NESÎMÎ, Şeyh İmâdüddîn Seyyid Nesîmî

(d. ?/? - ö. 807 ?/1404-05 ?)
divan şairi
(Divan/Yazılı Edebiyat / Başlangıç-15. Yüzyıl / Azeri)
ISBN: 978-9944-237-86-4

Nesîmî’nin ismini Askalânî “Nesîmüddîn” (Han 1986: VII/269); Latîfî “Abdülmenâf Seyyid İmâdüddîn” (Canım 2000: 523-524), Kınalızâde “İmâdüddîn” (Kutluk 1989: 985), Bursalı Mehmed Tâhir “Ömer İmâdüddîn” (2009: 432) olarak zikretmiştir. Diğer kaynaklarda şairin isimleri arasında “Alî, Muslihüddîn” (Kürkçüoğlu 1973: II) ve “Celâleddîn” (Bilgin 2007: 3) de verilmiştir. İlk dönem Hurûfî yazarlarından Emîr Gıyâseddîn, İstivâ-nâme’sinde Nesîmî’yi “Seyyid-i saîd-i şehîd Emîr Seyyid İmâdüddîn Nesîmî” şeklinde anmıştır (Gıyâseddin 269: 96a). Günümüzde bunlar arasında kabul edilen en yaygın isim İmâdüddîn’dir. Künyesi Ebu’l-Fazl’dır. Şairin, şiirlerinde başta Nesîmî olmak üzere Hâşimî, Seyyid, Hüseynî, Alî, İmâd gibi mahlasları kullandığı da bilinmektedir (Verdâsebî 1358: 23-24). Biyografi yazarları arasında Nesîmî’nin doğum yeri hakkında ihtilaflar vardır. Bunlar arasında en eski bilgiyi, Nesîmî’nin de çağdaşı olan İbn Hacer el-Askalânî vermektedir. İnbâ’u’l-Gumr bi-Ebnâi’l-Umr adlı eserinde şairi “Nesîmüddîn et-Tebrîzî” diye anmaktadır (Han 1986: VII /269). “Nesîmî” mahlasının şairin doğum yerinden alındığı, dolayısıyla Bağdat’ta Nesîm adlı nahiyede (Canım 2000: 523; Kutluk 1989: 985) veya Irak’ta (Hadîkatü’s-Selâtîn vr. 29a-30b’den aktaran Kürkçüoğlu 1985: V) doğduğu söylenmektedir. Ancak Gölpınarlı (1988: 206), “Bağdat civarında bugün Nesîm adlı bir nâhiye olmadığı gibi, Mu’cemü’l-Buldân’da da bu isimde bir yerden bahsedilmemekte” diyerek Nesîmî’nin Bağdatlı olma ihtimalini geçersiz kılmıştır. Nesîmî’nin doğum yerinin Meşâ’irü’ş-Şu’arâ’da Âmid (Diyarbakır) (Kılıç 2010: 865); 1023/1614-15 yılında telif edilen Arafâtu’l-Âşıkîn, 1076/1665-66’da telif edilen Letâifü’l-Hayâl ile Rızâkulı Han Hidâyet’in (ö. 1288/1871)’in Riyâzu’l-Ârifîn’i gibi tezkirelerde Şiraz olduğu söylenmiştir (Vâhidî vd. 1388: 297). Osmânlı Müellifleri’nde ise “Nusaybinli olduğu yazma bir dîvân zahrında görüldü.” (Tâhir 2009: 433) denmiştir. Son dönemlerde özellikle Azerbaycan’da yazılan eserlerde şairin Şirvan bölgesindeki Şamahı’dan olduğu kabul edilmiştir (Araslı 1973: 8; Hıyâvî 1378: 228; Kulu-zâde’den aktaran Ayan 1990: 29). Nesîmî’nin Tebriz, Şiraz veya Şirvanlı olması konusundaki tartışmalar devam etmektedir. Nesîmî’nin doğum tarihi de bilinmemektedir. Seyyid olması dışında ailesi hakkında bilinenler ise sınırlı ve tartışmaya açıktır. Ayan’ın (1990: 27) Tahran Üniversitesi Kütüphanesi Fihristi’ndeki bir kayıttan aktardığına göre babası Atâullâh, Herat’ın Sultaniye’sinde ve İhlasiye tekkesinde ders vermiş, babasının vefatından sonra Nesîmî onun yerine geçmiştir. Ayrıca Nesîmî’nin, halk arasında Şahanda olarak bilinen, Jülîde-mû lakaplı, Nesîmî’yi “sırrı ifşâ etmemesi” için uyaran Şâh Handân isimli bir kardeşi vardır ( Kürkçüoğlu 1973: V; Gölpınarlı 1988: 206; İsen 1994: 123).

