NEF'Î, Ömer Efendi

(d. 980?/1572? - ö. 1044/1635)
divan şairi
(Divan/Yazılı Edebiyat / 17. Yüzyıl / Anadolu-Osmanlı-Türkiye)
ISBN: 978-9944-237-86-4

Asıl adı Ömer olan Nef'î, Erzurum’un Hasankale (Pasinler) ilçesinde doğdu. Bu yüzden kaynaklarda Erzenü’r-rûmî Ömer Bey, Erzenü’r-rûmî Ömer Efendi diye anılır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmese de 980/1572 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Dedesi Mirza Ali Paşa, babası Mehmed Bey’dir. Soylu bir aileye mensup şairin baba ve dedesi sancak beyliği yapmıştır. Babası Mehmed Bey’in, Kırım hanına nedimlik yaptığı, bu nedenle ailesini ihmal ettiği Sihâm-ı Kazâ’daki bir hicivden anlaşılmaktadır. Çocukluk ve gençlik yılları hakkında bilgi bulunmayan Nef’î’nin iyi bir medrese eğitimi gördüğü, Arapçayı özellikle Farsçayı, Fars edebiyatını iyi bildiği anlaşılmaktadır. Şiire genç yaşta başlamış olan Nef’î üzerinde, şair olan babasının ve o sırada Erzurum’da defterdar olarak görev yapan tarihçi Gelibolulu Âlî’nin önemli etkisi vardır. Hatta ilk dönem şiirlerinde kullandığı zarara mensup anlamına gelen “Darrî” mahlası, Âlî tarafından “Nef’î” mahlasıyla değiştirilmiştir. Nef’î’nin ne zaman ve hangi sebeple İstanbul’a geldiği kesin olarak bilinmese de Sultan I. Ahmed’in tahta geçişinden sonra İstanbul’a geldiği, ölümüne kadar yaklaşık otuz yıl burada kaldığı bilinmektedir. Sunduğu kasidelerle I. Ahmed’in takdirini kazanmış, padişahın maiyetinde kısa bir süre Edirne’de kalmıştır. I. Ahmed için kaleme aldığı kasidelerde her fırsatta minnet hislerini ifade etmiş, maden mukataacılığı ve maden kâtipliği görevlerinde bulunmuştur. I. Ahmed’e sekiz kaside sunmuş, padişahın kendisine gösterdiği yakın ilgi sebebiyle tanınmış; Kuyucu Murad Paşa, Nasûh Paşa, Damad Mehmed Paşa, Halil Paşa gibi dönemin önde gelen isimlerine yazdığı methiyelerle onların da iltifat ve takdirlerini kazanmış, şöhretini artırmıştır.

Nef’î; I. Ahmed (1603-1617), II. Osman (1618-1622), IV. Murad (1623-1640); I. Mustafa (1617-1618/1622-1623) gibi üçü şair dört padişahın saltanatına tanıklık etmiş olsa da özellikle I. Ahmed ve IV. Murad’ın ilgisine mazhar olmuş, IV. Murad devrinde şöhretinin zirvesine ulaşmıştır. Kendisi gibi sert mizaçlı sultanla iyi bir diyalog kurmuş, onun ilgi ve iltifatını kazanmış, on iki kaside sunmuştur. Şairin en fazla ilgi ve iltifat gördüğü bu dönem, aynı zamanda azledilme ve sıkıntıları da sıkça yaşadığı bir dönem olmuştur. Taşradan gelip İstanbul’da şöhret kazanan, sanatı takdir gören, karşılığında yüklü miktarlarda caizeler alan Nef’î'nin, kendine duyduğu aşırı güven ve istikrarsız kişiliği yüzünden yüksek perdeden konuşması, yerli yersiz sataşmaları, kişilerin makam ve mevkiini, onurunu hiçe sayarak sövgü derecesinde bir üslupla hicvetmesi başarısına gölge düşürmüştür. Kıskançlıklara sebep olan şöhreti ve tutarsız davranışları, saldırgan kişiliği ile sadrazam, vezir ve diğer devlet adamlarının, bilgin ve sanatçıların düşmanlığını kazanmış, pek çok kez zor durumda kalmış, görevinden uzaklaştırılmıştır. Hicivlerinden dolayı Gürcü Mehmed Paşa tarafından üç defa azledilmiştir.

Devlet ricali, bilgin ve şairler tarafından şiddetle eleştirilen Nef’î’nin katlinin vacip olduğu söylenmiş, bütün bunlara rağmen padişah tarafından korunup kollanmıştır. Fakat padişahın yaşadığı bir olayla ihsan ve iltifatlar bir süre sonra sekteye uğramıştır. Nâimâ’ya göre (III, 235) IV. Murad, sarayda şairin Sihâm-ı Kazâ’sını okurken tahtın yanına yıldırım düşmüş, bunu uğursuzluk sayan padişah, şairi hicivden menetmiş; görevinden azlederek Edirne’ye sürmüştür. Bu olay üzerine devrin şairlerinden İbrahim Vehbi tarafından şu beyit söylenmiştir (İpekten 1998:61):

Gökden nazîre indi Sihâm-ı Kazâ’sına

Nef’î diliyle uğradı Hakk’ın belâsına

Sürgünde bulunduğu Edirne’de Muradiye mütevelliliği görevinde iken yazdığı kasidede üzgün olduğunu belirtmiş, pişmanlığını ifade ederek padişahtan af dilemiştir. Affedilen şair, yeniden İstanbul’a dönmüş ve cizye muhasebeciliği görevine atanmıştır.

