Madde Detay
CİNÂNÎ, Mustafa
(d. ?/? - ö. 1004/1595)
divan şairi ve nasiri
(Divan/Yazılı Edebiyat / 16. Yüzyıl / Anadolu-Osmanlı-Türkiye)
ISBN: 978-9944-237-86-4
16. yüzyıl Osmanlı sahasının önde gelen edebî şahsiyetlerinden olan Cinânî Bursa’da, Muradiye semtinde doğdu. Cinânî’nin Mehmed adında birinin oğlu olduğu künyesinden anlaşılmaktadır. Kaynaklarda babası hakkında herhangi bir bilgi bulunmamakta ve doğum tarihi birçok şairde olduğu gibi bilinmemektedir.
Yakın zamana kadar şairin isminin imlâsı Lâtin harfli kaynaklarda Cenânî şeklinde kullanılmaktaydı. Ancak şâirin mahlası eserlerinde hep cennetle ilintili olarak kullanılmıştır. Bunun yanında “Divân” üzerinde çalışmalar yapan Cihan Okuyucu tarafından, şâirin isminin Cinânî olarak kullanılması gerektiği ortaya konulmuştur.
Cinânî, küçük yaşta eğitimine başlamış ve Muallimzâde’nin yanında “mülazım” olmuştur. Cinânî’nin mülâzımlığı 966 / 1558’de aldığı, divânında bulunan bir tarih kıtasından anlaşılmaktadır. Bundan kısa bir süre sonra Muallimzâde’nin Anadolu Kazaskerliğine getirilmesiyle onun kalem kâtipliğine getirilmiştir. Daha sonra bir süre Karesi kassamlığında bulunduğu, bu şehir hakkındaki bir hicviyesinden anlaşılmaktadır. Fakat bu kassamlık görevinin hangi tarihler arasında olduğu bilinmemektedir. Cinânî’nin 993/1585’te Bursa’da bulunduğu ve dersiâm olmak için imtihana girdiği yine bir tarih kıtasından anlaşılmaktadır. 994 /1586 yılında Hasan Çelebi, tezkiresinde ondan “hâlâ hidmet-i tedrîse kâimdir” şeklinde bahsedilmektedir. Cinânî yine bir tarih kıtasında aynı yıl içinde Köseler Medresesine Çivizâde tarafından tayin edildiğini söyler. Divânın mensûr dibâcesinde ise aynı tarihte İvaz Paşa Medresesinde müderrislik yaptığını kaydeder. Fakat hangi görevinin daha önce olduğunu kestirmek pek kolay görünmemektedir. 997 / 1588 tarihini gösteren Farsça bir tarih kıtasında da Ula’ya kadı olarak atandığını söylemektedir. 1000 / 1592 yılında ise ma’zulen İstanbul’da bulunmaktadır. O sırada Zekeriya Efendi, şeyhülislamlık makamına yeni oturmuştur. Cinânî, bir istida ile daha önceden kendisine verilen yedi adet fetvanın üç tanesinin temyiz edildiğini, durumunun düzeltilmesini ve fetvasının artırılmasını ister. Bu kıtadan o tarihte fetva tayini ile ilgili bir görevde bulunduğu anlaşılmaktadır. Cinânî, 1001 /1593’de de Sultan Selim medresesine atanmış olarak görünmektedir.
Cinânî, son olarak “kırkdan ma’zûl oldıkdan sonra binüç muharreminde Mevlânâ Muhyiddin yerine Brusa’da İvaz Paşa medresesine pîrâye-bahş” olur. Bu görevinde tam bir yıl kalan Cinânî, 12 Muharrem 1004 / 17 Eylül 1595 günü ikindi zamanında vefat etmiş ve Bursa’da Hamza Bey Camii yakınındaki mezarlığa defnedilmiştir.
