgıb Pâşâ Küt. No: 102.
Şimşek, Halil İbrahim (2006). “Murâd Buhârî”, İslam Ansiklopedisi. C. 31. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay. 185-187.
Tabîb-zâde Muhammed Şükrî Efendi. Silsile-nâme-i Aliyye. İstanbul: Üsküdar Selim Ağa Küt. Aziz Mahmud Hüdâyî Kısmı. No: 1098. vr. 11b.
Tabîb-zâde Muhammed Şükrî Efendi. Silsile-nâme-i Sofiye. İstanbul: Üsküdâr Selîm Ağa Küt. Aziz Mahmûd-ı Hüdâî Kısmı. No: 1098. vr. 39b.
Uyan, Abdüllatîf (1983). Menkıbelerle İslâm Meşhurları Ansiklopedisi. C. 3. İstanbul: Berekât Yay.
Madde Yazım Bilgileri
Yazar: DR. MEHMET ÜNALYayın Tarihi: 17.07.2013Güncelleme Tarihi: 09.02.2022Eserlerinden Örnekler
I
(Silsileti'z-Zeheb'den 56-60 Sayfalar)
Keyfiyyet-i Râbıta-i Şerîfe:
Ma’lûm ola ki, bu râbıta-i şerîfe iki kısm olub biri, mürşid-i kâmilin huzûrunda ve biri, gaybetinde olur. Ammâ, huzûrunda olan râbıtanın keyfiyyeti budur ki, mürîd-i sâdık, kalbinden mehabbet-i zâtiyye ile mürşid-i kâmilin kalbine teveccüh edip kemâl-i tezellül ve yokluk ve niyâz ile istimdâd ü ifâza itmek gerekdir; tâ kim bu irtibât sebebiyle mebâdî’-i fenâ fi’ş-şeyh hâsıl olub rûhâniyyet-i mürşidde olan kemâlât-ı ma’neviyye ki, nisbet-i seniyyedir, andan bi’l-in’ikâs sirâyet edip eser-i cezbe-i Rahmânî’den gaybet ü istiğrâk ya huzûr u şühûd husûl bula. Ammâ mürşid-i kâmilin gaybetinde olan râbıtanın keyfiyyeti ba’z-ı meşâyih-ı kirâmın beyânına göre, yedi nev’ üzre olub, lâkin mübtedîye eshel ve enfa’ olan üç nev’in beyânına şurû’ olundı. Nev’-i evvel: Mürîd-i sâdık, hayâlinde mürşid-i kâmilin sûretini, önünde diz-be-diz alnı alnına muttesıl tesavvur ve tehayyül ile kendü alnından ya’nî iki kaşı arasındaki hazîne-i hayâlinden mürşidin vech-i rûhâniyyetine ya’nî menbe’-i feyz olan beyne hâcibeynine nazar ve teveccüh edip istimdâd ve istifâza ile ka’r-ı kalbine inzâl ve hıfz eylemekdir. Nev’-i sânî: Kezâlik, hayâlinde mürşidin rûhâniyyetinin başı ke-enne kendünin sağ omuzundan yukaru olub sadrından sol tarafına hemâ’il gibi tesavvur ve tehayyül ile omuzundan kalbinin içine anı bir emr-i mümtedd mülâhazasıyla kalbinin ka’rına inzâl ve hıfz edip, istimdâd ve istifâza eylemekdir. Nev’-i sâlis: Tesavvurlı ve tesavvursuz mücerred mürşid-i kâmilin rûhâniyyetini ke-enne şems-i nûrî gibi kendü alnına muttesıl olub alnından ya’nî hazâne-i hayâlinden kalbine nüzûl edip bâtınını ve zâhirini istîlâ ve tenvîr eder tehayyül ve mülâhazasıyla kalben teveccüh ve tezellül ile istimdâd ve istifâza eylemekdir. Pes, mürîd-i sâdık bu envâ’-ı selâseden bir nev’i ile mürşid-i kâmilin rûhâniyyetine râbıta edip tezellül ve yokluk ve niyâz ile kalben istimdâd ve istifâza itmek gerekdir. Tâ kim bu irtibât sebebiyle mebâdî’-i fenâ fi’ş-şeyh hâsıl olub, rûhâniyyet-i mürşidde olan kemâlât-ı ma’neviyye ki, nisbet-i seniyyedir, andan bi’l-in’ikâs sirâyet edip eser-i cezbe-i Rahmânîden gaybet ü istiğrâk ya huzûr ve şühûd husûl bula. Ve dahî her kaçan kim bu ahvâlât-ı mezkûreden biri hâsıl oldukda, vâsıta olan râbıta ve zikr terk olunub ol ahvâle ya’nî ol bî-hûdlığa ya şühûda tâbi’ olarak dalub külliyyetle kendüyi ana teslîm eylemek gerekdir. Zîrâ, râbıta, delîl ve vâsıtadır. Ve zikr, dakk-ı bâb-ı Mevlâ’dır. Ve ahvâlâ-ı mezkûre, feth-i bâb-ı Hudâ’dır. Pes, ba’de’l-feth dakk-ı bâb ‘abes ve terk-i zikr, edebdir. Ve her ne zemân ol hâl zâ’il olub ifâkat bulur ise, yine vukûf-ı kalbî ile râbıtaya ve zikre mürâce’at ve muvâzabet itmek lâzımdır. Böylece kirâran ve mirâran müdâvemetle fenâ fi’ş-şeyh-ı tâmm, ba’dehû fenâ fi’r-Rasûl-i tâmm, ba’dehû fenâ fi’llâh-i tâmm husûliyle ahvâl-i mezkûre milk ola. Pes, imdi bu râbıta-i şerîfenin ba’z-ı şurût u âdâbı bunlardır: Evvelâ mürîd-i sâdık, mürşid-i kâmilin kemâlât ü tesarrufâtı rûhâniyyetinin sıfat-ı lâzimmesi olub hayyen ve meyyiten aslâ münfekk olmaz i’tikâd itmek ve ol fânî fi’llâh ve bâkî bi’llâh ve mazher-i tecellî-i zâtu’llâh ve nâ’ib-i Rasûlullâh olmağla, anın rûhâniyyeti mukayyed olmayub mutlak olmağla her bir zemân ve mekânda tesavvur u teveccüh ü istifâza olunsa, bi-izni’llâhi te’âlâ hâzır olub tesarruf ve ifâza eder. Ve anın bu huzûr u tesarruf u ifâzası ancak Hakk Te’âlâ’nın kudret-i kâmile ve tesarrufât-ı şâmilesindendir. Ol, zâhirde bir vâsıta ve mazherdir, diyü i’tikâd itmek. Ve dahî mehabbet ü ta’zîm ü hürmetini mürâ’ât ü nisbet-i seniyyesini hıfz edip râbıtasıyla zikr ü fikre müdâvemet itmek. Ve dahî silsile-i nisbetini bilüb gâhîce râbıta-i müselsele ile tâ rabıta-i Rasûlullâh’a “sallallâhü ‘aleyhi ve sellem” irtibât itmek; belki cemî’-i zemânda mürşidine râbıta itdükde, irtibât-ı müselsele-i muttesılayı icmâlen mülâhaza itmek gerekdir. Ve dahî bi’l-in’ikâs ba’z-ı ahvâl-i cüz’iyye zuhûrıyla râbıtayı külliyyen terk itmeyüb belki kirâran ve mirâran ol ahvâl zuhûr u rüsûh ve bâtını kuvvet ve külliyyet bulub kendüye milk oluncaya değin bi’l-mücâhedeti’l-mestûre râbıta ve zikru’llâha müdâvemet üzre olub zikrde ve fikrde ve sâ’ir-i ‘ibâdât ü ‘âdâtda ve mükâleme vü mu’âmelede, belki hâlet-i nevmde râbıta ve vukûf-ı kalbî ve ma’nâ-yı zikre müdâvemet ü ihtimâm itmek gerekdir, tâ kim bu râbıta sebebiyle fenâ fi’ş-şeyh-ı tâmm ve anın sebebiyle fenâ fi’r-Rasûl-i tâmm ve anın sebebiyle fenâ fi’llâh-i tâmm hâsıl olub bekâ bi’llâh-i tâmm ile kemâlât-ı ma’neviyye ki, nisbet-i seniyyedir, bi-‘inâyeti’llâhi te’âlâ husûl bula. Allâhü a’lem.