İyi bir tahsil gördüğü eserlerinden anlaşılan Nesîmî’nin hurufîliği kabulünden önce “Hazret-i Şeyh Şiblî’nin cümle-i fukarâsından” olduğu Latîfî Tezkiresi’nde dile getirilmiştir (Canım 2000: 524). Nesîmî’nin bağlı bulunduğu Şiblî’nin, dönemin meşhur zahirî âlimlerinden Şam, Kahire, Trablusşam ve Kudüs’te bulunmuş olan Bedreddîn eş-Şiblî (ö. 769/1367-68) olmadığı açıktır. Künhü’l-Ahbâr’da da imkânsızlığı belirtildiği gibi (İsen 1994: 121) söz konusu Şeyh Şiblî ilk dönem mutasavvıflarından ve şathiyeleriyle meşhur Ebûbekir Şiblî’nin (ö. 334/945-46) bizzat kendisi değildir. Bundan kasıt ya Ebûbekir Şiblî’nin tarikatı ya da başka bir Şiblî’dir. Nesîmî’yi Nesîmî yapan asıl dönüşüm onun Aliyyü’l-a’lâ aracılığıyla Hurûfîliğe girmesiyle gerçekleşmiştir (Gıyâseddin 269: 96a). Emir Gıyâseddîn, İstivâ-nâme adlı eserinde görüleceği üzere, dayısı Aliyyü’l-a’lâ’ya, Nesîmî’nin fikirlerine referansta bulunarak bazı sorular sormuştur. Bu da Nesîmî’nin görüşlerinin Hurûfîler arasında da bilindiğini ve yaygın olduğunu göstermektedir. Bunun yanında Nesîmî’nin Fazlullâh’ın halifeleri arasında sayıldığı da bilinmektedir (Işkurt Dede 1043: vr. 51b). Yetiştirdiği talebelerinden bilinenler ise Hakîmî Tabesî (ö. 881/1476-77) (Vâhidî vd. 1388: 235) ve Refî’î’dir. Refî’î, Nesîmî tarafından irşat edilişini ve Hurûfîliği anlatmak için Anadolu’ya gönderilişini Beşâret-nâme isimli eserinde anlatmıştır (Refî’î: vr. 96a-96b). Nesîmî de Hurûfîliği yaymak için Bağdat, Şirvan, Bakü gibi şehirleri dolaştıktan sonra ilk olarak Latîfî’nin belirttiği gibi Murâd Han Gâzî devrinde Anadolu’ya gelmiştir (Canım 2000: 524). 17. yüzyıl şair ve mutasavvıflarından Gaybî Sun’ullâh’ın naklettiğine göre de Nesîmî, Hâcı Bayram Velî’nin (ö. 833/1429-30) yanına gitmiş ancak huzura kabul edilmemiştir (Sohbet-nâme’den aktaran Gölpınarlı 1988: 207). Nesîmî’nin İran ve Azerbaycan taraflarından Halep’e giderken Anadolu’dan geçmiş olduğu kuvvetle muhtemeldir, ancak Sohbet-nâme’den aktarılan bu son bilginin de Hurûfî karşıtlığı çerçevesinde sonradan icat edildiği düşünülmektedir.

Nesîmî’nin Hurûfîliği anlatmak için muhtemelen Fazlullâh’ın 796/1393-94 yılındaki idamından sonra yaptığı seyahatlerdeki son durağı Halep’tir. Onun Halep’te idam edildiği tarih hakkında oldukça fazla rivayet vardır. 19. yüzyıl müelliflerinden Rızâkulı Han Hidâyet (ö. 1288/1871) Riyâzu’l-Ârifîn adlı tezkiresinde 837/1433-34’de şehit edildiğini, bazılarının Halep’te şehit edildiğini, bazılarının da kabrinin Şiraz’da Zerkan dışında olduğunu söylediklerini aktarmaktadır (Vâhidî vd. 1388: 297). 1313/1895-96’te telif edilen Fars-nâme-i Nâsırî’de Nesîmî’nin ölüm tarihi 840/1436-37’dır (Fesâî 1382: 1181). Nesîmî’nin çağdaşı kaynaklardakine nazaran oldukça geç olan bu iki tarihe itimat etmek oldukça zordur. Sıbt İbnü’l-Acemî’nin (ö. 884/1479) Künûzu’z-Zeheb’inde ve buradan alıntı yapan Tabbâh’ın (ö.1370/1950) İ’lâmu’n-Nübelâ’sında ise Nesîmî’nin ölüm tarihi verilmez. Sadece Memlûk Sultanı el-Müeyyed (815-824/1412-1421) zamanında Emir Yaş Beğ’in Şam naipliği döneminde (818-821/1415-1419) öldürüldüğü yazılıdır (Et-Tabbâh 1925: 16). Nesîmî’nin muasırı İbn Hacer el-Askalânî’nin (ö. 852/1448-49) İnbâ’u’l-Gumr bi-Ebnâi’l-Umr’unda ise Nesîmî’nin öldürülmesinden 820 ve 821 (1417-1419) senelerinin olaylarında ayrı ayrı bahsedilir (Han 1986: V/47; Han 1986: VII/269-270). Bu tarih de Künûzu’z-Zeheb’deki bilgiyle çelişmemektedir. Elimizde Nesîmî’nin halifesi Refî’î’nin Beşâret-nâme’si olmasaydı Nesîmî’nin idamı için 820/1417-18 tarihini kabul edebilirdik. Zira 811/1408-09’de yazımı tamamlanan Beşâret-nâme’de Nesîmî’nin şehâdet haberi verilmiştir: “Ol Nesîmî rahmet-i Fazl-ı Hudâ / Ol İmâdü’d-dîn sırr-ı Murtazâ / Cân u ten gözüyle gören Âdem’i / Ol ki çoklar oldı andan âdemî / Ol şehîd-i aşk-ı Fazl-ı zü’l-celâl / Bend u zindânlarda oldu mâh u sâl / Ol Mesîhâ-veş seyâhat eyleyen / Erişip her yirde hakkı söyleyen / Ol belâdan âh u efgân itmeyen / Söyleyen esrârı pinhân itmeyen / Kutb-ı âlem pişuvâ-yı ehl-i dîn / Server-i âfâk-ı emîrü’l-mü’minîn” (Refî’î: vr. 96b). Dolayısıyla Nesîmî’nin bu tarihten önce şehit edildiğini kabul etmek gerekmektedir. Nitekim Köprülü de 16. yüzyılda telif edilen Mecâlisü’l-Uşşâk’taki 807/1404-05 tarihinin Nesîmî’nin ölüm tarihi olduğunu belirtmektedir (Köprülü 1927: 382).