Cinânî’nin ilk dikkat çeken özelliği hiç şüphesiz onun şakacı ve nüktedan kişiliği olmuştur. Onun bazı fizikî özellikleri ve bedensel farklılıkları kaynaklarda latifeler şeklinde yer almış, kendi şiirlerinde de bu özelliklerinden okuyucuyu tebessüm ettiren bir üslûpla bahsetmiştir. Kaynaklar onun en dikkat çeken fiziksel özelliğinin şişmanlığı olduğunu söylerler. Bu özelliği ile ilgili nükteleri de kaydetmişlerdir. Cinânî’nin kendisi de bu özelliğini birçok şiirinde ya bir câize ümidiyle ya da şikâyet tarzında ifade etmiştir. Örneğin şişmanlığı dolayısıyla kendine göre bir elbise bulmakta zorlanan Cinânî, devrin ileri gelenlerine şiirler yazma yoluyla bu sıkıntısının üstesinden gelmeye çalışmıştır. Cinânî’nin şişmanlığı yanında sağ gözünün “ma’lûl” olmasından dolayı görme bozukluğu bulunmaktadır. Atâyî, Şakâyık Zeyli’nde yazarın bu özelliğiyle ilgili bir latîfe de anlatır. Cinânî’nin, şişmanlığı ve görme zaafının yanında bir ayağında da özür vardır. Divânının mensûr dibâcesinde, “ekser evkâtum lemm-i delâil ile mürûr ve la’lle ve asâ ile güzerân u ubûr eyledigi”ni ifâde etmektedir. Cinânî’nin pek rahat bir hayat süremediği, divânındaki bazı şiirlerden anlaşılabilir. Şiirlerinde sürekli olarak fakirlikten, yakalandığı hastalıklardan, sık sık görevden alınmasından kaynaklanan endişelerden dem vurur, devrin çok kötü bir devir olduğundan şikâyet eder. Bunları anlatırken sık sık mizaha başvurur ve kendi içler acısı durumunu bir karikatür gibi tebessümler eşliğinde okuyucusuna sunar.
Cinânî’nin dört eseri bulunmaktadır. Bazı kaynaklarda Cinânî’nin hamse sahibi olduğu ifade edilse de hem diğer kaynaklarda hem de Cinânî’nin eserlerinde böyle bir kayda rastlanmamıştır.
Divân: Cinânî’nin mürettep divânının üzerinde Cihan Okuyucu tarafından bir doktora tezi hazırlanmış ve bu çalışma yayımlanmıştır. Divân’da 41 kaside, “mesnevi, kıt’a, letâif, lugaz, manzum mektup” bölümünde değişik konularda yazılmış 66 şiir, 108 musammat, (Farsça olanlarıyla birlikte) 211 tarih kıtası, 311 gazel ve 165 müfret beyit bulunmaktadır.
Riyâzü’l-cinân: Cinânî’nin ilk eseri olma özelliği taşıyan bu mesnevi, ahlâkî ve didaktik bir eserdir. Eser üzerinde Mahmut Şarlı tarafından bir doktora çalışması yapılmıştır. Birçok kaynakta Riyâzü’l-cinân’ın, Âzerî Çelebi’nin Nakş-i Hayâl’ine nazîre olarak söylendiği belirtilmiştir. Fakat hem Riyâzü’l-Cinân hem de Nakş-i Hayâl’deki ifâdeler eserin Nizâmî’nin Mahzenü’l-Esrâr adlı mesnevîsine nazîre olarak yazıldığını göstermektedir. Riyâzü’l-Cinân, yirmi “makâle”ye ayrılan Mahzenü’l-Esrâr’dan farklı olarak yirmi “ravza”ya ayrılmıştır. Her ravzada bir konu bulunmaktadır. Şâir burada okuyucuya seslenerek birtakım öğütlerde bulunur. Ravzalardan sonra da “destan” başlığı altında konuya uygun hikâyeler anlatır.
Cilâü’l-kulûb: Cinânî’nin bu son eseri, Riyâzü’l-Cinân gibi didaktik ve ahlâkî bir mesnevîdir ve yapı şeması da önceki eserle bir paralellik taşır. Bu eser de Riyâzü’l-cinân gibi 20 bölümden oluşur. Her bölümde ayrı bir öğüt ve bu öğütle ilgili olarak bir hikâye anlatılır. Yalnız Riyâzü’l-Cinân’daki “ravza”ların yerini burada “ıkd”lar almıştır. Cinânî’nin bu mesnevîsi Mustafa Özkan tarafından yayımlanmıştır. Cilâü’l-Kulûb mesnevîsi Taşlıcalı Yahyâ’nın Usûlnâme’sine nazîre olarak yazılmıştır. Cinânî, bu eseri edasından dolayı beğenmez ve ondan daha iyi bir eser yazmak için yola çıkar. Fakat şâirler arasında düşmanlığın ve çekişmenin olmaması gerektiğini söyleyip Yahyâ Bey’in ruhu için dua okumayı ihmal etmez.