Muhammed Murâd-ı Buhârî. Dürrü’l-Müntehab Min Tahrîri’l-Edeb Fî Tercemeti Silsileti’z-Zeheb. İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi. Atatürk Kitaplığı. No: 406/1, 56-60.
II
MEKTUPLARINDAN ÖRNEK
HÂZİHÎ MESMÛ’ÂTÜ MİN HAZRETİ’S-SEYYİDİ’Ş-ŞEYH MURÂDİ’N-NAKŞ-BENDİYYİ’L-BUHÂRÎ “KUDDİSE SİRRUH”
Buyurdılar ki: “Nefs-i nâtıka”yı muhakkıkûn ma’nâ-yı lugavîsinden kat’-ı nazar, “ene” dimeğe müste’idd olan şeydir ki, “âlem-i halk”dandır, didiler. “Letâ’if-i ‘anâsır”dan mürekkeb olmuşdur. “Anâsır-ı erbe’a” ile nefs-i nâtıka, beş oldı. Pes, bu beş mukâbili ‘âlem-i emrden beş letâyif-i ‘ulviyye vardır ki, nefs-i nâtıka ile ‘alâka-i tâmmeleri vardır. Ve letâyif-i ‘ulviyye, mâ fevka’l-‘Arş’dandır. Kezâlik, letâyif-i süfliyye mâ tahte’l-‘Arş’dandır. Her çend nefs-i nâtıkanın enâniyyetinde ısrâr ve ‘inâdı vardır ve kendü kendin mevcûdın iz’ân ve isbâtda muztarrdır. İsbâtdan mâ-verâsın bilmez ve kendinden idrâk idemez. Letâyif-i ‘ulviyye ki, kalb ve rûh ve sırr ve hafâ ve ahfâdır; bunlar ile nefs beyninde nisbet-i te’aşşuk virildi ki, o letâyif-i ‘ulviyye nefs-i nâtıkaya ‘âşık oldılar. Ammâ çünki ‘âşık, ma’şûka mağlûb olagelmişdir; anlar nefs-i nâtıkanın makhûrı oldığı i’tibârıyla o nefse, emmâre didiler. Her çend ki nefs, da’vâ-yı enâniyyetde letâyif-i ‘ulviyyeye gâlib ola, sâhibi esfeldedir. Pes, kendi kendinin mûcidiyle beyninde olan nisbetin ve te’allukın idrâk idemez. Anınçün da’vet gönderdiler ve nübüvvete ihtiyâc oldı. Pes, Şer’de Vâcibü’l-Vücûd’ı ef’âl ve sıfât ile bildirdiler. Ef’âl, âhir-i merâtib-i vücûddur. Sıfât dahî iki nev’dir: Biri, sübûtîdir ve biri, selbîdir. Sübûtî, hergiz bizim fehmimize girmez. Eğer fehme bir şey gelürse, O Te’âlâ, andan münezzehdir. Sıfât-ı selbiyye elbette müdrik ve mefhûmdur. Pes, Şer’-i Şerîfe kemâl-i ittibâ’la, da’vete uyub bir kâmile mehabbet ile mücâhede ve sülûk itdikde, letâyif-i ‘ulviyye gâlib, nefs-i nâtıka mağlûb olur.
Buyurdılar ki: Sıfâtullâh, merâyâ-yı zâtdır. Ve sıfât, iki nev’dir: Biri, sübûtîdir ve biri selbîdir. Sübûtî olan, bir vechle bizim fehmimize girmez. Eğer fehme bir şey gelürse, O Te’âlâ, andan münezzehdir. Ammâ selbî olanı fehm idebiliürüz. Zîrâ te’ayyüni vardır. Her te’ayyüni olan nesneye, mümkin dirler. Pes, sıfât-ı selbiyyeye bu ‘âlem diriz.
Muhammed Murâd-ı Buhârî. Mesmû’âtün Min Hazreti’ş-Şeyh Murâdi’n-Nakş-bendî Ve Mektûbâtihî, İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi, Veliyyüddîn Efendi Kısmı, No: 1780. vr.1b-2a.
III
MESMÛAT'DAN
Hakk te’âlâ insânı kalb ile kâlıbdan mürekkeb halk etmişdir. Ve bu ikiden herbirinin kemâli, Rasûlullâh’da “sallallâhü ‘aleyhi ve sellem” hatm olmuşdur. Sâ’ir-i ümmete bu kemâlâtdan herbiri Rasûl ‘aleyhisselâma ittibâ’ına göre virilmişdir. Anları vâsıta tutmayınca, kimseye kemâlât gelmek ‘âdetullâha muhâlifdir. Gâyeti, ba’zı kimesneler Rasûl’den “aleyhisselâm” vâsıtasız almışlardır, Eshâb-ı Kirâm “rıdvânullâhi ‘aleyhim ecme’în” gibi. Ve ba’zılar, vâsıta ile ahz etmişlerdir; Tâbi’în gibi ve Tebe’-i Tâbi’în gibi. Pes, cümlenin kemâlât-ı zâhiriyye ve bâtıniyyeye vusûli hakîkatde değildir. İllâ Rasûlullâh “sallallâhü ‘aleyhi ve sellem” vâsıtasıyladır. İmdi, mişkât-i nübüvvetden bu kemâl ahz olunmanın tarîkı, mehabbet-i İlâhiyye’nin sıdkıdır. Ve mehabbet-i İlâhiyye’nin sıdkı, Rasûlüne ittibâ’la ma’lûmdur. Netekim Hakk te’âlâ, Kelâm-ı Kadîmi’ne buyurur: "Kul in küntüm tühıbbûne’llâhe fe’ttebi’ûnî..." Ya’nî "Habî-bim, sen ümmetine eyit ki, eğer siz Allâhü te’âlâyı seversenüz, bana ittibâ’ idin; tâ ki Hakk te’âlâ dahî sizleri seve ve bana itâ’tiniz sebebiyle size kemâlât-ı zâhiriyye ve bâtıniyye ihsân ide." Pes, kemâlâta nâ’il olmanın ittibâ’dan gayrî tarîkı yokdur. İttibâ’, iki kısmdır: Zâhir olmak var bâtınen olmak var. Zâhiren ittibâ’, ‘ulemânın yazdıkları fetvâya kendüyi tatbîk ile olur. Zîrâ ‘ulemâ “rahime-hümüllâh” evzâ’ u akvâl ü ef’âl-i Rasûlullâh’ı “aleyhisselâm” bi-lâ ziyâde ve lâ noksân, hıfz u zabt etmişlerdir. Ana, ‘İlm-i Fıkh ve ‘İlm-i Hadîs ve ‘İlm-i Tefsîr mütekeffildir. Bâtınen olan ittibâ’, ezvâk u ahvâl ü ahlâkdır. Eğerçi bunların ba’zısını ‘ulemâ beyân etmişlerdir; lâkin bi-temâmi-hî mümkin değildir. Zîrâ elfâz u ‘ibârâtın tehammüli yokdur. Pes, anı ancak bâtın muhtemildir. Pes, bâtına meşâyih-ı ‘izâm mütekeffildir ki, kendüleri zevk u vicdân tarîkıyle şeyhlerinin telkîn-i zikri vâsıtasıyla mişkât-i nübüvvetden ve bâtın-ı Rasûl’den “aleyhisselâm” ‘ibâret ve lafzsız batnen ‘an batnin hıfz u zabt etmişlerdir. Pes, zâhirde Rasûl’e “aleyhisselâm” ittibâ’, ‘ulemâ-yı ‘izâmın kütüb-i mu’teberede yazdıkları vech üzre ‘amel edip ziyâde ve noksândan kemâl-i mertebe ihtirâz etmekdir. Zîrâ ‘amelde noksân, kişiyi kemâl-i ittibâ’dan çıkarduğı gibi, öteden sâbit olan ‘ibâdât üzerine ziyâde dahî ittibâ’dan çıkarır. Ziyâde didiğimiz, dînde bid’atdir. Ya’nî Rasûl’ün “aleyhisselâm” ve Eshâb-ı Kirâm’ın “rıdvânullâhi ‘aleyhim ecme’în” bulundığı ‘ibâdet üzre ‘ibâdetdir.