Üstün bir sanat gücüne sahip olan Nef'î, sıradışı tavır ve davranışları, ölçüsüz söylemleri dolayısıyla sıkıntılı bir hayat sürmüş; acı tecrübelere rağmen çizgisini değiştirmemiş, sonunda dilinin kurbanı olmuştur. Ölümü hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır. Vezir Bayram Paşa’yı hicvettiği için IV. Murad’ın izniyle boğdurulup denize atıldığı en yaygın görüştür. IV. Murad aleyhine yazdığı ya da düşmanlarınca kendisine isnat edilen ağır bir hicivden dolayı padişahına gazabına uğramış olduğu da rivayetler arasındadır. Padişahın son derece takdir edip koruyup kolladığı Nef’î'yi sırf Bayram Paşa’nın hatırına öldürtmediği makul görünmektedir. Fuad Köprülü ve Abdülkadir Karahan, IV. Murad aleyhinde yazılmış ve Nef'î'ye isnat edilen böyle bir hicve rastladıklarını belirtmişlerdir (Ocak 1991:12-13). Gerekçesi tam olarak bilinmese de hiciv yüzünden öldürüldüğü kesin olan şair, Bayram Paşa’ya teslim edilmiştir. Nef'î, Ocak 1635’te (Şaban 1044) Çavuşbaşı Boynueğri Mehmed Çavuş tarafından sarayın odunluğunda kementle boğdurulmuş, cesedi denize atılmıştır. Bunun yanında Sihâm-ı Kazâ'nın bir nüshasında şairin İstanbul Sirkeci İskelesi yakınlarında mezarının bulunduğu belirtilmekte ayrıca Mevlânâ dergahı içindeki Hadîkatü'l-ervâh'ta kendisine bir mezar atfedilmektedir (Akkuş 2006:524).

İsmail Beliğ, “tîğ-ı gazâb-ı pâdişâhî ile katl olındı.” sözüyle onun padişahın gazabına uğrayıp öldürüldüğünü belirtir (Abdulkadiroğlu 1999:490). Ölüm tarihi kaynaklarda farklı şekillerde verilse de “Geçdi Sihâm-ı Kazâ”, “Katline oldı hele sebeb hicvi hele Nef’î’nün” şeklinde düşürülen tarihler, Nef’î’nin 1044 yılında hiciv sebebiyle öldürülmüş olduğunu kanıtlamaktadır.

Nef’î’nin biri Türkçe, biri Farsça iki divanı ve hicivlerini içeren Sihâm-ı Kazâ’sı vardır. Farsça Divan’da yer alan Tuhfetü’l-Uşşâk, bazı kaynaklarda müstakil bir eser olarak gösterilir.

1. Türkçe Dîvân: Bulak ve İstanbul’da iki defa basılan divanın, Metin Akkuş (1991) tarafından karşılaştırmalı metni hazırlanan ve daha sonra yayımlanan (1993) baskısında “altmış iki kaside, bir terkib-bend (sâkînâme), bir mesnevi, dokuz kıta-i kebire, yüz otuz dört gazel, iki kıta, dört nazım, beş rübai, on altı müfred” bulunmaktadır. Kaside ağırlıklı Türkçe Dîvân’da Nef’î’nin, saltanatlarına şahitlik ettiği padişahlara, vezirlere ve önemli devlet adamlarına sunduğu kasideler, özellikle Sultan I. Ahmed için sekiz, IV. Murad için on iki, II. Osman için yazmış olduğu dört kaside dikkat çekmektedir. Gazeller, Dîvân’da en fazla yer kaplayan ve Türk edebiyatının en mükemmel örneklerini oluşturan kasidelerin gölgesinde kalır. Kasidelerdeki tok ve gür sesin aksine gazellerde daha yumuşak bir ses tonu hissedilir. Divan üzerine F. Tulga Ocak (1980) bir doçentlik çalışması, Bahir Selçuk (2004) ahenk unsurları bakımından bir tahlil çalışması yapmıştır.

2. Farsça Dîvân: Türkçe Dîvân'ın aksine tasavvufî düşüncenin ağırlıkta olduğu Farsça Dîvân’da, Urfî-i Şirazî ve Enverî’nin etkileri hissedilir. Ali Alptekin (1944) tarafından divanın tenkitli metni hazırlanmış, Ali Nihad Tarlan (1944) tercümesini yayımlamıştır. Mehmet Atalay (1988) tarafından üzerine doktora tezi hazırlanan divanda “sekiz naat, sekiz kaside, bir terci-bent, bir kıta-i kebire, yirmi bir gazel ve yüz yetmiş bir rubai” bulunmaktadır.

3. Sihâm-ı Kazâ: Nef’î’nin hicivlerini topladığı bu eser, ince bir zekâ ürünü olan manzumelerle beraber argo ifadeler ve küfür içeren manzumeler de barındırmakta, yerginin yerini çok defa sövgü almaktadır. Eserin edebî değerini gölgeleyen bu üslup tarzı, divandaki edebî söyleme göre hayli farklılık göstermektedir. Eserde şairin Şeyhülislam Yahya, Tahir Efendi gibi kişilere yazmış olduğu zarif hicivlerin yanında başta babası Mehmed Bey’e ve Gürcü Mehmed Paşa, Kemankeş Ali Paşa, Kafzâde Fâ'izî, Veysî gibi dönemin önemli isimlerine yazmış olduğu ağır hicivler de bulunmaktadır. Manzumelerin bazılarında muhatabın ismi geçmese de bunların devrin bilinen kişileri olduğu anlaşılmaktadır. Birbirinden hayli farklı yazma nüshaları bulunan eser, Saffet Sıdkı Bilmen (1943), Metin Akkuş (1998) tarafından seçmeler yapılarak yayımlanmıştır.