Bedâyiü’l-Âsâr: Cinânî’nin mensur olan tek eseri Bedâyiü’l-Âsâr’dır. Eserin kaynak ve kataloglarda Letâif-i Cinânî, Kitâb-ı Letâif-i Cinânî, Târih-i Şeyh Cinânî, Letâif-nâme, Nevâdir-i Cinânî gibi adlarla kaydedildiği de görülmektedir. Bedâyiü’l-Âsâr’ın ne zaman te’lif edildiğine dair ne kaynaklarda ne de nüshalarında herhangi bir kayıt vardır. Ancak Divân’daki tarihler bölümündeki Bedâyiü’l-Âsâr’ın telifiyle ilgili bir kıtadan 999/1590 tarihinde yazıldığı anlaşılmaktadır. Eser, hep aynı hikâyeleri dinlemekten sıkılan dönemin padişahı III. Murad’a sunulmuştur. Eserde 79 hikâyenin yanı sıra 20 küçük latife bulunmaktadır. Bedâyiü’l-Âsâr’da hem Arap ve Fars kaynaklarından alınan hikâyeler hem de dönemin sosyal hayatının bütün çıplaklığıyla yansıtan çok değişik konularda kaleme alınmış hikâyelerden oluşmaktadır. Onun en önemli yanı ise yerli ve orijinal hikâyeleri ihtiva etmesidir. Bu yönüyle Bedâyiü’l-Âsâr, modern hikâyelerle büyük benzerlikler taşımaktadır. Eser üzerinde Osman Ünlü tarafından bir doktora tezi hazırlanmış ve bu çalışma yayımlanmıştır.
Cinânî’nin edebî kişiliği hakkında kaynaklar oldukça cömert davranmışlardır. Âşık Çelebi, Cinânî’den övgüyle bahsetmektedir. Âşık Çelebi’nin bu ifadeleri, Cinânî’nin o yıllarda tanınmaya ve edebî çevrelerde dikkat çekmeye başladığını göstermektedir. Hasan Çelebi de aynı şekilde onun çok yönlülüğüne dikkat çekmektedir. Atâyî, Şakâyık Zeyli’nde Cinânî’ye diğer şairlere kıyasla daha fazla yer vermiştir. Babasıyla olan yakınlığından dolayı onu iyi tanıyan Atâyî’nin Cinânî hakkında verdiği bilgiler ve vardığı hükümler onun hakkındaki en güvenilir kaynak olmuştur. Atâyî, Cinânî’nin üç dilde şâir olduğunu söylemesine rağmen eserlerinde Arapça şiir bulunmamaktadır. Divânındaki Farsça şiirleri ise bir divânçe oluşturacak kadar fazladır. Cinânî’nin, Divân’ın mensûr dibâcesinde kendi kalemi için kullandığı “hâme-i dü-zebân” ifâdesi, onun aslında sadece Farsça ve Türkçe şiirler yazdığını göstermektedir. Eserlerinde tek tük rastlanan Arapça ibâreler ise her klasik şairde görülenlerden daha fazla değildir. Cinânî’nin bütün hayatına yayılan fakirliği ve geçim sıkıntısı onun şairliğine gölge düşürememiş, şairliği de refaha kavuşturamamıştır. Bütün hayatı devrin büyüklerine caize umuduyla şiirler sunmakla geçmiştir. Cinânî’nin hakkında kaynakların verdiği bilgiler arasında dikkat çekenlerinden biri de onun tahmîs ve tesdîs konusunda yetenekli olduğudur. Divânında bulunan doksanın üstündeki tahmis ve tesdis de bunu doğrular niteliktedir.
Cinânî’nin şiirlerinde genellikle dünya ve felekten şikâyet, sevgiliden ayrı kalmaktan dolayı duyulan hüzün, rakîbe karşı duyulan kin, rind-meşreblik, dünyaya karşı boş vermişlik ve fakirliğin etkisiyle dünyadan şikayet konular işlenmiştir. Şair, mesnevilerinde didaktik bir üslûb kullanırken Divân’ında ve Bedâyiü’l-âsâr’ında nispeten nüktedân ve rind-meşreptir.
Şiirlerinde kullandığı dil ise çoğunlukla sade ve akıcıdır. Atasözü ve deyimlerden oldukça sık faydalanan Cinânî’nin nüktedân bir kişiliğe sahip olması onun geniş kitleler içinde okunmasını sağlayan sebeplerden yalnızca biridir.
Cinânî’nin meddahlığı konusunda ise şunlar söylenebilir: Bedâyiü’l-Âsâr’ın te’lifi sırasında III. Murad’ın meddahlarından biri olan Derviş Eğlence’nin Cinânî’ye oynadığı oyun bütün kaynaklar tarafından aktarılmıştır. Söz konusu, bir padişaha sunulması gereken bir hikâye külliyatı ve olayın kahramanlarından birinin mesleğinin meddahlık olması dolayısıyla bazı modern kaynaklar Cinânî’nin padişah III. Murad’ın meddahlığını yaptığını söylemişlerdir. Bu kaynakların yanılgısının bir sebebi de Bedâyiü’l-Âsâr’ı bilimsel olarak ilk ele alan Fuat Köprülü’nün bunu “Meddahlar” başlığını taşıyan bir makalesinde yapmış olmasıdır. Ancak, hem eski kaynaklarda hem de Fuat Köprülü’nün makalesinde Cinânî’nin meddahlığına dair herhangi bir ifade bulunmamaktadır.