Muhammed Murâd-ı Buhârî. Mesmûât. İstanbul: Beyazit Devlet Kütüphanesi. Veliyyüddîn Efendi Kısmı. No: 2886. vr.10b-12a.
Yayın Tarihi: 17.07.2013Güncelleme Tarihi: 09.02.2022Eserlerinden Örnekler
I
(Silsileti'z-Zeheb'den 56-60 Sayfalar)
Keyfiyyet-i Râbıta-i Şerîfe:
Ma’lûm ola ki, bu râbıta-i şerîfe iki kısm olub biri, mürşid-i kâmilin huzûrunda ve biri, gaybetinde olur. Ammâ, huzûrunda olan râbıtanın keyfiyyeti budur ki, mürîd-i sâdık, kalbinden mehabbet-i zâtiyye ile mürşid-i kâmilin kalbine teveccüh edip kemâl-i tezellül ve yokluk ve niyâz ile istimdâd ü ifâza itmek gerekdir; tâ kim bu irtibât sebebiyle mebâdî’-i fenâ fi’ş-şeyh hâsıl olub rûhâniyyet-i mürşidde olan kemâlât-ı ma’neviyye ki, nisbet-i seniyyedir, andan bi’l-in’ikâs sirâyet edip eser-i cezbe-i Rahmânî’den gaybet ü istiğrâk ya huzûr u şühûd husûl bula. Ammâ mürşid-i kâmilin gaybetinde olan râbıtanın keyfiyyeti ba’z-ı meşâyih-ı kirâmın beyânına göre, yedi nev’ üzre olub, lâkin mübtedîye eshel ve enfa’ olan üç nev’in beyânına şurû’ olundı. Nev’-i evvel: Mürîd-i sâdık, hayâlinde mürşid-i kâmilin sûretini, önünde diz-be-diz alnı alnına muttesıl tesavvur ve tehayyül ile kendü alnından ya’nî iki kaşı arasındaki hazîne-i hayâlinden mürşidin vech-i rûhâniyyetine ya’nî menbe’-i feyz olan beyne hâcibeynine nazar ve teveccüh edip istimdâd ve istifâza ile ka’r-ı kalbine inzâl ve hıfz eylemekdir. Nev’-i sânî: Kezâlik, hayâlinde mürşidin rûhâniyyetinin başı ke-enne kendünin sağ omuzundan yukaru olub sadrından sol tarafına hemâ’il gibi tesavvur ve tehayyül ile omuzundan kalbinin içine anı bir emr-i mümtedd mülâhazasıyla kalbinin ka’rına inzâl ve hıfz edip, istimdâd ve istifâza eylemekdir. Nev’-i sâlis: Tesavvurlı ve tesavvursuz mücerred mürşid-i kâmilin rûhâniyyetini ke-enne şems-i nûrî gibi kendü alnına muttesıl olub alnından ya’nî hazâne-i hayâlinden kalbine nüzûl edip bâtınını ve zâhirini istîlâ ve tenvîr eder tehayyül ve mülâhazasıyla kalben teveccüh ve tezellül ile istimdâd ve istifâza eylemekdir. Pes, mürîd-i sâdık bu envâ’-ı selâseden bir nev’i ile mürşid-i kâmilin rûhâniyyetine râbıta edip tezellül ve yokluk ve niyâz ile kalben istimdâd ve istifâza itmek gerekdir. Tâ kim bu irtibât sebebiyle mebâdî’-i fenâ fi’ş-şeyh hâsıl olub, rûhâniyyet-i mürşidde olan kemâlât-ı ma’neviyye ki, nisbet-i seniyyedir, andan bi’l-in’ikâs sirâyet edip eser-i cezbe-i Rahmânîden gaybet ü istiğrâk ya huzûr ve şühûd husûl bula. Ve dahî her kaçan kim bu ahvâlât-ı mezkûreden biri hâsıl oldukda, vâsıta olan râbıta ve zikr terk olunub ol ahvâle ya’nî ol bî-hûdlığa ya şühûda tâbi’ olarak dalub külliyyetle kendüyi ana teslîm eylemek gerekdir. Zîrâ, râbıta, delîl ve vâsıtadır. Ve zikr, dakk-ı bâb-ı Mevlâ’dır. Ve ahvâlâ-ı mezkûre, feth-i bâb-ı Hudâ’dır. Pes, ba’de’l-feth dakk-ı bâb ‘abes ve terk-i zikr, edebdir. Ve her ne zemân ol hâl zâ’il olub ifâkat bulur ise, yine vukûf-ı kalbî ile râbıtaya ve zikre mürâce’at ve muvâzabet itmek lâzımdır. Böylece kirâran ve mirâran müdâvemetle fenâ fi’ş-şeyh-ı tâmm, ba’dehû fenâ fi’r-Rasûl-i tâmm, ba’dehû fenâ fi’llâh-i tâmm husûliyle ahvâl-i mezkûre milk ola. Pes, imdi bu râbıta-i şerîfenin ba’z-ı şurût u âdâbı bunlardır: Evvelâ mürîd-i sâdık, mürşid-i kâmilin kemâlât ü tesarrufâtı rûhâniyyetinin sıfat-ı lâzimmesi olub hayyen ve meyyiten aslâ münfekk olmaz i’tikâd itmek ve ol fânî fi’llâh ve bâkî bi’llâh ve mazher-i tecellî-i zâtu’llâh ve nâ’ib-i Rasûlullâh olmağla, anın rûhâniyyeti mukayyed olmayub mutlak olmağla her bir zemân ve mekânda tesavvur u teveccüh ü istifâza olunsa, bi-izni’llâhi te’âlâ hâzır olub tesarruf ve ifâza eder. Ve anın bu huzûr u tesarruf u ifâzası ancak Hakk Te’âlâ’nın kudret-i kâmile ve tesarrufât-ı şâmilesindendir. Ol, zâhirde bir vâsıta ve mazherdir, diyü i’tikâd itmek. Ve dahî mehabbet ü ta’zîm ü hürmetini mürâ’ât ü nisbet-i seniyyesini hıfz edip râbıtasıyla zikr ü fikre müdâvemet itmek. Ve dahî silsile-i nisbetini bilüb gâhîce râbıta-i müselsele ile tâ rabıta-i Rasûlullâh’a “sallallâhü ‘aleyhi ve sellem” irtibât itmek; belki cemî’-i zemânda mürşidine râbıta itdükde, irtibât-ı müselsele-i muttesılayı icmâlen mülâhaza itmek gerekdir. Ve dahî bi’l-in’ikâs ba’z-ı ahvâl-i cüz’iyye zuhûrıyla râbıtayı külliyyen terk itmeyüb belki kirâran ve mirâran ol ahvâl zuhûr u rüsûh ve bâtını kuvvet ve külliyyet bulub kendüye milk oluncaya değin bi’l-mücâhedeti’l-mestûre râbıta ve zikru’llâha müdâvemet üzre olub zikrde ve fikrde ve sâ’ir-i ‘ibâdât ü ‘âdâtda ve mükâleme vü mu’âmelede, belki hâlet-i nevmde râbıta ve vukûf-ı kalbî ve ma’nâ-yı zikre müdâvemet ü ihtimâm itmek gerekdir, tâ kim bu râbıta sebebiyle fenâ fi’ş-şeyh-ı tâmm ve anın sebebiyle fenâ fi’r-Rasûl-i tâmm ve anın sebebiyle fenâ fi’llâh-i tâmm hâsıl olub bekâ bi’llâh-i tâmm ile kemâlât-ı ma’neviyye ki, nisbet-i seniyyedir, bi-‘inâyeti’llâhi te’âlâ husûl bula. Allâhü a’lem.