4. Tuhfetü’l-Uşşâk: Bazı kaynaklarda müstakil bir eser olarak gösterilen bu manzume, Farsça Dîvân’da yer alan doksan yedi beyitlik Farsça bir kasidedir. Fuzulî’nin Enîsü’l-Kalb adlı eserine nazire olarak yazılmıştır. Kaside metni ve Türkçe tercümesi Tarlan (1964) tarafından yayımlanmıştır. Bazı kaynaklarda Nef‘î’nin münşeatının olduğu ifade edilmişse de (Uzun 2006:18) bulunabilen tek mektubu Ünsî Çelebî’nin yazmış olduğu bir kıta vesilesiyle  kendisine cevap mahiyetinde yazılmış olan bir mektuptur (Ocak 1981:125-130; Akkuş 2006:525).

Sert mizaçlı, bildiğini ifade etmekten çekinmeyen, mücadeleci bir kişiliğe sahip olan Nef’î’nin bu hırçın ve kavgacı tavırları sanatına da aynen yansımıştır. Bunda bir bey soyundan gelmiş olmasının, yetişme tarzının ve devrin hadiselerinin etkili olduğu düşünülebilir. Nef’î’nin yaşadığı yüzyıl, Türk şiirinin her yönüyle mükemmel bir görünüm kazanmış olduğu bir dönemdir. O kendinden emin bir edayla kasidelerinde bu gerçeği haykırmış, İranlı şairlere meydan okumuştur. Nef’î, klâsik Türk edebiyatında kaside üstadı olarak şöhret bulmuştur. Kendi döneminden itibaren kaleme alınan edebiyat tarihlerinin tamamı bu hususta aynı görüştedir. Muhtevaya uygun olarak seçilmiş Arapça ve özellikle Farsça kelimeler ve terkiplerin oluşturduğu musiki ve güçlü dil, onun özgün üslubunu oluşturur. Söz oyunlarına başvurmadan açık bir biçimde düşüncelerini ifade eder. Kasidelerde özellikle methiye ve fahriye bölümlerinde güçlü bir ses ve mübalağaya dayalı ince hayallerle dikkat çeker. Çarpıcı bir etki bırakan bu iki hususu mükemmel bir biçimde sentezleyen şair, “övgü, övünme, yergi”de zirveye oturur. Şiirin muhtevasına uygun olarak seçilen kelime kadrosu, ses ve söz tekrarları; kafiye ve redif gibi ritmik unsurlarla güçlü bir söyleyiş sergiler, mükemmel tasvirler yapar. Ölüm-kalım mücadelesinin verildiği savaş sahnelerini işitsel ve görsel ögelerle âdeta yeniden yaşatır. Kasidelerdeki dışa dönük bu yüksek ve tok ses, gazellerde nispeten yumuşak bir hâle bürünür (Selçuk 2004).

Övgü, övünme ve yergide sınır tanımayan şair; övdüğünü göklere çıkaran, yerdiğini yerin dibine sokan, rakip tanımayan bir tavır sergiler. Övdüğü kişinin ardından sözü çoğu kez kendisine getiren şair, böyle bir şiiri ancak kendisinin söyleyebileceğini, kendisinin de söz sultanı olduğunu ifade eder. Hayatı bir mücadele, savaş meydanı olarak tasvir eden Nef’î, bu meydanda en güçlü silahşorun, pehlivanın kendisi olduğunu söyler, hasımlarına meydan okur. “Ben” zamirini sıkça yineleyen, kelimelere hayat verdiğini söyleyen şair, kendisinden son derece emindir; bu yüzden daha çarpışma başlamadan kendisini galip ilan eder. Sözü en güçlü silah kabul eden şair, söz ile savaş ve savaş aletleri arasında renkli ve güçlü bağlantılar kurar, etkili söz söylemeyle savaş meydanındaki mücadeleyle bir tutar (Selçuk 2006:234-235).

Arap şairi Mütenebbi, İran şairlerinden Urfî ve Enverî’den etkilenmiş olan şair, fahriyedeki ustalığı ve beliğane söyleyişi ile Mütenebbî’yi; mübalağa sanatındaki başarısı ve hayal gücünün zenginliğiyle de Urfî ve Enverî’yi hatırlatmaktadır. Urfî, Enverî; Bâkî, Fuzûlî, Şâhidî gibi şairlere nazireler yazmıştır. Mevlana için yazdığı manzume, Farsça Divan’ındaki tasavvufî düşünce boyutu, şairin Mevlevî olduğunu düşündürmüştür. Klâsik Türk şiirinin en güçlü seslerinden biri olan Nef’î, özgün dil ve üslubu ile kaside sahasında çığır açmış, yaşadığı dönemden itibaren takip edilmiş, üslubu ve sanatı hep takdir edilmiştir. Güftî, Fehîm-i Kadîm, Nedîm, Şeyh Gâlib, İzzet Molla; Ziya Paşa, Namık Kemal, Tevfik Fikret gibi şairler ondan övgüyle bahsetmişlerdir (Akkuş 2006:524).