Kaynakça
Akbayar, Nuri (hzl.) (1996). Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmanî. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay.
Aksoyak, İ.Hakkı (1996). “Mahzenü’l-esrâr Geleneğine Bağlı Mesnevilerdeki Ortak Hikâyeler”. Bilig (3): 182-189.
Kılıç, Filiz (hzl.) (2010). Âşık Çelebi:Meşâ’irü’ş-Şuarâ. İstanbul. İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Yay.
Atlansoy Kadir (1998). Bursa Şairleri -Bursa Vefeyatnamelerindeki Şairlerin Biyografileri-. Bursa: Asa Kitabevi.
Dağlı, Yücel vd (2001). Yapı Kredi Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi Yazmalar Katalogu. İstanbul: YKY.
Es-seyyid Rızâ (1316). Tezkire-i Rızâ. İstanbul.
Faik Reşad (1306). Eslâf. İstanbul.
İpekten, Haluk vd (1988). Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü. Ankara: KTB Yay.
İsmail Beliğ (1302). Güldeste-i Riyâz-ı İrfân. Bursa.
Kavruk, Hasan (1998). Eski Türk Edebiyatında Mensûr Hikâyeler. İstanbul: MEB Yay.
Kutluk, İbrahim (hzl.) (1978). Kınalızâde Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş-Şu’arâ. Ankara: TTK Yay.
Koçu, Reşad Ekrem (1965). “Cenani (Bursalı Mustafa)”. İstanbul Ansiklopedisi. C. VII. İstanbul.
Köprülü, M. Fuat (1989). Edebiyat Araştırmaları-I. İstanbul: Ötüken Yay.
Kurnaz, Cemal ve Mustafa Tatçı (hzl.) (2001). Mehmet Nail Tuman, Tuhfe-i Nâ’ilî-Divan Şairlerinin Muhtasar Biyografileri. Ankara: Bizim Büro Yay.
Kurnaz, Cemal ve Mustafa Tatçı (hzl.) (2003). Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri. Ankara: Bizim Büro Yay.
Mazıoğlu, Hasibe (1992). “Divan Edebiyatında Hikâye”. Doğumunun Yüzüncü Yılında Ömer Seyfettin. Ankara: AKM Yay. 19-36.
Mermer, Ahmet (hzl.) (1991). Azerî İbrâhim Çelebi, Nakş-ı Hayâl. Ankara.
Nutku, Özdemir (1997). “XIV. Yüzyıldan XVIII. Yüzyıla Kadar Bursalı Kıssahanlar ve Meddahlar”. V. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi. Ankara. 247-258.
Nutku, Özdemir (1997). Meddahlık ve Meddah Hikâyeleri. Ankara: AKM Yay.
Okuyucu, Cihan (1992). “Bedâyiü’l-âsâr”. İslam Ansiklopedisi. C.V. İstanbul: TDV Yay. 296-297.
Okuyucu, Cihan(1987). “Mustafa Cinânî ve Bedâyiü’l-âsâr’ı”. İÜEFTD Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu Hatıra Sayısı 13: 351-385.
Okuyucu, Cihan (hzl.) (1994). Cinânî (Hayatı-Eserleri-Divanının Tenkitli Metni). Ankara: TDK Yay.
Özcan, Abdülkadir (hzl.) (1989). Mecdî Mehmed Efendi Hadâiku’ş-şakâik. İstanbul: Çağrı Yay.
Özkan, Mustafa (hzl.) (1990). Cinânî, Cilâü’l-Kulûb (Giriş-İnceleme-Metin-Sözlük). İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yay.
Şarlı, Mahmut (1994). Cinani’nin Riyazu’l-Cinân’ı İnceleme-Metin. Doktora Tezi. Kayseri: Erciyes Üniversitesi.
Ünlü, Osman (2008). “Klasik Hikâye Geleneği İçinde Bedâyiü’l-âsâr’ın Yeri". Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi I(4): 591-628.
Ünlü, Osman (hzl.) (2009). Cinânî Bedâyiü’lâsâr. Harvard: Harvard University The Department of Nearn Eastern Languages and Civilizations.
Yaltkaya, Şerafettin ve Kilisli Rıfat Bilge (hzl.) (1971). Kâtip Çelebi, Keşf-el-Zunûn. İstanbul: MEB Yay.