Muhammed Murâd-ı Buhârî. Dürrü’l-Müntehab Min Tahrîri’l-Edeb Fî Tercemeti Silsileti’z-Zeheb. İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi. Atatürk Kitaplığı. No: 406/1, 56-60.
II
MEKTUPLARINDAN ÖRNEK
HÂZİHÎ MESMÛ’ÂTÜ MİN HAZRETİ’S-SEYYİDİ’Ş-ŞEYH MURÂDİ’N-NAKŞ-BENDİYYİ’L-BUHÂRÎ “KUDDİSE SİRRUH”
Buyurdılar ki: “Nefs-i nâtıka”yı muhakkıkûn ma’nâ-yı lugavîsinden kat’-ı nazar, “ene” dimeğe müste’idd olan şeydir ki, “âlem-i halk”dandır, didiler. “Letâ’if-i ‘anâsır”dan mürekkeb olmuşdur. “Anâsır-ı erbe’a” ile nefs-i nâtıka, beş oldı. Pes, bu beş mukâbili ‘âlem-i emrden beş letâyif-i ‘ulviyye vardır ki, nefs-i nâtıka ile ‘alâka-i tâmmeleri vardır. Ve letâyif-i ‘ulviyye, mâ fevka’l-‘Arş’dandır. Kezâlik, letâyif-i süfliyye mâ tahte’l-‘Arş’dandır. Her çend nefs-i nâtıkanın enâniyyetinde ısrâr ve ‘inâdı vardır ve kendü kendin mevcûdın iz’ân ve isbâtda muztarrdır. İsbâtdan mâ-verâsın bilmez ve kendinden idrâk idemez. Letâyif-i ‘ulviyye ki, kalb ve rûh ve sırr ve hafâ ve ahfâdır; bunlar ile nefs beyninde nisbet-i te’aşşuk virildi ki, o letâyif-i ‘ulviyye nefs-i nâtıkaya ‘âşık oldılar. Ammâ çünki ‘âşık, ma’şûka mağlûb olagelmişdir; anlar nefs-i nâtıkanın makhûrı oldığı i’tibârıyla o nefse, emmâre didiler. Her çend ki nefs, da’vâ-yı enâniyyetde letâyif-i ‘ulviyyeye gâlib ola, sâhibi esfeldedir. Pes, kendi kendinin mûcidiyle beyninde olan nisbetin ve te’allukın idrâk idemez. Anınçün da’vet gönderdiler ve nübüvvete ihtiyâc oldı. Pes, Şer’de Vâcibü’l-Vücûd’ı ef’âl ve sıfât ile bildirdiler. Ef’âl, âhir-i merâtib-i vücûddur. Sıfât dahî iki nev’dir: Biri, sübûtîdir ve biri, selbîdir. Sübûtî, hergiz bizim fehmimize girmez. Eğer fehme bir şey gelürse, O Te’âlâ, andan münezzehdir. Sıfât-ı selbiyye elbette müdrik ve mefhûmdur. Pes, Şer’-i Şerîfe kemâl-i ittibâ’la, da’vete uyub bir kâmile mehabbet ile mücâhede ve sülûk itdikde, letâyif-i ‘ulviyye gâlib, nefs-i nâtıka mağlûb olur.
Buyurdılar ki: Sıfâtullâh, merâyâ-yı zâtdır. Ve sıfât, iki nev’dir: Biri, sübûtîdir ve biri selbîdir. Sübûtî olan, bir vechle bizim fehmimize girmez. Eğer fehme bir şey gelürse, O Te’âlâ, andan münezzehdir. Ammâ selbî olanı fehm idebiliürüz. Zîrâ te’ayyüni vardır. Her te’ayyüni olan nesneye, mümkin dirler. Pes, sıfât-ı selbiyyeye bu ‘âlem diriz.
Muhammed Murâd-ı Buhârî. Mesmû’âtün Min Hazreti’ş-Şeyh Murâdi’n-Nakş-bendî Ve Mektûbâtihî, İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi, Veliyyüddîn Efendi Kısmı, No: 1780. vr.1b-2a.
III
MESMÛAT'DAN
Hakk te’âlâ insânı kalb ile kâlıbdan mürekkeb halk etmişdir. Ve bu ikiden herbirinin kemâli, Rasûlullâh’da “sallallâhü ‘aleyhi ve sellem” hatm olmuşdur. Sâ’ir-i ümmete bu kemâlâtdan herbiri Rasûl ‘aleyhisselâma ittibâ’ına göre virilmişdir. Anları vâsıta tutmayınca, kimseye kemâlât gelmek ‘âdetullâha muhâlifdir. Gâyeti, ba’zı kimesneler Rasûl’den “aleyhisselâm” vâsıtasız almışlardır, Eshâb-ı Kirâm “rıdvânullâhi ‘aleyhim ecme’în” gibi. Ve ba’zılar, vâsıta ile ahz etmişlerdir; Tâbi’în gibi ve Tebe’-i Tâbi’în gibi. Pes, cümlenin kemâlât-ı zâhiriyye ve bâtıniyyeye vusûli hakîkatde değildir. İllâ Rasûlullâh “sallallâhü ‘aleyhi ve sellem” vâsıtasıyladır. İmdi, mişkât-i nübüvvetden bu kemâl ahz olunmanın tarîkı, mehabbet-i İlâhiyye’nin sıdkıdır. Ve mehabbet-i İlâhiyye’nin sıdkı, Rasûlüne ittibâ’la ma’lûmdur. Netekim Hakk te’âlâ, Kelâm-ı Kadîmi’ne buyurur: "Kul in küntüm tühıbbûne’llâhe fe’ttebi’ûnî..." Ya’nî "Habî-bim, sen ümmetine eyit ki, eğer siz Allâhü te’âlâyı seversenüz, bana ittibâ’ idin; tâ ki Hakk te’âlâ dahî sizleri seve ve bana itâ’tiniz sebebiyle size kemâlât-ı zâhiriyye ve bâtıniyye ihsân ide." Pes, kemâlâta nâ’il olmanın ittibâ’dan gayrî tarîkı yokdur. İttibâ’, iki kısmdır: Zâhir olmak var bâtınen olmak var. Zâhiren ittibâ’, ‘ulemânın yazdıkları fetvâya kendüyi tatbîk ile olur. Zîrâ ‘ulemâ “rahime-hümüllâh” evzâ’ u akvâl ü ef’âl-i Rasûlullâh’ı “aleyhisselâm” bi-lâ ziyâde ve lâ noksân, hıfz u zabt etmişlerdir. Ana, ‘İlm-i Fıkh ve ‘İlm-i Hadîs ve ‘İlm-i Tefsîr mütekeffildir. Bâtınen olan ittibâ’, ezvâk u ahvâl ü ahlâkdır. Eğerçi bunların ba’zısını ‘ulemâ beyân etmişlerdir; lâkin bi-temâmi-hî mümkin değildir. Zîrâ elfâz u ‘ibârâtın tehammüli yokdur. Pes, anı ancak bâtın muhtemildir. Pes, bâtına meşâyih-ı ‘izâm mütekeffildir ki, kendüleri zevk u vicdân tarîkıyle şeyhlerinin telkîn-i zikri vâsıtasıyla mişkât-i nübüvvetden ve bâtın-ı Rasûl’den “aleyhisselâm” ‘ibâret ve lafzsız batnen ‘an batnin hıfz u zabt etmişlerdir. Pes, zâhirde Rasûl’e “aleyhisselâm” ittibâ’, ‘ulemâ-yı ‘izâmın kütüb-i mu’teberede yazdıkları vech üzre ‘amel edip ziyâde ve noksândan kemâl-i mertebe ihtirâz etmekdir. Zîrâ ‘amelde noksân, kişiyi kemâl-i ittibâ’dan çıkarduğı gibi, öteden sâbit olan ‘ibâdât üzerine ziyâde dahî ittibâ’dan çıkarır. Ziyâde didiğimiz, dînde bid’atdir. Ya’nî Rasûl’ün “aleyhisselâm” ve Eshâb-ı Kirâm’ın “rıdvânullâhi ‘aleyhim ecme’în” bulundığı ‘ibâdet üzre ‘ibâdetdir.