 

Kaynakça

Abdulkadiroğlu, Abdulkerim (hzl.) (1999). İsmail Beliğ Nuhbetü’l-Âsâr li-zeyli Zübdetil-Eş’âr. Ankara: AKM Yay.

Akbayar, Nuri (hzl) (1996). Mehmed Süreyyâ Sicill-i Osmanî. C. 4. İstanbul: Tarih Vakfı Yay.

Akkuş, Metin (hzl.) (1991), Nef’î Sanatı ve Türkçe Dîvânı (İnceleme-Karşılaştırmalı Metin). Doktora Tezi. Erzurum: Atatürk Üniversitesi.

Akkuş, Metin (hzl.)(1993). Nef’î Dîvânı. Ankara: Akçağ Yay.

Akkuş, Metin (1998), Nef’î ve Sihâm-ı Kazâ. Ankara: Akçağ Yay.

Akkuş, Metin (2006), “Nef’î”. İslam Ansiklopedisi. C. 32. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay. 523-525.

Alptekin, Ali (1944). Nef’î’nin Farsça Dîvânının Tenkitli Neşri. Mezuniyet Tezi. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi.(Tez Nu: 818).

Atalay, Mehmed (1988). Şair Nef’î, Farsça Divanının Edisyon Kritiği ve Üslubu. Doktora Tezi. Erzurum: Atatürk Üniversitesi.

Avşar, Ziya (2003). “Nef’î’nin Hayal Kavramına Yaklaşımı”. Bilig. (24): 89-114.

Ayan, Hüseyin vd. (1987). “Nef’î”. Büyük Türk Klasikleri. C.5. İstanbul: Ötüken-Söğüt Yay.

Bilmen, Saffet Sıdkı (1943). Nef’î ve Sihâm-ı Kazâsı. İstanbul: Aydınlık Basımevi.

Bursalı Mehmed Tahir (1338). Osmanlı Müellifleri. C. 2/2. İstanbul: Ali Şükrü Matbaası.

İpekten, Haluk (1998). Nef’î Hayatı-Sanatı-Eserleri. (yay. hzl. Yaşar Aydemir.) Ankara: Akçağ Yay.

Karahan, Abdülkadir (1997). “Nef’î”. İslam Ansiklopedisi. C.9. İstanbul: MEB Yay.

Karahan, Abdülkadir (1992). Nef’î Divanından Seçmeler. Ankara: KB Yay.

Kayabaşı, Bekir (hzl.) (1997). Kafzâde Fâizî’nin Zübdetü’l-Eş’âr’ı. Doktora Tezi. Malatya: İnönü Üniversitesi.

Kesik, Beyhan (2007). “Nef’î’de Rindlik”. EKEV Akademi Dergisi. (33): 257-270.

Kılıç, Atabey (2011). Nef’î’nin Bir Beyti Üzerine Düşünceler”. Erciyes Aylık Fikir ve Sanat Dergisi. (284): 4-5.

Kurnaz, Cemal (1985). “Nef’î’yi Anarken”. Türk Kültürü. (265): 28-30.

Kurnaz, Cemal (hzl) (1995). Muallim Naci Osmanlı Şairleri. İstanbul: MEB Yay.

Nâimâ (1280). Tarih. C. 3. İstanbul.

Ocak, F. Tulga (hzl.)(1980). Nef’î ve Türkçe Dîvân. Doçentlik Tezi. Ankara: Hacettepe Üniversitesi.

Ocak, F. Tulga (1991). "Nef'î ve Türk Edebiyatındaki Yeri". Ölümünün Üçyüzellinci Yılında Nef'î. Ankara: AKM Yay. 1-44.

Ocak, F. Tulga (1981). “Nef'î Konusunda Yeni İki Belge”. Hacettepe Üniversitesi, Beşeri Bilimler Dergisi. 10 (4): 125-130

Okay, Orhan (1998). “Nef’î’nin Şiirlerinde Ses Unsuru”. Sanat ve Edebiyat Yazıları. İstanbul: Dergâh Yay.

Selçuk, Bahir (2004). Ahenk Unsurları Bakımından Nef’î Divanı'nın Tahlili. Malatya: Özserhat Yay.

Selçuk, Bahir (2006). “Nefî’de Söz ve Savaş İlgisi”. EKEV Akademi Dergisi. (28): 233-246.

Selçuk, Bahir (2013). “Nef’î’nin Kasidelerindeki Farsça Yapılı İkilemelerin (Terkîb-i Tekerrürî) Ses ve Anlam Düzenine Etkisi”. Ahmet Atillâ Şentürk Armağanı. ed.: Ahmet Kartal ve Mehmet Mahur Tulum. İstanbul: Akademik Kitaplar. 577-595.

Şemseddin Sâmî (1316). Kamusu’l-A’lâm. C. 6. İstanbul. (Tıpkıbasım: 1996). Ankara: Kaşgar Neşriyat.

Tarlan, Ali Nihad (1964). “Nef’î’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Tercümesi”. İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü Dergisi.(2): 185-200.

Tarlan, Ali Nihad (1944). Nef’înin Farsça Divanı Tercümesi. İstanbul: Selami Sertoğlu Kitabevi Neşriyatı Numune Matbaası.

Uzun, Mustafa İsmet (2006). ”Münşe’ât. İslam Ansiklopedisi. C. 32. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay. 18-20

Zavotçu, Gencay (hzl.) (2009). Rıza Tezkiresi (İnceleme-Metin). İstanbul: Sahhaflar Kitap Sarayı.