Nesîmî’nin Halep’te, özellikle oradaki Türkmenler arasında olsa gerek, geniş bir taraftar kitlesi edindiği çağdaşı Askalânî tarafından aktarılmıştır. Hurûfi şeyhi Nesîmü’ddîn et-Tebrîzî’nin Halep’te tâbilerinin artması ve bidat fikirlerinin yayılması üzerine, Müeyyidiye Devleti (Memlükler) zamanında sultan tarafından katledilmesi emredilmiştir. Boynu vurulmuş ve derisi soyularak asılmıştır (Han 1986: V/47; Han 1986: VII/269-270). Künûzu’z-Zeheb’de Nesîmî’nin idamına kadarki süreç daha detaylı anlatılmıştır. Buna göre, Emîr Yaş Beğ zamanında İbn Şanakçı (Çanakçı) el-Hanefî, “sözleri, bazı akılsızları yoldan çıkardığı ve bunların da onun küfür, zındıklık ve ilhadına uydukları” gerekçesiyle Nesîmî’ye dava açılır. Mahkeme, İbn Hatîbü’n-Nâsıriyye, Şemseddîn İbn Emînü’d-devle, Şeyh İzzeddîn, Kâdi’l-kuzât Fethüddîn Mâlikî ve İbni’l-Hâzûk olarak bilinen Kâdi’l-kuzât Şehâbeddîn Hanbelî’nin huzurunda toplanırlar. Nâib Yaş Beğ, davacı İbn Şanakçı’ya iddialarını ispat etmesini, aksi takdirde onu öldüreceğini söyleyince İbn Şanakçı davadan çekilir. Nesîmî kendisi hakkındaki iddiaları reddeder ve şehadet getirir, başka da bir şey söylemez. Şeyh Şehâbeddîn b. Hilâl, onun zındık olduğunu, tövbesinin kabul edilmeyip katledilmesi gerektiğini söyler. Kâdi’l-kuzât Mâlikî buna itiraz eder ve kendi hattınla idam fetvasını yazar mısın diye sorar Şehâbeddîn’e. O da evet diyerek fetvayı yazıp imzalar. Ancak orada bulunan ulemâ bu fetvaya katılmaz. Bunun üzerine Kadi’l-kuzât Mâlikî, Şehâbeddîn’e, diğer kadılar ve ulemânın onunla hemfikir olmadığını, bu durumda Nesîmî’yi onun sözüyle öldüremeyeceğini söyler. Yaş Beğ de Sultan’ın fermanını göstererek, Nesîmî’yi öldürmeyeceğini, kendisine sadece tahkikat yapmasının emredildiğini belirtir. Mahkeme dağılır ve Nesîmî kalede zindana atılır. Müeyyed’in, Nesîmî’nin derisinin yüzülmesi ve Halep’te yedi gün teşhir edilmesi, sonra da uzuvlarının kesilip Dulkadîroğlu Alî Bey, kardeşi Nâsıruddîn ve Karayülük Osmân’a gönderilmesini emreden fermanı geldiğinde de emir uygulanır (Et-Tabbâh 1925: 15-16).

Nesîmî’nin Hurûfî ve vahdet-i vücutçu düşünceleri, düşüncelerinin yer aldığı şiirlerinin halk nezdinde geniş kabul görmesi, bunun da iktidarı ve iktidara yakın bazı ulemayı rahatsız etmesi onun katledilmesinin asıl nedeni olsa gerektir. Nitekim inançlarından dolayı bir insanın haksız öldürülüşü doğal olarak halkın dilinde zamanla dramatik bir hikâyeye dönüşecektir. Nesîmî’nin idamı da aynı şekilde değişik rivayetler halinde yüzyıllardan beri dilden dile dolaşmıştır. Bir rivayete göre Nesîmî, genç bir delikanlının yüzünde Rahman’ın suretini müşahede eder ve mest olur. Zaten Hurûfîlik özünde, başta insan olmak üzere tüm varlıkta Hakk’ı müşahede etmektir. Ulemadan biri kendilerinin bunu göremediğini söyleyince Nesîmî, “Bu Kaf devletinin Anka’sı sizin kabiliyetinizde yuvasını yapmadı ve saadet Hüma’sı da sizin himmet başınıza gölge salmadı.” deyince aralarında bir husumet doğar. Rivayette bahsi geçen delikanlı Nesîmî’nin şiirlerini ezberinden okurken ulema bunu duyup bu şiirler kimin diye sorduğunda delikanlı kendisinin olduğunu söyler. İdamına hükmedilince olayı duyan Nesîmî, şiirleri kendisinin yazdığını belirtir. Böylece genci bırakıp Nesîmî’nin derisini yüzerler. Bu esnada o kadar çok kan akar ki şairin rengi sararır. Çevresindekiler sararmanın sebebini sorunca Nesîmî, “Ben, aşk fecrinden doğan âşıklık güneşiyim. Güneş batarken sararır.” cevabını verir (Emîr K. Hüseyin 1314’ten aktaran Ayan 1990: 21-23).