Muhammed Murâd-ı Buhârî. Mesmûât. İstanbul: Beyazit Devlet Kütüphanesi. Veliyyüddîn Efendi Kısmı. No: 2886. vr.10b-12a.
Güncelleme Tarihi: 09.02.2022Eserlerinden Örnekler
I
(Silsileti'z-Zeheb'den 56-60 Sayfalar)
Keyfiyyet-i Râbıta-i Şerîfe:
Ma’lûm ola ki, bu râbıta-i şerîfe iki kısm olub biri, mürşid-i kâmilin huzûrunda ve biri, gaybetinde olur. Ammâ, huzûrunda olan râbıtanın keyfiyyeti budur ki, mürîd-i sâdık, kalbinden mehabbet-i zâtiyye ile mürşid-i kâmilin kalbine teveccüh edip kemâl-i tezellül ve yokluk ve niyâz ile istimdâd ü ifâza itmek gerekdir; tâ kim bu irtibât sebebiyle mebâdî’-i fenâ fi’ş-şeyh hâsıl olub rûhâniyyet-i mürşidde olan kemâlât-ı ma’neviyye ki, nisbet-i seniyyedir, andan bi’l-in’ikâs sirâyet edip eser-i cezbe-i Rahmânî’den gaybet ü istiğrâk ya huzûr u şühûd husûl bula. Ammâ mürşid-i kâmilin gaybetinde olan râbıtanın keyfiyyeti ba’z-ı meşâyih-ı kirâmın beyânına göre, yedi nev’ üzre olub, lâkin mübtedîye eshel ve enfa’ olan üç nev’in beyânına şurû’ olundı. Nev’-i evvel: Mürîd-i sâdık, hayâlinde mürşid-i kâmilin sûretini, önünde diz-be-diz alnı alnına muttesıl tesavvur ve tehayyül ile kendü alnından ya’nî iki kaşı arasındaki hazîne-i hayâlinden mürşidin vech-i rûhâniyyetine ya’nî menbe’-i feyz olan beyne hâcibeynine nazar ve teveccüh edip istimdâd ve istifâza ile ka’r-ı kalbine inzâl ve hıfz eylemekdir. Nev’-i sânî: Kezâlik, hayâlinde mürşidin rûhâniyyetinin başı ke-enne kendünin sağ omuzundan yukaru olub sadrından sol tarafına hemâ’il gibi tesavvur ve tehayyül ile omuzundan kalbinin içine anı bir emr-i mümtedd mülâhazasıyla kalbinin ka’rına inzâl ve hıfz edip, istimdâd ve istifâza eylemekdir. Nev’-i sâlis: Tesavvurlı ve tesavvursuz mücerred mürşid-i kâmilin rûhâniyyetini ke-enne şems-i nûrî gibi kendü alnına muttesıl olub alnından ya’nî hazâne-i hayâlinden kalbine nüzûl edip bâtınını ve zâhirini istîlâ ve tenvîr eder tehayyül ve mülâhazasıyla kalben teveccüh ve tezellül ile istimdâd ve istifâza eylemekdir. Pes, mürîd-i sâdık bu envâ’-ı selâseden bir nev’i ile mürşid-i kâmilin rûhâniyyetine râbıta edip tezellül ve yokluk ve niyâz ile kalben istimdâd ve istifâza itmek gerekdir. Tâ kim bu irtibât sebebiyle mebâdî’-i fenâ fi’ş-şeyh hâsıl olub, rûhâniyyet-i mürşidde olan kemâlât-ı ma’neviyye ki, nisbet-i seniyyedir, andan bi’l-in’ikâs sirâyet edip eser-i cezbe-i Rahmânîden gaybet ü istiğrâk ya huzûr ve şühûd husûl bula. Ve dahî her kaçan kim bu ahvâlât-ı mezkûreden biri hâsıl oldukda, vâsıta olan râbıta ve zikr terk olunub ol ahvâle ya’nî ol bî-hûdlığa ya şühûda tâbi’ olarak dalub külliyyetle kendüyi ana teslîm eylemek gerekdir. Zîrâ, râbıta, delîl ve vâsıtadır. Ve zikr, dakk-ı bâb-ı Mevlâ’dır. Ve ahvâlâ-ı mezkûre, feth-i bâb-ı Hudâ’dır. Pes, ba’de’l-feth dakk-ı bâb ‘abes ve terk-i zikr, edebdir. Ve her ne zemân ol hâl zâ’il olub ifâkat bulur ise, yine vukûf-ı kalbî ile râbıtaya ve zikre mürâce’at ve muvâzabet itmek lâzımdır. Böylece kirâran ve mirâran müdâvemetle fenâ fi’ş-şeyh-ı tâmm, ba’dehû fenâ fi’r-Rasûl-i tâmm, ba’dehû fenâ fi’llâh-i tâmm husûliyle ahvâl-i mezkûre milk ola. Pes, imdi bu râbıta-i şerîfenin ba’z-ı şurût u âdâbı bunlardır: Evvelâ mürîd-i sâdık, mürşid-i kâmilin kemâlât ü tesarrufâtı rûhâniyyetinin sıfat-ı lâzimmesi olub hayyen ve meyyiten aslâ münfekk olmaz i’tikâd itmek ve ol fânî fi’llâh ve bâkî bi’llâh ve mazher-i tecellî-i zâtu’llâh ve nâ’ib-i Rasûlullâh olmağla, anın rûhâniyyeti mukayyed olmayub mutlak olmağla her bir zemân ve mekânda tesavvur u teveccüh ü istifâza olunsa, bi-izni’llâhi te’âlâ hâzır olub tesarruf ve ifâza eder. Ve anın bu huzûr u tesarruf u ifâzası ancak Hakk Te’âlâ’nın kudret-i kâmile ve tesarrufât-ı şâmilesindendir. Ol, zâhirde bir vâsıta ve mazherdir, diyü i’tikâd itmek. Ve dahî mehabbet ü ta’zîm ü hürmetini mürâ’ât ü nisbet-i seniyyesini hıfz edip râbıtasıyla zikr ü fikre müdâvemet itmek. Ve dahî silsile-i nisbetini bilüb gâhîce râbıta-i müselsele ile tâ rabıta-i Rasûlullâh’a “sallallâhü ‘aleyhi ve sellem” irtibât itmek; belki cemî’-i zemânda mürşidine râbıta itdükde, irtibât-ı müselsele-i muttesılayı icmâlen mülâhaza itmek gerekdir. Ve dahî bi’l-in’ikâs ba’z-ı ahvâl-i cüz’iyye zuhûrıyla râbıtayı külliyyen terk itmeyüb belki kirâran ve mirâran ol ahvâl zuhûr u rüsûh ve bâtını kuvvet ve külliyyet bulub kendüye milk oluncaya değin bi’l-mücâhedeti’l-mestûre râbıta ve zikru’llâha müdâvemet üzre olub zikrde ve fikrde ve sâ’ir-i ‘ibâdât ü ‘âdâtda ve mükâleme vü mu’âmelede, belki hâlet-i nevmde râbıta ve vukûf-ı kalbî ve ma’nâ-yı zikre müdâvemet ü ihtimâm itmek gerekdir, tâ kim bu râbıta sebebiyle fenâ fi’ş-şeyh-ı tâmm ve anın sebebiyle fenâ fi’r-Rasûl-i tâmm ve anın sebebiyle fenâ fi’llâh-i tâmm hâsıl olub bekâ bi’llâh-i tâmm ile kemâlât-ı ma’neviyye ki, nisbet-i seniyyedir, bi-‘inâyeti’llâhi te’âlâ husûl bula. Allâhü a’lem.