Madde Yazım Bilgileri

Yazar: PROF. DR. BAHİR SELÇUK
Yayın Tarihi: 08.11.2013
Güncelleme Tarihi: 12.12.2020

Eserlerinden Örnekler

Dîvân

Kaside 

Der Medh-i Sultân Murâd Hân

Esdi nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem

Açsun bizüm de gönlimüz sâkî meded sun câm-ı Cem

 

İrdi yine ürd-i bihişt oldı havâ 'anber-sirişt

'Âlem bihişt-ender-bihişt her kûşe bir bâğ-ı İrem

 

Gül devri 'ıyş eyyâmıdur zevk u safâ hengâmıdur

'Âşıklarun bayramıdur bu mevsim-i ferhunde-dem

 

Dönsün yine peymâneler olsun tehî hum-hâneler

Raks eylesün mestâneler mutribler itdükçe nagam

 

Bu demde kim şâm u seher meyhâne bâğa reşk ider

Mest olsa dil-ber sevse ger ma'zûrdur şeyhu'l-Harem

 

Yâ n'eylesün bî-çâreler âlüfteler âvâreler

Sâgar sunar meh-pâreler nûş itmemek olur sitem

 

Yâr ola câm-ı Cem ola böyle dem-i hurrem ola

'Ârif odur bu dem ola ıyş u tarabla mugtenem

 

Zevkı o rind eyler tamâm kim tuta mest ü şâd-kâm

Bir elde câm-ı lâle-fâm bir elde zülf-i ham-be-ham

 

Lutf eyle sâkî nâzı ko mey sun ki kalmaz böyle bu

Dolsun sürâhî vü sebû boş durmasun peymâne hem

 

Her nev-resîde şâh-ı gül aldı eline câm-ı mül

Lutf it açıl sen dahi gül ey serv-kadd-i gonca-fem

 

Bu dürd ü bu sâfî deme dönsün piyâle gam yeme

Kânûn-ı devr-i dâ'ime uy sen de mey sun dem-be-dem

 

Meydür mihekk-i 'âşıkân âşûb-ı dil-ârâm-ı cân

Ser-mâye-i pîr-i mugân pîrâye-i bezm-i sanem

 

Mey 'âkili irşâd ider 'âşıkları dil-şâd ider

Seyle virür ber-bâd ider dillerde koymaz gerd-i gam

 

Mey âteş-i seyyâledür mînâ kadehle lâledür

Yâ gonca-i pür-jâledür açmış nesîm-i subh-dem

 

Sâkî meded mey sun bize câm-ı Cem ü Key sun bize

Rıtl-ı pey-â-pey sun bize gitsün gönüllerden elem

 

Biz âşık-ı âzâdeyüz ammâ esîr-i bâdeyüz

Âlüfteyüz dil-dâdeyüz bizden dirîg itme kerem

 

Bir câm sun Allah içün bir kâse de ol mâh içün

Tâ medh-i şâhenşâh içün alam ele levh u kalem

 

Ol âfitâb-ı saltanat ol şeh-süvâr-ı memleket

Cem-bezm ü Hâtem-mekremet memdûh-ı esnâf-ı ümem

 

Ablak-süvâr-ı rûzgâr âşûb-ı Rûm u Zeng-bâr

Leşker-şikâr-ı kâm-kâr Behrâm-ı Âfrîdûn-elem

 

Pîrâye-i mülk ü milel ser-mâye-i dîn ü düvel

K'olmış nasîbi tâ ezel tâc-ı Ferîdûn taht-ı Cem

 

Hâkân-ı Osmânî-neseb kim münderic zâtında hep

İslâm-ı Fârûk-ı 'Arab ikbâl-i Pervîz-i 'Acem

 

Sultân Murâd-ı kâm-rân efser-dih ü kişver-sitân

Hem pâdişeh hem Kahramân sâhib-kırân-ı Cem-haşem

 

Şâhenşeh-i ferhunde-baht ârâyiş-i dîhîm ü taht

Bahtı kavî ikbâli saht İskender-i Yûsuf-şiyem

 

Şâh-ı cihân-ârâ mıdur mâh-ı zemîn-pîrâ mıdur

Behrâm-ı bî-pervâ mıdur yâ âfitâb-ı pür-kerem

 

Şâhâne-meşreb Cem gibi sâhib-kırân Rüstem gibi

Hem 'Îsi-i Meryem gibi ehl-i dil ü ferhunde-dem

 

Dünyâ vü mâ-fîhâ nedür cennet olursa yâ nedür

Lutf eylemek zîrâ nedür yanında bir nakd u selem

 

Cümle hünerden bâ-nasîb sırr-ı 'aceb sun'-ı garîb

Meclisde şûh u dil-firîb ceng idicek şîr-i ücem

 

Gâhî ki ol şîr-i yele hışm ile tîg alur ele

Olur cihân pür-zelzele basdukça meydâna kadem

 

Ol dem ki kasd-ı ceng ider sahrâları gül-reng ider

Dünyâyı hasma teng ider olursa Sâm u Güstehem

 

Sürdükçe hasma yek-tene bakmaz silâh u cevşene

Yer kalmaz aslâ düşmene illâ beyâbân-ı ‘adem

 

Ey Husrev-i âlî-nijâd v'ey dâver-i pâk-i’tikâd

Ey şâh-ı sâhib-'adl ü dâd ey pâdişâh-ı muhterem

 