Madde Yazım Bilgileri
Yazar: DOÇ. DR. OSMAN ÜNLÜYayın Tarihi: 20.09.2013Güncelleme Tarihi: 05.12.2020Eserlerinden Örnekler
Gazel
Behre-ver hod itmedüñ kand-i visâlüñden beni
Nâ-ümîd itmek neden seyr-i cemâlüñden beni
Tâb-ı farkından bilürken sîne-sûzân olduğın
Sâye-perver kılmaduñ nâzük-nihâlüñden beni
Cânı virdüm teşne-leb bir kerre sîr-âb itmedüñ
Çeşme-i la’-i leb-i şîrîn-makâlüñden beni
Öldürürseñ kaçmazam kanum helâl olsun saña
Sanma rû-gerdân olam tîğ-i celâlüñden beni
Yeg gelür bir gayruñ sürûrından Cinânî-veş baña
Kılmasun hâlî Hudâ hergiz melâlüñden beni
(Okuyucu, Cihan (hzl.) (1994). Cinânî (Hayatı-Eserleri-Divanının Tenkitli Metni). Ankara: TDK Yay. 603.)
Riyâzü’l-cinân’dan
Der Sebeb-i Rüsten-i in-Nihâl-i Nevreste ve Gülşen-i Elfâz u Ma’âni ve Bâ’is-i Şüküften-i in-şükûfehâ-yı Güldeste be-nesîm-i Ruh-efzâ-yı Cinânî
Bir gice kim nesr-i sipihr-âşiyân
Olmış idi çarh-ı felekden nihân
Ben elem-i dehr ile bîdâr idüm
Gam-zede-i çarh-ı sitem-kâr idüm
Sâkin idüm Bursada gam-hânede
Bûm-sıfat gûşe-i vîrânede
Anda ne yârân u ne feryâd-res
Pister ü bâlinüm idi hâr u has
Hâbdan olmadı gözüm behre-ver
Dikkat idüp hâlüme kıldum nazar
Gördüm anı ma’sıyet-i mâ-selef
Eyleyidür nakd-i vücûdum telef
Kâfiye-i ömr şitâbân olup
Azm-i sefer kılmada pûyân olup
Râhile-veş azm-i kenâr eylemiş
Merhale-i çihli güzâr eylemiş
Nısfı geçüp müddet-i ömrüñ hemîn
Mülk-i fenâ rihleti gelmiş yakîn
Ârız olup girye-i bî-ihtiyâr
İtdi o dem çeşmümi gevher-nisâr
Niyyet-i hâlisle inâbet kılup
Cürmüme cân ile nedâmet kılup
Âyine-i hâtıra geldi cilâ
Kalmadı kalbümde gam-ı mâsivâ
Tutmuş idüm gül gibi etrâfa gûş
Oldu serâyende nidâ-yı sürûş
Didi eyâ beste-i bend-i belâ
Niceye dek cânuña bu ibtilâ
Bende-sıfat hidmete âmâde ol
Bend-i agm u gussadan âzâde ol
Çünki seni eyledi ol bî-niyâz
Tûtî-i gûyâ-yı çemenzâr-ı râz
Ya’ni kılup şâ’ir-i şîrîn-kelâm
Husrev-i nazm itdi virüp intizâm
N’ola eger sen de idüp hidmeti
Fi’le getürseñ konılan kuvveti
Hâmeñi alsañ ele nakkâş-vâr
Safha-i dehr içre kosañ yâd-gâr
Nûş-ı edâ içre koyup nîş-i pend
Halkdan it nush ile def’-i gezend
Bir gün irüp emr-i Hudâvend-i pâk
Meskenüñi itse gerek zîr-i hâk
Çünki virüp hâtif-i gaybî beyân
Eyledi bu vech ile sevk-i kelâm
Dür gibi âvîze-i gûş eyledüm
Şevk ile deryâ gibi cûş eyledüm
Eylemedin tâ ki cihândan güzer
Safha-i dünyâda koyam bir eser
Nâtıka-i nefsüm idüp güft ü gû
Kıldı tereddüdle niçe cüst ü cû
Bir nice gün fikr ü hayâl eyledüm
Kur’a salup niyyet-i fâl eyledüm
Âkıbetü’l-emr kılup ictihâd
Sevk-i Hudâ ile idindüm murâd
Yâver olup hâme-i sihr-intisâb
Ben de diyem Ravza-sıfat bir kitâb
Peyrev-i üslûb-ı Nizâmî olam
Cur’a-keş-i meclis-i Câmi’ olam
Sûziş-i Husrevle yakam bir çerâğ
Rûşen ola anuñ ile bâğ u râğ
(Şarlı, Mahmut (1994). Cinani’nin Riyazu’l-Cinân’ı İnceleme-Metin. Doktora Tezi. Kayseri: Erciyes Üniversitesi. 38-43.)