Muhammed Murâd-ı Buhârî. Dürrü’l-Müntehab Min Tahrîri’l-Edeb Fî Tercemeti Silsileti’z-Zeheb. İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi. Atatürk Kitaplığı. No: 406/1, 56-60.
II
MEKTUPLARINDAN ÖRNEK
HÂZİHÎ MESMÛ’ÂTÜ MİN HAZRETİ’S-SEYYİDİ’Ş-ŞEYH MURÂDİ’N-NAKŞ-BENDİYYİ’L-BUHÂRÎ “KUDDİSE SİRRUH”
Buyurdılar ki: “Nefs-i nâtıka”yı muhakkıkûn ma’nâ-yı lugavîsinden kat’-ı nazar, “ene” dimeğe müste’idd olan şeydir ki, “âlem-i halk”dandır, didiler. “Letâ’if-i ‘anâsır”dan mürekkeb olmuşdur. “Anâsır-ı erbe’a” ile nefs-i nâtıka, beş oldı. Pes, bu beş mukâbili ‘âlem-i emrden beş letâyif-i ‘ulviyye vardır ki, nefs-i nâtıka ile ‘alâka-i tâmmeleri vardır. Ve letâyif-i ‘ulviyye, mâ fevka’l-‘Arş’dandır. Kezâlik, letâyif-i süfliyye mâ tahte’l-‘Arş’dandır. Her çend nefs-i nâtıkanın enâniyyetinde ısrâr ve ‘inâdı vardır ve kendü kendin mevcûdın iz’ân ve isbâtda muztarrdır. İsbâtdan mâ-verâsın bilmez ve kendinden idrâk idemez. Letâyif-i ‘ulviyye ki, kalb ve rûh ve sırr ve hafâ ve ahfâdır; bunlar ile nefs beyninde nisbet-i te’aşşuk virildi ki, o letâyif-i ‘ulviyye nefs-i nâtıkaya ‘âşık oldılar. Ammâ çünki ‘âşık, ma’şûka mağlûb olagelmişdir; anlar nefs-i nâtıkanın makhûrı oldığı i’tibârıyla o nefse, emmâre didiler. Her çend ki nefs, da’vâ-yı enâniyyetde letâyif-i ‘ulviyyeye gâlib ola, sâhibi esfeldedir. Pes, kendi kendinin mûcidiyle beyninde olan nisbetin ve te’allukın idrâk idemez. Anınçün da’vet gönderdiler ve nübüvvete ihtiyâc oldı. Pes, Şer’de Vâcibü’l-Vücûd’ı ef’âl ve sıfât ile bildirdiler. Ef’âl, âhir-i merâtib-i vücûddur. Sıfât dahî iki nev’dir: Biri, sübûtîdir ve biri, selbîdir. Sübûtî, hergiz bizim fehmimize girmez. Eğer fehme bir şey gelürse, O Te’âlâ, andan münezzehdir. Sıfât-ı selbiyye elbette müdrik ve mefhûmdur. Pes, Şer’-i Şerîfe kemâl-i ittibâ’la, da’vete uyub bir kâmile mehabbet ile mücâhede ve sülûk itdikde, letâyif-i ‘ulviyye gâlib, nefs-i nâtıka mağlûb olur.
Buyurdılar ki: Sıfâtullâh, merâyâ-yı zâtdır. Ve sıfât, iki nev’dir: Biri, sübûtîdir ve biri selbîdir. Sübûtî olan, bir vechle bizim fehmimize girmez. Eğer fehme bir şey gelürse, O Te’âlâ, andan münezzehdir. Ammâ selbî olanı fehm idebiliürüz. Zîrâ te’ayyüni vardır. Her te’ayyüni olan nesneye, mümkin dirler. Pes, sıfât-ı selbiyyeye bu ‘âlem diriz.
Muhammed Murâd-ı Buhârî. Mesmû’âtün Min Hazreti’ş-Şeyh Murâdi’n-Nakş-bendî Ve Mektûbâtihî, İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi, Veliyyüddîn Efendi Kısmı, No: 1780. vr.1b-2a.
III
MESMÛAT'DAN
Hakk te’âlâ insânı kalb ile kâlıbdan mürekkeb halk etmişdir. Ve bu ikiden herbirinin kemâli, Rasûlullâh’da “sallallâhü ‘aleyhi ve sellem” hatm olmuşdur. Sâ’ir-i ümmete bu kemâlâtdan herbiri Rasûl ‘aleyhisselâma ittibâ’ına göre virilmişdir. Anları vâsıta tutmayınca, kimseye kemâlât gelmek ‘âdetullâha muhâlifdir. Gâyeti, ba’zı kimesneler Rasûl’den “aleyhisselâm” vâsıtasız almışlardır, Eshâb-ı Kirâm “rıdvânullâhi ‘aleyhim ecme’în” gibi. Ve ba’zılar, vâsıta ile ahz etmişlerdir; Tâbi’în gibi ve Tebe’-i Tâbi’în gibi. Pes, cümlenin kemâlât-ı zâhiriyye ve bâtıniyyeye vusûli hakîkatde değildir. İllâ Rasûlullâh “sallallâhü ‘aleyhi ve sellem” vâsıtasıyladır. İmdi, mişkât-i nübüvvetden bu kemâl ahz olunmanın tarîkı, mehabbet-i İlâhiyye’nin sıdkıdır. Ve mehabbet-i İlâhiyye’nin sıdkı, Rasûlüne ittibâ’la ma’lûmdur. Netekim Hakk te’âlâ, Kelâm-ı Kadîmi’ne buyurur: "Kul in küntüm tühıbbûne’llâhe fe’ttebi’ûnî..." Ya’nî "Habî-bim, sen ümmetine eyit ki, eğer siz Allâhü te’âlâyı seversenüz, bana ittibâ’ idin; tâ ki Hakk te’âlâ dahî sizleri seve ve bana itâ’tiniz sebebiyle size kemâlât-ı zâhiriyye ve bâtıniyye ihsân ide." Pes, kemâlâta nâ’il olmanın ittibâ’dan gayrî tarîkı yokdur. İttibâ’, iki kısmdır: Zâhir olmak var bâtınen olmak var. Zâhiren ittibâ’, ‘ulemânın yazdıkları fetvâya kendüyi tatbîk ile olur. Zîrâ ‘ulemâ “rahime-hümüllâh” evzâ’ u akvâl ü ef’âl-i Rasûlullâh’ı “aleyhisselâm” bi-lâ ziyâde ve lâ noksân, hıfz u zabt etmişlerdir. Ana, ‘İlm-i Fıkh ve ‘İlm-i Hadîs ve ‘İlm-i Tefsîr mütekeffildir. Bâtınen olan ittibâ’, ezvâk u ahvâl ü ahlâkdır. Eğerçi bunların ba’zısını ‘ulemâ beyân etmişlerdir; lâkin bi-temâmi-hî mümkin değildir. Zîrâ elfâz u ‘ibârâtın tehammüli yokdur. Pes, anı ancak bâtın muhtemildir. Pes, bâtına meşâyih-ı ‘izâm mütekeffildir ki, kendüleri zevk u vicdân tarîkıyle şeyhlerinin telkîn-i zikri vâsıtasıyla mişkât-i nübüvvetden ve bâtın-ı Rasûl’den “aleyhisselâm” ‘ibâret ve lafzsız batnen ‘an batnin hıfz u zabt etmişlerdir. Pes, zâhirde Rasûl’e “aleyhisselâm” ittibâ’, ‘ulemâ-yı ‘izâmın kütüb-i mu’teberede yazdıkları vech üzre ‘amel edip ziyâde ve noksândan kemâl-i mertebe ihtirâz etmekdir. Zîrâ ‘amelde noksân, kişiyi kemâl-i ittibâ’dan çıkarduğı gibi, öteden sâbit olan ‘ibâdât üzerine ziyâde dahî ittibâ’dan çıkarır. Ziyâde didiğimiz, dînde bid’atdir. Ya’nî Rasûl’ün “aleyhisselâm” ve Eshâb-ı Kirâm’ın “rıdvânullâhi ‘aleyhim ecme’în” bulundığı ‘ibâdet üzre ‘ibâdetdir.