Sen bir şeh-i zî-sânsın şâhenşeh-i devrânsın

Ya’nî ki sen Hâkân'sın devrinde ben Hâkânî'yüm

 

Ben gerçi bir bî-hâsılum şâkird-i ders-i müşkilüm

Hem mekteb-i ehl-i dilüm halk olmadan levh ü kalem

 

Sözde nazîr olmaz bana ger olsa âlem bir yana

Pür-tumturâk u hoş-edâ ne Hâfız’um ne Muhteşem

 

Hâkâni'yüm ben Muhteşem yanumda serheng-i haşem

Hâfız olur leb-beste dem hâmem idince zîr ü bem

 

Nef'î yeter da’vâyı ko dünyâ ile gavgâyı ko

Eflâke istiğnâyı ko hâke yüzün sür lâ-cerem

 

Kaldur elün eyle du'â buldı kasîden intihâ

Şimdi du’â itmek sana hem müstehabdur hem ehem

 

Nice kasîde bir kitâb mecmû'a-i pür-intihâb

Her nüktesi faslu'l-hitâb her beyti bir genc-i hikem

 

Tâ kim cihân ma'mûr ola geh emn ü geh pûr-şûr ola

İkbâl ile mesrûr ola ol Husrev-i vâlâ-himem 

(Akkuş, Metin (hzl.)(1993). Nef’î Dîvânı. Ankara: Akçağ Yay. 94-97.)

 

Kaside

Der Medh-i Vezîr-i A’zam Murâd Pâşâ

Gamzen ne dem ki tîg çeküp hûn-feşân olur

Uşşâk-ı dil-figâra ecel mihribân olur

 

Çeşmün o Kahramân-ı gazab-nâkdür senün

Kim hışmı zâ'il olsa dahî bî-emân olur

 

Kim gördi böyle hindû-yı mest-i kemîn-güşâ

Kim bir hadengi âfet-i cân-ı cihân olur

 

Müjgânlarunla seyr iden ol ebruvânı dir

Birden bu denlü tîr nice der-kemân olur

 

Gamzen su'âle başlasa 'uşşâka her müjen

Gûyâ lisân-ı hâl ile bir tercemân olur

 

Gamzen görür 'itâb ile öldürdügin bizi

Durmaz kirişme dahı ana hem-zebân olur

 

Bu nâz u bu nigâh-ı tegâfül ki sende var

Hızr olsa 'âşıkun sebeb-i terk-i cân olur

 

Sen böyle nâz u şîve satınca gedâlara

Narh-ı metâ'-ı derd ü belâ râygân olur

 

Yek-sân ise yanında seven sevmeyen seni

Hûbâna bu mu'âmeleden çok ziyân olur

 

Râzı degülse ger buna nâmûs-ı dil-berî

'Uşşâka dirse böyle ihânet yaman olur

 

Her nâ-mahalle ruhsat-ı nezzâre yâ neden

Bir gün dimez misin ki mahallende kan olur

 

Dil bu hevâ ile kafes-i teng-i sînede

Mânend-i murg-ı bâl-şikeste tapân olur

 

Kim gülşen-i ruhunda vire nağmeye karâr

Tâ ol zamân ki bâğ-ı cihân pür-hazân olur

 

Fikr eyleyince dâm-ı girih-gîr-i zülfüni

Bir hâlet el virür ki kafes gül-sitân olur

 

Zülfün mi yâ gezende siyeh mâr-ı ham-be-ham

Kim pâsbân-ı genc-i nihân-ı miyân olur

 

Yâhod hümâ şikâr idici şâh-bâzdur

Dâ'im hevâ-yı sayd ile bî-âşiyân olur

 

Gâhî ki halka halka durur pîç ü tâb ile

Tuğrâ-yı hükm-i pâdişeh-i hüsn ü ân olur

 

Gâhî ki deste deste yatar yerde gûyiyâ

Cârûb-ı âstân-ı memâlik-sitân olur

 

Ol saf-der-i yegâne ki tâb-ı mehâbeti

Cevşen-güdâz-ı Tehmeten ü Kahramân olur

 

Ol dâver-i zamâne ki âb-ı 'adâleti

Gül-bün-firâz-ı gülşen-i emn ü emân olur

 

Pâşâ-yı bî-karîne-i 'âlem ki âleme

İhsânı bî-nihâyet ü bî-imtinân olur

 

Düstûr-ı kâm-kâr ki yek-rûze bahşişi

Dahl-i hezâr-sâle-i deryâ vü kân olur

 

Maksûd-ı kâ'inât u murâd-ı cihâniyân

Kim âsitânı kıble-geh-i ins ü cân olur

 

Şem'-i cihân-serây-ı vezâret ki şu'lesi

Meş'al-fürûz-ı encümen-i husrevân olur

 

Mâh-ı felek serîr-i sa'âdet ki pertevi

Nûr-ı çerâğ-ı baht-ı şeh-i ahterân olur

 

Re'y-i münîri kim felek-i fehm ü dânişe

Bir mihr-i zerre-perver-i 'arş-âsumân olur

 

Ger zerre denlü nûrı ziyâ virse 'âleme

Hûrşîd zerre gibi nazardan nihân olur

 

Bâd-ı sabâ ki bûy-ı gül ü yâsemîn içün

Cerrâr-ı bî-nevâ-yı reh-i bûstân olur

 

Bir şemmesini bulsa eger bûy-ı hulkınun

Attâr-ı çâr-sûy-ı zemîn ü zamân olur

 