Diğer bir halk söylencesine göre Nesîmî’nin şehadetinin sebebi, onunla bir vali arasındaki dostluğu çekemeyenlerin kurdukları tuzaktır. Bazı kötü niyetliler Nesîmî’nin ayakkabısının altına haberi olmadan Yasin suresinin yazılı olduğu bir kâğıt yapıştırırlar ve Nesîmî’ye, valinin de bulunduğu bir mecliste, Yasin suresini ayağının altında taşıyan kişinin hükmü nedir diye sorarlar. Nesîmî, derisinin yüzülmesi gerekir der. Bunun üzerine ayakkabısının altındaki kâğıdı gösterir ve derisini yüzerler.

Özellikle Ehl-i Hak arasında dolaşan bir rivayette ise Nesîmî bir kabristandan geçerken imamın ölüye talkın verdiğini görür. Bunun ölüye bir faydası olmadığını, dirilere verilmesi gerektiğini söyler. İmam, bir hadise istinaden ölülerin defnedildikten sonra kalktıklarını ve suallere cevap verdiklerini söyler. Nesîmî, bu hadisteki ölünün kalkmasından kastın “don-be-don” yani ölünün ruhunun başka bir bedene girip tekrar dünyaya gelmesi olduğunu söyler. İmam, bu kalkışın cismanî olduğu konusunda ısrar eder. Haklı olanın, haksız olanın derisini yüzmesi konusunda bahse girerler. Ölünün kalkışının cismanî olup olmadığını anlamak için de kefenini açıp üzerine darı koymuşlardır. O gece Fazlullâh manevi âlemde Nesîmî’ye gelir ve sırrı ifşa ettiğinden dolayı ona kızar. Gidip o ölünün kefenini yırtmasını ve darıları etrafa saçmasını emreder. Nesîmî denileni yapar ve evine döner. Ertesi gün Nesîmi, mezkûr imam ve şahitler kabri açtıklarında kefenin yırtıldığını ve darıların etrafa saçıldığını görürler. Ölünün kalkışının cismanî olduğuna, dolayısıyla da Nesîmî’nin haksızlığına hükmedilerek derisi yüzülür.

Ehl-i Haklar tarafından anlatılan son rivayet ise şöyledir: Fazlullâh’ın bir koçu vardı. İhtiyaç halinde onu talebelerinden Türk-i Serber’e kestirir, Mansûr’a astırır, Nesîmî’ye yüzdürür, Zekeriyâ’ya parçalatır, Bânû Ayna’ya da pişirtirdi. Koçun eti yendikten sonra kalan kemikleri derisinin içine koydurtarak asasıyla posta vururdu. Fazlullâh’ın kerameti eseri koç tekrar canlanırdı. Fazlullâh’ın bulunmadığı bir gün talebeleri acıkır ve aynı şekilde koçu diriltebilecekleri zannıyla kesip yerler. Ancak posttaki kemiklere ne kadar vururlarsa da koç dirilmez. Fazlullâh gelip koçun izni olmadan kesildiğini görünce, her biri koça ne yaptıysa onun aynı şekilde vefat edeceğini bildirir. Dediği gibi de olur ve Nesîmî derisi yüzülerek öldürülür. Şunu da belirtmek gerekir ki bu rivayetin farklı bir şekli Latîfî Tezkiresi’nde de geçmektedir. Kemal Ümmî ile Nesîmî, Fuzûlî Baba Sultân’ın koçunu kesip yerler. Baba Sultân geldiğinde kızıp Nesîmî’nin önüne ustura ve Kemâl Ümmî’nin önüne kemend koyup dâr-ı fenâdan intikallerine işarette bulunur (Canım 2000: 470-471).

Halk arasında oldukça yaygın olan bir rivayete göre de Nesîmî’nin katline fetva veren müftü, Nesîmî’nin derisi yüzülürken işaret parmağını sallayarak, onun kanının da pis olduğunu, bir uzva damlasa o uzvun da kesilmesi gerektiğini söylemişken Nesîmî’nin kanından bir damla müftünün parmağına sıçrar. Orada bulunanlardan biri müftü efendi şu durumda parmağınızın kesilmesi gerekmez mi deyince, “hacet yok biraz suyla temizlenir” der. Nesîmî bunun üzerine kanlar içinde şu beyti söyler: “Zâhidin bir parmağın kessen dönüp Hak’dan kaçar / Gör bu miskîn âşıkı ser-pâ soyarlar ağlamaz". Dilden dile dolaşan rivayetlerde Nesîmî, yüzülen derisini alır, omzuna atar ve Halep’ten çıkar gider. Halep’in kapılarında bekleyen görevliler bir araya gelince her biri Nesîmî’yi çıkarken gördüklerini söylerler. Nesîmî’nin kesilen uzuvlarından arta kalan vücudu Halep’te kendi adıyla anılan tekkede gömülüdür. Ancak 2013’te hala devam etmekte olan iç savaş sonunda ne durumda olduğunu tespit edemedik. Yukarıda belirttiğimiz gibi onun Zerkan’da vefat ettiğini öne sürenler de vardır. Nitekim bu şehirde de Nesîmî’ye nispet edilen bir tekke ve kabir bulunmaktadır.