Muhammed Murâd-ı Buhârî. Mesmûât. İstanbul: Beyazit Devlet Kütüphanesi. Veliyyüddîn Efendi Kısmı. No: 2886. vr.10b-12a.
Eserlerinden Örnekler
I
(Silsileti'z-Zeheb'den 56-60 Sayfalar)
Keyfiyyet-i Râbıta-i Şerîfe:
Ma’lûm ola ki, bu râbıta-i şerîfe iki kısm olub biri, mürşid-i kâmilin huzûrunda ve biri, gaybetinde olur. Ammâ, huzûrunda olan râbıtanın keyfiyyeti budur ki, mürîd-i sâdık, kalbinden mehabbet-i zâtiyye ile mürşid-i kâmilin kalbine teveccüh edip kemâl-i tezellül ve yokluk ve niyâz ile istimdâd ü ifâza itmek gerekdir; tâ kim bu irtibât sebebiyle mebâdî’-i fenâ fi’ş-şeyh hâsıl olub rûhâniyyet-i mürşidde olan kemâlât-ı ma’neviyye ki, nisbet-i seniyyedir, andan bi’l-in’ikâs sirâyet edip eser-i cezbe-i Rahmânî’den gaybet ü istiğrâk ya huzûr u şühûd husûl bula. Ammâ mürşid-i kâmilin gaybetinde olan râbıtanın keyfiyyeti ba’z-ı meşâyih-ı kirâmın beyânına göre, yedi nev’ üzre olub, lâkin mübtedîye eshel ve enfa’ olan üç nev’in beyânına şurû’ olundı. Nev’-i evvel: Mürîd-i sâdık, hayâlinde mürşid-i kâmilin sûretini, önünde diz-be-diz alnı alnına muttesıl tesavvur ve tehayyül ile kendü alnından ya’nî iki kaşı arasındaki hazîne-i hayâlinden mürşidin vech-i rûhâniyyetine ya’nî menbe’-i feyz olan beyne hâcibeynine nazar ve teveccüh edip istimdâd ve istifâza ile ka’r-ı kalbine inzâl ve hıfz eylemekdir. Nev’-i sânî: Kezâlik, hayâlinde mürşidin rûhâniyyetinin başı ke-enne kendünin sağ omuzundan yukaru olub sadrından sol tarafına hemâ’il gibi tesavvur ve tehayyül ile omuzundan kalbinin içine anı bir emr-i mümtedd mülâhazasıyla kalbinin ka’rına inzâl ve hıfz edip, istimdâd ve istifâza eylemekdir. Nev’-i sâlis: Tesavvurlı ve tesavvursuz mücerred mürşid-i kâmilin rûhâniyyetini ke-enne şems-i nûrî gibi kendü alnına muttesıl olub alnından ya’nî hazâne-i hayâlinden kalbine nüzûl edip bâtınını ve zâhirini istîlâ ve tenvîr eder tehayyül ve mülâhazasıyla kalben teveccüh ve tezellül ile istimdâd ve istifâza eylemekdir. Pes, mürîd-i sâdık bu envâ’-ı selâseden bir nev’i ile mürşid-i kâmilin rûhâniyyetine râbıta edip tezellül ve yokluk ve niyâz ile kalben istimdâd ve istifâza itmek gerekdir. Tâ kim bu irtibât sebebiyle mebâdî’-i fenâ fi’ş-şeyh hâsıl olub, rûhâniyyet-i mürşidde olan kemâlât-ı ma’neviyye ki, nisbet-i seniyyedir, andan bi’l-in’ikâs sirâyet edip eser-i cezbe-i Rahmânîden gaybet ü istiğrâk ya huzûr ve şühûd husûl bula. Ve dahî her kaçan kim bu ahvâlât-ı mezkûreden biri hâsıl oldukda, vâsıta olan râbıta ve zikr terk olunub ol ahvâle ya’nî ol bî-hûdlığa ya şühûda tâbi’ olarak dalub külliyyetle kendüyi ana teslîm eylemek gerekdir. Zîrâ, râbıta, delîl ve vâsıtadır. Ve zikr, dakk-ı bâb-ı Mevlâ’dır. Ve ahvâlâ-ı mezkûre, feth-i bâb-ı Hudâ’dır. Pes, ba’de’l-feth dakk-ı bâb ‘abes ve terk-i zikr, edebdir. Ve her ne zemân ol hâl zâ’il olub ifâkat bulur ise, yine vukûf-ı kalbî ile râbıtaya ve zikre mürâce’at ve muvâzabet itmek lâzımdır. Böylece kirâran ve mirâran müdâvemetle fenâ fi’ş-şeyh-ı tâmm, ba’dehû fenâ fi’r-Rasûl-i tâmm, ba’dehû fenâ fi’llâh-i tâmm husûliyle ahvâl-i mezkûre milk ola. Pes, imdi bu râbıta-i şerîfenin ba’z-ı şurût u âdâbı bunlardır: Evvelâ mürîd-i sâdık, mürşid-i kâmilin kemâlât ü tesarrufâtı rûhâniyyetinin sıfat-ı lâzimmesi olub hayyen ve meyyiten aslâ münfekk olmaz i’tikâd itmek ve ol fânî fi’llâh ve bâkî bi’llâh ve mazher-i tecellî-i zâtu’llâh ve nâ’ib-i Rasûlullâh olmağla, anın rûhâniyyeti mukayyed olmayub mutlak olmağla her bir zemân ve mekânda tesavvur u teveccüh ü istifâza olunsa, bi-izni’llâhi te’âlâ hâzır olub tesarruf ve ifâza eder. Ve anın bu huzûr u tesarruf u ifâzası ancak Hakk Te’âlâ’nın kudret-i kâmile ve tesarrufât-ı şâmilesindendir. Ol, zâhirde bir vâsıta ve mazherdir, diyü i’tikâd itmek. Ve dahî mehabbet ü ta’zîm ü hürmetini mürâ’ât ü nisbet-i seniyyesini hıfz edip râbıtasıyla zikr ü fikre müdâvemet itmek. Ve dahî silsile-i nisbetini bilüb gâhîce râbıta-i müselsele ile tâ rabıta-i Rasûlullâh’a “sallallâhü ‘aleyhi ve sellem” irtibât itmek; belki cemî’-i zemânda mürşidine râbıta itdükde, irtibât-ı müselsele-i muttesılayı icmâlen mülâhaza itmek gerekdir. Ve dahî bi’l-in’ikâs ba’z-ı ahvâl-i cüz’iyye zuhûrıyla râbıtayı külliyyen terk itmeyüb belki kirâran ve mirâran ol ahvâl zuhûr u rüsûh ve bâtını kuvvet ve külliyyet bulub kendüye milk oluncaya değin bi’l-mücâhedeti’l-mestûre râbıta ve zikru’llâha müdâvemet üzre olub zikrde ve fikrde ve sâ’ir-i ‘ibâdât ü ‘âdâtda ve mükâleme vü mu’âmelede, belki hâlet-i nevmde râbıta ve vukûf-ı kalbî ve ma’nâ-yı zikre müdâvemet ü ihtimâm itmek gerekdir, tâ kim bu râbıta sebebiyle fenâ fi’ş-şeyh-ı tâmm ve anın sebebiyle fenâ fi’r-Rasûl-i tâmm ve anın sebebiyle fenâ fi’llâh-i tâmm hâsıl olub bekâ bi’llâh-i tâmm ile kemâlât-ı ma’neviyye ki, nisbet-i seniyyedir, bi-‘inâyeti’llâhi te’âlâ husûl bula. Allâhü a’lem.
Muhammed Murâd-ı Buhârî. Dürrü’l-Müntehab Min Tahrîri’l-Edeb Fî Tercemeti Silsileti’z-Zeheb. İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi. Atatürk Kitaplığı. No: 406/1, 56-60.