'Adli ki bir diyâr-ı pür-âşûba hükm ide

Düzd-i harâmi bedraka-i kârbân olur

 

Ger virse iktidârı za'îfâna takviyet

Peşşe harîf-i hamle-i pîl-i demân olur

 

Ger ankebûta himmeti yâr olsa perdesi

Keştî-i çâpük-i felek bâd-bân olur

 

Tab'-ı hazâna olsa mürebbî mürüvveti

Revnak-fürûz-ı reng-i gül ü ergavân olur

 

Dîvâna çıksa Âsaf-ı Cemşîd-kevkebe

Meydâna girse Rüstem-i sâhib-kırân olur

 

Tenhâ çıkınca tîg ile meydana gün gibi

Hûrşîddür cilve-gehi âsumân olur

 

Şemşîri gül gül etdügi dem hâki hûn ile

Cemşîd'dür ki bezm-gehi gül-sitân olur

 

Diller döyer mi görmege ceng içre nîzesin

Ol dem ki hûn-ı gamze-i nâ-mihribân olur

 

Gûyâ ki çeşm-i şâhid-i ra'nâ-yı nusrete

Müjgân-ı tîr ü gamze-i nâ-mihribân olur

 

Düşdükçe hâke gûy-sıfat kelle-i adû

Pây-ı semendi tut ki ana savlecân olur

 

Ol âsumân-şitâb ki hengâm-ı pûyede

Her na'li bir hilâl-i kevâkib-feşân olur

 

Ol âteş-i cehende ki oldukça germ-rev

Pîrâmeninde gerd-i siyâhı duhân olur

 

Çâpüklügi o mertebe kim zıll-ı râkibi

Yere düşince ana mekân lâ-mekân olur

 

Saflar düzüp hücûm idicek hayl-i düşmene

Dehşetle âsumân u zemîn pür-figân olur

 

Sarsıldığınca zelzele-i hamleden zemîn

Âşûb-ı rüste-hîz-i kıyâmet ayân olur

 

Gerd-i siyehde şu'le-i şemşîr-i tâb-dâr

Gûyâ sehâb-ı tîrede berk-ı cehân olur

 

Oklar sihâm-ı kavs-i kazâdan nişân virür

Peykân-ı tîr ise ecel-i nâ-gehân olur

 

Evc-i hevâda sıyt-ı çek-â-çâk-ı tîgdan

Âvâz-ı ra'd u sâ’ika reh-güm-künân olur

 

Her hamlede hücûm-ı dilîrân-ı nîze-dâr

Hayl-i adûya ol kadar âfet-resân olur

 

Kim tenlerinde râh-ı mesâmât ser-te-ser

Sûrâh-ı mâr-mühre-rübâ-yı sinân olur

 

Gâhî miyân-ı safda durur kendi tîg-veş

Gâhî miyân-şikâf-ı saf-ı düşmenân olur

 

Ol demde kim siyâkat-ı ta'dâd-ı küştegân

Bîrûn-ı hayta-i ser-i kilk-i beyân olur

 

Ger âşiyân-ı rûz-ı cezâdan bir ehl-i şer

Seyr itse ol kıyâmeti kim ol zamân olur

 

Bîrûn ider dilinden o dem bîm-i dûzehi

Meydân-ı mahşer ana riyâz-ı cinân olur

 

Ey Âsaf-ı zamâne ki her re'y-i sâ'ibin

Rükn-i esâs-ı saltanat-ı câvidân olur

 

Sensin o saf-şiken ki yazılsa menâkıbın

Her muhtasar rivâyeti bir dâstân olur

 

Tahrîr-i medh ü fikr-i nikât-ı sitâyişün

Nazm-ı umûr-ı dest ü dil-i şâ'irân olur

 

Ma'nâ ki silk-i gevher-i medhünde yerleşür

Endîşe kim senân ile ratbü’l-lisân olur

 

Ol dürr-i gûşvâre-i nâhîde nâz ider

Bu tercemân-ı râz-ı dil-i kudsiyân olur

 

Kim vasf iderse zât-ı şerîfün benüm gibi

Rûh-ı kelâmı kâlıb-ı mazmûna cân olur

 

Hakkâ benüm o nâdire-perver ki her sözüm

Bir tuhfe gibi elden ele armağan olur

 

Tab'um ki bâd-ı cezbe-i medhünle dem-be-dem

Bir bahr-ı pür-hurûş-ı le’âlî-feşân olur

 

Her gevher-i nefîs ki andan zuhûr ider

Ârayîş-i hazâ'in-i kevn ü mekân olur

 

Kim cem' iderse gevher-i mazmûn-ı hâssını

Cem'iyyet-i cevâhir ile kâm-rân olur

 

Tab'umla kimse bahs idemez Kahramân gibi

Endîşe âleminde cihân-pehlevân olur

 

Tutdı cihânı debdebe-i kûs-ı şöhretüm

İşitmez anı gûşı hasûdun girân olur

 

Hâsid benümle da'vi-i nazm eylese n'ola

Zu'mınca har suhan-ver-i 'İsâ-beyân olur

 

Gör i'tikâd-ı fâsidin itmez bu fikri kim

Rûbeh nice mukâbil-i şîr-i jiyân olur

 

Bir düzd-i nâ-bekâr-ı ma’ânî-tırâş iken

Yârân sözüyle şâ'ir olur nükte-dân olur

 

Hasm ittihâz idinmek o terzîk-gûyı ben

Nâmûs-ı şâ'iriyyetüme kesr-i şân olur

 

Anda liyâkat olsa ki ben lâf urup disem

Gelsün benümle var ise bir imtihân olur

 

Nef'î du'âya başla ko da'vâyı kim du’â

Nazm âhirinde âdet-i nazm-âverân olur

 

Tâ kim fürûğ-ı câm-ı zer-endûd-ı âfitâb

Revnak-fürûz-ı bezm-geh-i hâverân olur

 

Dönsün felekde sâgar-ı ikbâli gün gibi

Tâ ana dek ki âhir-i bezm-i cihân olur 

(Akkuş, Metin (hzl.)(1993). Nef’î Dîvânı. Ankara: Akçağ Yay.137-141.)

 

Gazel 

Ne tende cân ile sensiz ümîd-i sıhhat olur

Ne cân bedende gam-ı firkatünle râhat olur

 

Ne çâre var ki firâkunla eglenem bir dem

Ne tâli’üm meded eyler visâle fursat olur

 

Ne şeb ki kûyuna yüz sürmesem o şeb ölürem

Ne gün ki kâmetüni görmesem kıyâmet olur

 

Dil ise gitdi kesilmez hevâ-yı 'aşkundan

Nasîhat eyledügümce beter melâmet olur

 

Belâ budur ki alışdı belâlarunla gönül

Gamun da gelse dile bâ’is-i meserret olur

 

Nedür bu tâli' ile derdi Nef’î-i zârun

Ne şûhı sevse mülâyim didükçe âfet olur 

(Akkuş, Metin (hzl.)(1993). Nef’î Dîvânı. Ankara: Akçağ Yay. 296.)

Gazel 

Tûtî-i mu'cize-gûyum ne desem lâf degül

Çerh ile söyleşemem âyînesi sâf degül

 

Ehl-i dildür diyemem sînesi sâf olmayana

Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf degül

 

Yine endîşe bilür kadr-i dür-i güftârum

Rûzgâr ise denî dehr ise sarrâf degül

 

Girdi miftâh-ı der-i genc-i ma'ânî elüme

Âleme bezl-i güher eylesem itlâf degül

 

Levh-i mahfûz-ı suhandür dil-i pâk-i Nef'î

Tab'-ı yârân gibi dükkânçe-i sahhâf degül 

(Akkuş, Metin (hzl.)(1993). Nef’î Dîvânı. Ankara: Akçağ Yay. 315.)

Gazel 

Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdür gönül

Ehl-i 'aşkun hâsılı sâhib-mezâkıdur gönül

 

Bir nefes dîdâr içün bin cân fedâ itsem n'ola

Nice demlerdür esîr-i iştiyâkıdur gönül

 

Dildedür mihrin ko hâk olsun yolunda cân u ten

Ben ölürsem 'âlem-i ma’nâda bâkîdür gönül

 

Zerredür ammâ ki tâb-ı âfitâb-ı 'aşk ile

Rûzgârın şemse-i tâk u revâkıdur gönül

 

İtse Nef'î n'ola ger gönliyle dâ'im bezm-i hâs

Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdür gönül 

(Akkuş, Metin (hzl.)(1993). Nef’î Dîvânı. Ankara: Akçağ Yay. 316.)


İlişkili Maddeler

Sn.Madde AdıD.Tarihi / Ö.TarihiBenzerlikİncele
1LEBÎB, Şeyh Seyyid Mahmûd Efendid. ? - ö. 1737Doğum YeriGörüntüle
2NUSRET, Mehmed Nusret Beyd. 1833 - ö. 1854Doğum YeriGörüntüle
3KADRİYE, Hamdiye Demird. 01.01.1944 - ö. ?Doğum YeriGörüntüle
4LEBÎB, Şeyh Seyyid Mahmûd Efendid. ? - ö. 1737Doğum YılıGörüntüle
5NUSRET, Mehmed Nusret Beyd. 1833 - ö. 1854Doğum YılıGörüntüle
6KADRİYE, Hamdiye Demird. 01.01.1944 - ö. ?Doğum YılıGörüntüle
7LEBÎB, Şeyh Seyyid Mahmûd Efendid. ? - ö. 1737Ölüm YılıGörüntüle
8NUSRET, Mehmed Nusret Beyd. 1833 - ö. 1854Ölüm YılıGörüntüle
9KADRİYE, Hamdiye Demird. 01.01.1944 - ö. ?Ölüm YılıGörüntüle
10LEBÎB, Şeyh Seyyid Mahmûd Efendid. ? - ö. 1737MeslekGörüntüle
11NUSRET, Mehmed Nusret Beyd. 1833 - ö. 1854MeslekGörüntüle
12KADRİYE, Hamdiye Demird. 01.01.1944 - ö. ?MeslekGörüntüle
13LEBÎB, Şeyh Seyyid Mahmûd Efendid. ? - ö. 1737Alan/Yüzyıl/SahaGörüntüle
14NUSRET, Mehmed Nusret Beyd. 1833 - ö. 1854Alan/Yüzyıl/SahaGörüntüle
15KADRİYE, Hamdiye Demird. 01.01.1944 - ö. ?Alan/Yüzyıl/SahaGörüntüle
16LEBÎB, Şeyh Seyyid Mahmûd Efendid. ? - ö. 1737Madde AdıGörüntüle
17NUSRET, Mehmed Nusret Beyd. 1833 - ö. 1854Madde AdıGörüntüle
18KADRİYE, Hamdiye Demird. 01.01.1944 - ö. ?Madde AdıGörüntüle