Nesîmî’nin Arapça, Farsça ve Türkçe Dîvânı olduğu Latîfî Tezkiresi’nde (Canım 2000: 524) yazılıdır. Başka kaynaklarda Arapça Dîvân’ından bahsedilmez. Ayrıca Mukaddimetü’l-Hakâyık adlı Nesîmî’ye nispet edilen bir de mensur eser vardır.

1. Türkçe Dîvân: Nesîmî’nin dilden dile dolaşan en meşhur şiirleri Türkçe olanlardır. Türkçe Dîvân’ının bilinen en eski nüshası Kemal Edip Kürkçüoğlu’nun şahsi kütüphanesindeki 9 Zilhicce 869/2 Ağustos 1465 tarihli olandır. 15. yüzyılda istinsah edilen “Millet Kütüphanesi, Hekimoğlu Ali Paşa 639”da kayıtlı nüshanın istinsah tarihi ise 893/1487’tür. Nesîmî’nin Türkçe Dîvân’ının yurtiçi ve yurtdışında tespit edilen yüz civarında nüshası vardır. Nesîmî, Türk edebiyatı tarihinde Dîvân’ı en çok yayımlanan şairlerden biridir. Nesîmî Dîvânı’nın Arap harfleriyle altı kez basıldığı görülmektedir: “1260/1844 ve 1286/1869 tarihli ikişer baskı, 1298/1881 yılında bir, bir de tarihsiz ve basıldığı yer belli olmayan taşbaskı” (Kürkçüoğlu 1973: XXVI; Ünver 2003: 141). Dîvânın, İran ve Azerbaycan’da tespit edebildiğimiz on ayrı neşri mevcuttur. Bunların dikkate değer örnekleri, Hamid Araslı (1985), Cihangir Kahramanof (1973) ve Hüseyin Feyzullâhî Vâhid’e (1392) aittir. Şairin Türkçe Dîvân’ı üzerine Latin harfleriyle Türkiye’de yapılan ilk çalışma, Saide Saygı’nın hazırladığı mezuniyet tezidir (Saygı 1965). Eser üzerine Hüseyin Ayan (1970) tarafından yapılan doktora tezi yayımlanmıştır (Ayan 1990, 2002).

 2. Farsça Dîvân: Nesîmî’nin Farsça şiirleri Türkçe şiirleri kadar geniş kitlelere yayılmamıştır. Dîvân ’ın tespit edebildiğimiz nüsha sayısı on sekizdir. Bunlar arasında 909/1503 istinsah tarihli en eski nüsha “Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya 3977”da kayıtlıdır. Nesîmî’nin Farsça Dîvânı İran ve Azerbaycan’da yedi kez yayımlanmıştır. Bunların dikkati çeken en başarılı örnekler arasında Muhammed Rızâ Mer’âşî (1370) ve Pervîz Abbâsî Dâkânî’nin (1369) neşirleri zikredilebilir. Eser, Türkiye’de Veyis Değirmençay tarafından tercüme edilmiştir (Değirmençay 2013)

3. Mukaddimetü’l-Hakâyık: Hakikatlere giriş anlamına gelen Mukaddimetü’l-Hakâyıkta isminden de anlaşılacağı gibi Hurûfîliğin temel argümanlarından bahsedilmektedir. Hurûfîlik üzerine yazılmış ilk Türkçe mensur eserdir. Mukaddimetü’l-Hakâyık’ta, Fazlullâh’ın Farsça olarak sistemleştirdiği görüşlerinden özellikle İslam’ın temel esaslarıyla ilgili olanlar derli toplu bir şekilde Türkçeye aktarılmıştır. Hurûfîliği tebliğ amacıyla yazılan eserin İslam’ın bunlar üzerine yapılan tevilleri barındırması oldukça isabetlidir. Yakın zamana kadar temel Hurûfî metinleri neşredilmediğinden Fatiha suresi, kelime-i şehadet, namaz, oruç, hac, abdest, ezan gibi konulardaki tevilleri içeren Mukaddimetü’l-Hakâyık’ın Nesîmî’ye aidiyeti konusunda, eldeki nüshaların hemen hepsinin başında Seyyid Nesîmî’ye aidiyeti tescil edilmesine rağmen, şüphe oluşmuştu. Oysa eserde yer alan fikirler, Nesîmî’nin piri Fazlullâh’ın eserlerinde de dile getirilmiştir ve aralarında tam bir paralellik vardır. Dolayısıyla Mukaddimetü’l-Hakâyık’ın içeriği ile Nesîmî’nin düşünceleri arasında tutarsızlık aramak ciddi bir yanlışlıktır. Mukaddimetü’l-Hakâyık’ın tespit edebildiğimiz yirmi nüshası vardır. Bunların en eskisi 963/1555 istinsah tarihli Manisa nüshasıdır. Eser, Fatih Usluer tarafından yayımlanmıştır (Usluer 2009).