Cilâu’l-kulûb’dan
Der Fevâyid-i Terk-i Kesret-i Kelâm ve Kıllet-i İhtitât-ı Enâm ve Avâyid-i Hâmûşî vü Sükût Der Meclis-i Havâs u Avâm
Sorarsañ nedür âlem içre safâ
Kılup uzleti çekmemekdür cefâ
İderseñ eğer halk-ile ihtilât
Müyesser değüldür sürûr u neşât
Olursın eğer söyleseñ bed-zebân
Sözüñ gûş iden ta’na eyle nihân
Eğer söylemezseñ kılup iltifât
Seni cümle ebkem sanur kâyinât
Yaranmaz mizâcına halkuñ tamâm
Dilüñden çekersin belâyı müdâm
Dimişler ki erbâb-ı fehm ü nazar
Sühan güfte sîmest ü nâ-güfte zer
Bilürsin ki ber-mûcib-i ser-nüvişt
Kimi hûb olur söyleseñ kimi zişt
Anuñ görmeyüp hûbını bî-gümân
Adû görmez illâ ki ziştin hemân
Dehâna urup sen de mühr-i sükût
Gerekdür ki sa’y eyle behr-i sükût
Hamûş olmadan kimse görmez zarar
Velî söylemekden gelür her keder
Ko güftârı ekser zamân ol hamûş
Ne söylerler-ise anı eyle gûş
İşitdüklerüñ hıfz edüp lâ-yezâl
Sükût ihtiyâr eyle her mâh u sâl
Anuñ-çün dimişdür hudâvend-i hûş
Ki âdemde dil bir iki oldı gûş
Bu ma’nâ-y-içün kim sükût eyleye
Kelâm itse ikide bir söyleye
Zebânuñ tutup sen dahı müstemir
Dime bulduğuñ sözi ikide bir
(Özkan, Mustafa (hzl.) (1990). Cinânî, Cilâü’l-Kulûb (Giriş-İnceleme-Metin-Sözlük). İstanbul. İstanbul Üniversitesi. 237-238.)
Bedâyiü’l-âsâr’dan
Hikâyet: Erbâb-ı hikâyet-i acîbe ve ashâb-ı rivâyet-i garîbeden biri böyle rivâyet eyler ki: Evvel zamânda bir merd-i fakîr var idi ki fakr u fâkasında gâyet ve iflâs u ihtiyâcına nihâyet yogıdı. Gâyet-i fakrından İstanbulda işkenbe bişüren Arnavudlara yevmî üç akça ile deryâya işkenbe iletüp her gün yuyup pâk edüp getürürdi. Ol eline giren üç akçayı dahı fakr ile yerdi. Ve bi’l-cümle kerîm-nihâd hâlince lutfa mu’tâd bir derdmend-i bî-gezend idi. İttifâk bir gün yine gelüp işkenbe yumağa vardı. Kenârda mühmelât çoğ olmagın eteklerin beline sokup tumanını dizine sıgayup bir deriñce yere vardı. Nâ-gâh ayağına bir kütük tokındı. ‘Acabâ neyiki deyü eliyle yokladı. Gördi ki bir küçücek demürli sandukdur, yapışup haylîce ağır buldı. Bildi ki deryâya bâzergândan düşmiş hazîne sanduğıdur. Kesretden çıkaramayup birkaç taşla muhkem basdurdı. Andan gelüp bir gûşede turup ırakdan gözetdi turdı. Ahşamla yatsu mâ-beyninde gelüp çıkardı. O gece taşra bir dükkân öñinde yatdı. Sandûğı muhkem sakladı. ‘Ale’s-sabâh kapular açılduğı gibi içerü girüp odasına girdi. Tenhâ yerde kilidin kırup açdı. Gördi ki bir büyük hemyânla filûridür, bi’t-tamâm dörtbiñ altun çıkdı. Göñliyle mülâhaza etdi ki bu bir sâhibi nâ-ma’lûm mâldur. Bunı baña Hak te’âlâ lutf eyleyüp verdi, ‘ahd olsun ki bu günden bu akçayı ticâret edüp kesb ü kârla mukayyed olayın. Hak te’âlâ dahı vâfir verürse kudretüm yetdügi kadar sâhibi rûhıçün bir hayr-ı ‘azîm binâ edeyüm ve her yıl zekâtı ne olursa hesâb edüp fukarâya vereyin, bir akça zekâta hıyânet etmeyüp mümkin oldukça fâʾidesin dahı fukarâyla yeyeyin dedi. Hemân yine ol târîhde bir barçaya girüp Mısıra revâne oldı. Birkaç yıl Mısırda ticâret edüp filûriyi bi’t-tamâm sekizbiñ eyledi. Birkaç yıldan soñra İstanbula gelüp yıl başı olduğı gibi hesâbla zekâtını bir eksüksüz fukarâya taksîm ü tevzî’ eyleyüp bir habbesin alıkomazdı. İttifâk İstanbulda bir ‘azîm vebâ vâki’ oldı. Mezbûr bâzergânuñ yedi sekiz nefer hidmetkârları fevt olup hazînedârı vefât etdi. Yerine bir Rusiyyi’l-’asl acemi oğlan satun alup istihdâm eyledi. Egerçi dahı dil bilmezdi. Lâkin hazînesi sandûkını açup istedügi keseyi getürivermege kâdir idi. İttifâk bir gün iskelede gemi içinde otururken ahâlî-i sefîneden ba’zı esbâb aldı ve ol esbâbuñ akçasın vermek lâzım geldi. Ḫazînedârı olup Rusiyyi’l-’asl olan oğlana çağırup “var sanduğı aç, kese getür” deyü işâret eyledi. Oglan dahı varup sandûğı açdı ve içinde birkaç kesesi var idi ki ol kesede bi’t-tamâm beşyüz sikke filûri var idi. Ol keseyi alup efendisine getürürken kazâ-yı âsmânî ve belâ-yı nâ-gehânî erişüp oğlanuñ ayağı gemi kenârında bir direge râst geldi. Ayağı tayrınup yüzi üstine yıkılup düşdi. Bu darbla elinden kese fırlayup çıkdı, bir kerre deryâya düşüp batdı, gâʾib oldı. Bâzergânlar “hay meded niçe olsa” deyüp bir yere gelüp tedârüke başladılar. Ammâ ne çâre, mâl sâhibi dahı bir mikdâr bî-huzûr oldı. Âhir bâzergânlara “ben bu mâluñ zekâtını bir eksüksüz verüp tururum. Benüm i’tikâdum budur ki zâyi’ olmayup İnşaallâhu te’âlâ bulına” deyüp i’tikâdını dürüst tutdı. Oldukları gemide bir gavvâs aradılar ki deryâya batup keseyi araya. Bulınmadı, reʾîs dahı “müselmânlar hâzır oluñ taşra gitmeñ rûzgâr muvâfıkdur, hemân giderüz” deyüp demürleri koparmağa mübâşeret etdiler. Anı gördiler ki mağrib cânibinden bir mikdâr kara bulut zâhir oldı. reʾîs anı görüp gemi yoldaşlarına “birez teʾhîr edüñ görelüm niçe olur, mağrib tarafından görinen kara bulut hırlı nesneye beñzemez” deyince ‘âlem gitdükçe kararup ve rûzgâr pekledi. ‘Azîm furtına olup bir ‘azîm ıztırâb düşdi. Ṭaglar kadar mevcler gelür oldı. Rûzgârdan geminüñ altı çeng kılı gibi bir sadâ verdi. Bu üslûb üzre bi’t-tamâm yedi gün yedi gece furtına olup muhâlif esdi, aslâ kalkup gitmege mecâl olmadı. Yedinci gün Mısırdan bir barça gelüp hezâr belâ vü meşakkatle ol geminüñ yanında demür bırakdı. Deryânuñ bir tabancesin yemişler ki içinde olanlaruñ ‘akılları başlarından gitmiş. Ol iskeleye gelüp demür bırakduklarından soñra bir mikdâr anda yatdılar. Akılları başlarına güçle geldi. Allâhuñ hikmetiyle ol gemi gelüp iskeleye yanaşdukdan soñra havâ yap yap açılmağa başladı. Giderek deryâ sükûn üzre olup güneş toğdı. Ol gemi halkı bu gemi halkıyla muhtelit olup ıslanan esbâbların güneşe karşu serüp kurıtmağa başladılar. Ahâlî-i sefîne biri biriyle söyleşürek evvelki gemiden beşyüz filûri kese ile deryâya düşdügini söylediler ve ol gemide gavvâs bulınmadı deyince meger bu soñra gelen gemide bir bî-nazîr-i ‘âlem gavvâs varımış ki bir kimesne ol gavvâsı bilürmiş. Hemân dem akçası düşen bâzergâna “saña bir gavvâs bulıvereyüm” deyüp müjde eyledi. Ol dem gavvâsı da’vet edüp elli filûriye kavl eylediler. Gavvâs râzı