II
MEKTUPLARINDAN ÖRNEK
HÂZİHÎ MESMÛ’ÂTÜ MİN HAZRETİ’S-SEYYİDİ’Ş-ŞEYH MURÂDİ’N-NAKŞ-BENDİYYİ’L-BUHÂRÎ “KUDDİSE SİRRUH”
Buyurdılar ki: “Nefs-i nâtıka”yı muhakkıkûn ma’nâ-yı lugavîsinden kat’-ı nazar, “ene” dimeğe müste’idd olan şeydir ki, “âlem-i halk”dandır, didiler. “Letâ’if-i ‘anâsır”dan mürekkeb olmuşdur. “Anâsır-ı erbe’a” ile nefs-i nâtıka, beş oldı. Pes, bu beş mukâbili ‘âlem-i emrden beş letâyif-i ‘ulviyye vardır ki, nefs-i nâtıka ile ‘alâka-i tâmmeleri vardır. Ve letâyif-i ‘ulviyye, mâ fevka’l-‘Arş’dandır. Kezâlik, letâyif-i süfliyye mâ tahte’l-‘Arş’dandır. Her çend nefs-i nâtıkanın enâniyyetinde ısrâr ve ‘inâdı vardır ve kendü kendin mevcûdın iz’ân ve isbâtda muztarrdır. İsbâtdan mâ-verâsın bilmez ve kendinden idrâk idemez. Letâyif-i ‘ulviyye ki, kalb ve rûh ve sırr ve hafâ ve ahfâdır; bunlar ile nefs beyninde nisbet-i te’aşşuk virildi ki, o letâyif-i ‘ulviyye nefs-i nâtıkaya ‘âşık oldılar. Ammâ çünki ‘âşık, ma’şûka mağlûb olagelmişdir; anlar nefs-i nâtıkanın makhûrı oldığı i’tibârıyla o nefse, emmâre didiler. Her çend ki nefs, da’vâ-yı enâniyyetde letâyif-i ‘ulviyyeye gâlib ola, sâhibi esfeldedir. Pes, kendi kendinin mûcidiyle beyninde olan nisbetin ve te’allukın idrâk idemez. Anınçün da’vet gönderdiler ve nübüvvete ihtiyâc oldı. Pes, Şer’de Vâcibü’l-Vücûd’ı ef’âl ve sıfât ile bildirdiler. Ef’âl, âhir-i merâtib-i vücûddur. Sıfât dahî iki nev’dir: Biri, sübûtîdir ve biri, selbîdir. Sübûtî, hergiz bizim fehmimize girmez. Eğer fehme bir şey gelürse, O Te’âlâ, andan münezzehdir. Sıfât-ı selbiyye elbette müdrik ve mefhûmdur. Pes, Şer’-i Şerîfe kemâl-i ittibâ’la, da’vete uyub bir kâmile mehabbet ile mücâhede ve sülûk itdikde, letâyif-i ‘ulviyye gâlib, nefs-i nâtıka mağlûb olur.
Buyurdılar ki: Sıfâtullâh, merâyâ-yı zâtdır. Ve sıfât, iki nev’dir: Biri, sübûtîdir ve biri selbîdir. Sübûtî olan, bir vechle bizim fehmimize girmez. Eğer fehme bir şey gelürse, O Te’âlâ, andan münezzehdir. Ammâ selbî olanı fehm idebiliürüz. Zîrâ te’ayyüni vardır. Her te’ayyüni olan nesneye, mümkin dirler. Pes, sıfât-ı selbiyyeye bu ‘âlem diriz.
Muhammed Murâd-ı Buhârî. Mesmû’âtün Min Hazreti’ş-Şeyh Murâdi’n-Nakş-bendî Ve Mektûbâtihî, İstanbul: Süleymaniye Kütüphanesi, Veliyyüddîn Efendi Kısmı, No: 1780. vr.1b-2a.
III
MESMÛAT'DAN
Hakk te’âlâ insânı kalb ile kâlıbdan mürekkeb halk etmişdir. Ve bu ikiden herbirinin kemâli, Rasûlullâh’da “sallallâhü ‘aleyhi ve sellem” hatm olmuşdur. Sâ’ir-i ümmete bu kemâlâtdan herbiri Rasûl ‘aleyhisselâma ittibâ’ına göre virilmişdir. Anları vâsıta tutmayınca, kimseye kemâlât gelmek ‘âdetullâha muhâlifdir. Gâyeti, ba’zı kimesneler Rasûl’den “aleyhisselâm” vâsıtasız almışlardır, Eshâb-ı Kirâm “rıdvânullâhi ‘aleyhim ecme’în” gibi. Ve ba’zılar, vâsıta ile ahz etmişlerdir; Tâbi’în gibi ve Tebe’-i Tâbi’în gibi. Pes, cümlenin kemâlât-ı zâhiriyye ve bâtıniyyeye vusûli hakîkatde değildir. İllâ Rasûlullâh “sallallâhü ‘aleyhi ve sellem” vâsıtasıyladır. İmdi, mişkât-i nübüvvetden bu kemâl ahz olunmanın tarîkı, mehabbet-i İlâhiyye’nin sıdkıdır. Ve mehabbet-i İlâhiyye’nin sıdkı, Rasûlüne ittibâ’la ma’lûmdur. Netekim Hakk te’âlâ, Kelâm-ı Kadîmi’ne buyurur: "Kul in küntüm tühıbbûne’llâhe fe’ttebi’ûnî..." Ya’nî "Habî-bim, sen ümmetine eyit ki, eğer siz Allâhü te’âlâyı seversenüz, bana ittibâ’ idin; tâ ki Hakk te’âlâ dahî sizleri seve ve bana itâ’tiniz sebebiyle size kemâlât-ı zâhiriyye ve bâtıniyye ihsân ide." Pes, kemâlâta nâ’il olmanın ittibâ’dan gayrî tarîkı yokdur. İttibâ’, iki kısmdır: Zâhir olmak var bâtınen olmak var. Zâhiren ittibâ’, ‘ulemânın yazdıkları fetvâya kendüyi tatbîk ile olur. Zîrâ ‘ulemâ “rahime-hümüllâh” evzâ’ u akvâl ü ef’âl-i Rasûlullâh’ı “aleyhisselâm” bi-lâ ziyâde ve lâ noksân, hıfz u zabt etmişlerdir. Ana, ‘İlm-i Fıkh ve ‘İlm-i Hadîs ve ‘İlm-i Tefsîr mütekeffildir. Bâtınen olan ittibâ’, ezvâk u ahvâl ü ahlâkdır. Eğerçi bunların ba’zısını ‘ulemâ beyân etmişlerdir; lâkin bi-temâmi-hî mümkin değildir. Zîrâ elfâz u ‘ibârâtın tehammüli yokdur. Pes, anı ancak bâtın muhtemildir. Pes, bâtına meşâyih-ı ‘izâm mütekeffildir ki, kendüleri zevk u vicdân tarîkıyle şeyhlerinin telkîn-i zikri vâsıtasıyla mişkât-i nübüvvetden ve bâtın-ı Rasûl’den “aleyhisselâm” ‘ibâret ve lafzsız batnen ‘an batnin hıfz u zabt etmişlerdir. Pes, zâhirde Rasûl’e “aleyhisselâm” ittibâ’, ‘ulemâ-yı ‘izâmın kütüb-i mu’teberede yazdıkları vech üzre ‘amel edip ziyâde ve noksândan kemâl-i mertebe ihtirâz etmekdir. Zîrâ ‘amelde noksân, kişiyi kemâl-i ittibâ’dan çıkarduğı gibi, öteden sâbit olan ‘ibâdât üzerine ziyâde dahî ittibâ’dan çıkarır. Ziyâde didiğimiz, dînde bid’atdir. Ya’nî Rasûl’ün “aleyhisselâm” ve Eshâb-ı Kirâm’ın “rıdvânullâhi ‘aleyhim ecme’în” bulundığı ‘ibâdet üzre ‘ibâdetdir.
Muhammed Murâd-ı Buhârî. Mesmûât. İstanbul: Beyazit Devlet Kütüphanesi. Veliyyüddîn Efendi Kısmı. No: 2886. vr.10b-12a.