Azerî-Türkmen sahasında yetişmiş olmasına rağmen Anadolulu bir şair kadar hatta daha fazla hüsnü kabul görmüş birkaç şairden biri Nesîmî’dir. Onun bazı şiirleri sanki muasır bir şair tarafından yazılmış izlenimi verir. Dili sade, vezin kullanışı sağlamdır. Kelimeleri doğrudan kalpten satıra dökülmüş hissi vermektedir. 14. yüzyılda yazdığı şiirler gerek Azerî gerek Anadolu sahasındaki şairler için her zaman bir köşe taşı olmuştur. Bu etki alanına Çağatay, Türkmenistan ve Türkistan bölgeleri de rahatlıkla eklenebilir. Güçlü edebî dilin yanında, Hurûfilik gibi felsefî tasavvufî fikirleri de mükemmel şekilde aktaran Nesîmî, şiirin zahir ve batınını çok az şaire nasip olabilecek bir başarıyla meczedebilmiştir. Şiirleri adeta Kuran’ın bir tefsiridir. Ayet ve hadislere telmihte bulunmadığı şiiri yok gibidir. Bu telmihler öyle ustalıkla yapılmıştır ki hem bu telmihlerin sayıca çokluğundan hem de mısraların diline mükemmel şekilde nüfuz etmesinden Nesîmî “Kur’an Şairi” olarak ünlenmiştir.

Kaynakça

Araslı, Hamid (1973). İmâdüddin Nesîmî. Bakü: Azerbaycan Devlet Yay.

Araslı, Hamid (hzl.) (1985). İmâdüddin Nesîmî, Dîvân. Bakü: İlim Neşriyâtı.

Ayan, Hüseyin (1970). Nesîmî, Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Türkçe Divanının Metni. Doktora Tezi. Ankara: Ankara Üniversitesi.

Ayan, Hüseyin (hzl.) (1990). Nesîmî Dîvânı. Ankara: Akçağ Yay.

Ayan, Hüseyin (hzl.) (2002). Nesîmî, Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Türkçe Divanının Tenkitli Metni I-II. Ankara: TDKYay.

Bilgin, A. Azmi (2007). “Nesîmî”. İslâm Ansiklopedisi. C. 33. İstanbul: TDV Yay. 3-5.

Canım, Rıdvan (hzl.) (2000). Latîfî, Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratü’n-Nuzamâ (İnceleme-Metin). Ankara: AKM Yay.

Dâkânî, Perviz Abbâsî (hzl.) (1369). Dîvân-ı Seyyid İmâdüddîn Nesîmî. Tahran: İntişârât-ı Berg.

Değirmençay, Veyis (hzl.) (2013). İmadüddin Nesimi ve Farsça Divanı. İstanbul: Kurtuba Kitap.

Et-Tabbâh, Muhammed Râgıb b. Mahmud b. Hâşim (1925). İ’lâmu’n-Nübelâ bi-Târîhi Halebi’ş-Şehbâ. C. 3. Haleb: Matba’atü’l-İlmiyye.

Fesâî, Hasan b. Hasan (1382). Fars-nâme-i Nâsırî. C. 2. Tahran: Emîr Kebîr.

Gıyâseddin, Emîr. İstivâ-nâme. Millet Kütüphanesi. Ali Emirî Efendi. Farsça. No. 269. vr. 96a.

Gölpınarlı, Abdülbaki (1988). “Nesîmî”. İslâm Ansiklopedisi. C. 9. Ankara: MEB Yay. 206-207.

Hadikatü’s Selâtin. TTK. Kütüphanesi. Fotokopi no. 21.

Han, Muhammed Abdulmu’îd (hzl.) (1986). El-Hâfız İbn Hacer el-Askalânî, İnbâ’u’l-Gumr bi-Ebnâ’i’l-Umr. C. VII. Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.

Hıyâvî, Rûşen (1378). Hurûfiye. Tahran: Neşr-i Âtiye.

Işkurt Dede. Salât-nâme. Millet Kütüphanesi. Ali Emirî. Farsça. No. 1043. vr. 51b.

İsen, Mustafa (hzl.) (1994). Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı. Ankara: AKM Yay.

Kahramanof, Cihangir (hzl.) (1973). İmâdüddîn Nesîmî, Eserleri. 3 C. Bakü: İlim Neşriyâtı.

Kılıç, Filiz (hzl.) (2010). Âşık Çelebi, Meşâ’irü’ş-Şu’arâ (İnceleme-Metin). C. 2. İstanbul: İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Yay.

Köksal, M. Fatih (2000). “Seyyid Nesîmî’nin Bilinmeyen Tuyuğları”. Journal of Turkish Studies. (24): 187-208.

Köksal, M. Fatih (2009). “Seyyid Nesîmî’nin Yayımlanmamış Şiirleri”. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi -Hacı Bektaş Velî’nin 800. Doğum Yıl Dönümü Anısına- (50): 77-135.

Köprülü-zade, Mehmed Fuad (1927). “Nesîmî’ye Dair”. Hayat Mecmuası . 1(20): 382.

Kuluzâde. Azerbaycan Edebiyatı Tarihi. C. 1. 264.

Kutluk, İbrahim (hzl.) (1989). Kınalı-zâde Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş-Şu’arâ. C. 2. Ankara: TTK Yay.

Kürkçüoğlu, Kemal Edip (1985). Seyyid Nesîmî Divanın’ndan Seçmeler. Ankara: KTB Yay.

Mer’aşî, Muhammed Rızâ (1370). Hurşîd-i Der-bend, Dîvân-ı İmâdüddîn Nesîmî. Tahran: Kitâb-ı Nümûne.

Refî’î. Beşâret-nâme. Millet Kütüphanesi. Ali Emîrî. Farsça. No. 1041. vr. 96a-96b.

Saygı, Saide (1965). Nesîmî Dîvânı. Mezuniyet Tezi. Ankara: Ankara Üniversitesi.

Tâhir, Bursalı Mehmed (2009). Osmânlı Müellifleri. C. 2. Ankara: Bizim Büro.

Usluer, Fatih (2009). Seyyid Nesîmî ve Mukaddimetü’l-Hakâyık’ı. İstanbul: Kabalcı Yay.

Ünver, Mustafa (2003). Hurufilik ve Kuran, Nesîmî Örneği. Ankara: Fecr Yay.

Vahîd, Hüseyin Feyzullâhî (hzl.) (1392). Külliyât-ı Dîvân-ı Türkî-i Seyyid İmâdüddîn Nesîmî. Tebriz: Yârân, İntişârât-ı Azerbaycan.

Vâhidî, Seyyid Rızâ, S. Zâri’ (hzl.) (1388). Muhammed Hâdî Rızâkulı Han, Tezkire-i Riyâzu’l-Ârifîn. Tahran: Emîr Kebîr.

Verdâsebî, Ebûzer (1358). Nemed-pûşân, Tahlîlî-i Kûtâh ez-Cünbüş-i Hurûfiyân. Tahran: İntişârât-ı İmâm.

Zülfe, Ömer (2005). “Seyyid Nesîmî’nin Tuyuğlarına Ek”. Modern Türklük Araştırmaları Dergisi. 2 (4): 121-135.

Madde Yazım Bilgileri

Yazar: DOÇ. DR. FATİH USLUER
Yayın Tarihi: 20.12.2013
Güncelleme Tarihi: 06.11.2020

Eserlerinden Örnekler

Gazel

Bende sığar iki cihân ben bu cihâna sığmazam

Cevher-i lâmekân benüm kevn ü mekâna sığmazam

Kevn ü mekândur âyetüm zâti gider bidâyetüm

Sen bu nişân ile bil beni bil ki nişâne sığmazam

Kimse gümân ü zann ile olmadı Hakk ile biliş

Hakkı bilen bilür ki ben zann ü gümâna sığmazam

Sûrete bak vü ma'nîyi sûret içinde tanı kim

Cism ile cân benüm velî cism ile câna sığmazam

Hem sadefüm hem inciyüm haşr ü sırât esinciyüm

Bunca kumâş ü raht ile men bu dükâna sığmazam

Genc-i nihân benüm ben uş ayn-ı ayân benüm ben uş

Gevher-i kân benüm ben uş bahr ile kâna sığmazam

Arş ile ferş ü kâf ü nûn bende bulındı cümle çün

Kes sözünü uzatma kim şerh u beyâna sığmazam

Gerçi muhît-i a'zamüm adum âdem durur âdemüm

Dâr ile kün fekân benüm ben bu mekâna sığmazam

Cân ile hem cihân benüm dehr ile hem zamân benüm

Gör bu latifeyi ki ben dehr ü zamâna sığmazam

Encüm ile felek benüm vahy ile melek benüm

Çek dilüni vü epsem ol ben bu lisâna sığmazam

Zerre benüm güneş benüm çâr ile penc ü şeş benüm

Sûreti gör beyân ile çünki beyâna sığmazam

Zât ileyüm sıfât ile Kadr ileyüm Berât ile

Gül-şekerüm nebât ile piste-dehâna sığmazam

Şehd ile hem şeker benüm şems benüm kamer benüm

Rûh-ı revân bağışlarum rûh-ı revâna sığmazam

Tîr benüm kemân benüm pîr benüm civân benüm

Devlet-i câvidân benüm îne vü âna sığmazam

Yer ü gök düzen benüm gerü dönüp bozan benüm

Cümle yazı yazan benüm ben bu dîvâna sığmazam

Nâra yanan şecer benüm çarha çıkar hacer benüm

Gör bu odun zebânesin ben bu zebâne sığmazam

Gerçi bugün Nesîmîyüm Hâşimîyüm Kureyşîyüm

Benden uludur âyetüm âyet ü şâna sığmazam

(Ayan, Hüseyin (hzl.) (1990). Nesîmî Dîvânı. Ankara: Akçağ. 241-242.)

Gazel

Bir cefâ-keş âşıkum ey yâr senden dönmezem

Hançer ile yüregümi yar senden dönmezem

Aşkunun yolında ey meh kâmetün teg doğruyum

Olurum Mansûr-veş ber-dâr senden dönmezem

Mushaf-ı hüsnün hakıyçün ey dil-ârâmum benüm

Ança kim bu tende cânum var senden dönmezem

Bülbül-i şeydâ idüm sayduna düşdüm ey nigâr

Yanarum Mecnûn kimi pür-nâr senden dönmezem

Rind-i rüsvâyî benüm başumdadur sevdâ-yı aşk

Nâm u nengi koymuşum bâ-âr senden dönmezem

Âşıkum aşkun yolında hasta gönlüm sırrını

Eylesen bin kez cefâ dil-dâr senden dönmezem

Günde bin kez ta'nesin nûş eylerüm nâ-keslerin

Çün Nesîmîyüm belî zinhâr senden dönmezem

(Ayan, Hüseyin (hzl.) (1990). Nesîmî Dîvânı. Ankara: Akçağ. 253.)

Gazel

Sûret-i Rahmân'ı buldum sûret-i Rahmân menem

Rûh-ı mutlak Hak kelâmı Kâf ve'l-Kur'ân menem

Hem menem sırr-ı ânestu nâran sırrını fâş eyleyen

Hem Halîl oldum bu nâra Mûsî-i İmrân menem

Hem Mesîhem hem Skender hem menem âb-ı hayât

Hem hayât-ı Hızr buldum çeşme-i hayvân menem

Hem muhît ü hem kenârem hem sadef dürdâneyem

Hem bu bahrün gevheri hem gevher-i ümmân menem

Hem hayâlem hem cemâlem hem sıfâtem hem taleb

Hem nukûşem hem bu nakşa vâlih ü hayrân menem

Zulmetem mevtem memâtem hem hayâtem hem memât

Mü'mine Nûhem necâtem kâfire tûfân menem

Hem ilâcem hem tabîbem hem kelâmem hem Kelîm

Hem bu renc rencûruyam hem derdlere dermân menem

Sâkiyem şem'em şarâbem hem humârem hem hamîr

Selsebîlem sâkiyem hem sâgar u peymân menem

Hem salâtem hem zekâtem hem menem zerk u riyâ

Hem menem îmân ü tevhîd şu'le-i îmân menem

Hem na'îmem hem rahîmem hem kerîmem hem kerem

Hem na'îm ü huldem ü hem cennet-i rıdvân menem

Ey Nesîmî sen Hak'ı bil, Hakk'a ikrâr eyle kim

Çünki insân ü beşersen Hak diyen insân menem

(Araslı, Hamid (hzl.) (2004). İmadeddin Nesîmî, Seçilmiş Eserleri. C. 2. Bakü: Lider Neşriyyat. 86.)

Gazel

Ene'l-Hak söylerem Hakdan, ala'l-arşi's-tevâ geldi

Yüzündür sûre-i Rahmân ale'r-rahmân alâ geldi

Misâl-i Ka'bedür yüzün felâ-ted'û ma'allah

Çü yetmiş yidi harf oldı yüzünden kâf ü hâ geldi

Otuz iki hurûfı kim yüzünden Hak ayân itdi

Beşâret bu idi Hakdan hatundan tâ vü hâ geldi

Yüzünde gerçi heft âyet okuram men kelâmu'l-lah

Salât ansuz kabûl olmaz ki Hakdan bu nidâ geldi

Sücûda gelmedi şeytân hidâyet bulmadı nûra

Sana her kim sücûd itdi ana Hakdan senâ geldi

Ben ol Mansûram ey ârif ki dâim söylerem yâ Hû

Beni ber-dâr iden Hakdur bu dâr uş Mansûra geldi

Dem-i Îsâ kimi nutkun hayât u cân virür her dem

Haka minnet ki vaslundan hayât-ı cân-fezâ geldi

Saçundan keşf olur her dem bana ahd ü vefâ bûyı

Saçun ahd ü vefâsından bana ahd ü vefâ geldi

Nesîmî buldı la'lünden hayât-ı çeşme-i hayvân

Ki Hızr âbını içen şeksüz hayât-ı cân-bekâ geldi

(Ayan, Hüseyin (hzl.) (1990). Nesîmî Dîvânı. Ankara: Akçağ Yay. 337-338.)

Tuyuğ

Fâ vü zâd ü lâma düşdi gönlümüz

Nergisün teg câma düşdi gönlümüz

Sünbülünden şâma düşdi gönlümüz

Dâne gördi dâma düşdi gönlümüz

(Ayan, Hüseyin (hzl.) (1990). Nesîmî Dîvânı. Ankara: Akçağ Yay. 401.)

Tuyuğ

Bir acâ'ib şâha düşdi gönlümüz

Bedr yüzli mâha düşdi gönlümüz

Tâ ki Fazlullâh'a düşdi gönlümüz

Uş hakîkî râha düşdi gönlümüz

(Ayan, Hüseyin (hzl.) (1990). Nesîmî Dîvânı. Ankara: Akçağ Yay. 401.)

Tuyuğ

Fazl-ı Hakdur vâkıf-ı esrârumuz

Fazl-ı Hakdandur kamu envârumuz

Fazl-ı Hak göstermiş idi kârumuz

Fazl-ı Hakdur Fazl-ı Hak mi'mârumuz

(Ayan, Hüseyin (hzl.) (1990). Nesîmî Dîvânı. Ankara: Akçağ Yay. 401.)