olup ol gemiye gelüp kese nereye düşdigini sordı, bildi. Ol dem bismillâh deyüp soyındı ve getürüp kendüyi deryâya atdı. Birez zamândan soñra çıkup kese ağzında getürüp akça sâhibi gâyet ferh olup gavvâsa on altun dahı bağışladı. İki gemide olan bâzergânlar bir yere geldiler ve ol kimesneye Hakkuñ lutfını söyleşdiler. Gavvâs yoğiken yedi gün yedi gece furtına olup Hak te’âlânuñ emriyle gemiyi kaldurmayup Mısırdan gelen gemi ile gavvâs getürince muntazır oldugı mahza lutf-ı ilâhîdür deyüp ta’accüb etdiler. Akça sâhibi bunı işidüp “benüm mâlum yabana gitmedüginüñ bir sebeb-i kavîsi vardur”. “Nedür” dediler. “Her yıl cemî’-i mâlumuñ zekâtın verüp zimmetümde bir zerre bâkî komam. Cümlesin fukarâya üleşdürürem. Anuñçün Hak te’âlâ beni lutfına şâyeste vü sezâvâr gördi. Bunca yıldur ki dahı bir akçam zâyi’ olmamışdur” deyü cevâb verdi. Fi’l-vâki’ erbâb-ı gınâ ve ashâb-ı kuvvete lâyık budur ki aslâ zimmetde hakkullâhı, ki hakk-ı fukarâdur, komayup yıl başında zekâtı ne ederse hesâb edüp fukarâya taksîm ü tevzî’ eyleye. Bu bâbda zerre deñlü ihmâl ü imhâli câʾiz görmeyüp cehd ede. Hak te’âlâ hazreti ümmet-i atiyyetehü kelâm-ı kadîm ve furkân-ı kerîminde her nerede akîmu’s-salât deyü emr buyurmışlardur, ardınca ve âtu’z-zekât buyurmışdur. Zekât vermek bâğuñ asmasın budamak gibidür ki zâhiren keserler. Lâkin ma’nâda üzümüñ ziyâde olmasına bâ’is olurlar. Ne kadar ki mâluñ zekâtı verilse ziyâde olmasına sebebdür. Nazm:
Ol ki mâlından vere her yıl zekât
Zâyi’ olmakdan bulur mâlı necât
Vermeye ol ki zekât-ı mâlını
Zâyi’ eyler Hak anuñ emvâlini
Ṭâlib-i hayrâta besdür reh-nümûn
Len tenâlu’l-birre hattâ tünfikûn
Şâhid-i ‘âdil yeter el-hak hemîn
Ehl-i ihsâna yuhibbu’l-muhsinîn
(Ünlü, Osman (hzl.) (2009). Cinânî Bedâyiü’lâsâr. Harvard. Harvard University The Department of Nearn Eastern Languages and Civilizations. Part II. 304-307.)
İlişkili Maddeler
Yayın Tarihi: 20.09.2013Güncelleme Tarihi: 05.12.2020Eserlerinden Örnekler
Gazel
Behre-ver hod itmedüñ kand-i visâlüñden beni
Nâ-ümîd itmek neden seyr-i cemâlüñden beni
Tâb-ı farkından bilürken sîne-sûzân olduğın
Sâye-perver kılmaduñ nâzük-nihâlüñden beni
Cânı virdüm teşne-leb bir kerre sîr-âb itmedüñ
Çeşme-i la’-i leb-i şîrîn-makâlüñden beni
Öldürürseñ kaçmazam kanum helâl olsun saña
Sanma rû-gerdân olam tîğ-i celâlüñden beni
Yeg gelür bir gayruñ sürûrından Cinânî-veş baña
Kılmasun hâlî Hudâ hergiz melâlüñden beni
(Okuyucu, Cihan (hzl.) (1994). Cinânî (Hayatı-Eserleri-Divanının Tenkitli Metni). Ankara: TDK Yay. 603.)
Riyâzü’l-cinân’dan
Der Sebeb-i Rüsten-i in-Nihâl-i Nevreste ve Gülşen-i Elfâz u Ma’âni ve Bâ’is-i Şüküften-i in-şükûfehâ-yı Güldeste be-nesîm-i Ruh-efzâ-yı Cinânî
Bir gice kim nesr-i sipihr-âşiyân
Olmış idi çarh-ı felekden nihân
Ben elem-i dehr ile bîdâr idüm
Gam-zede-i çarh-ı sitem-kâr idüm
Sâkin idüm Bursada gam-hânede
Bûm-sıfat gûşe-i vîrânede
Anda ne yârân u ne feryâd-res
Pister ü bâlinüm idi hâr u has
Hâbdan olmadı gözüm behre-ver
Dikkat idüp hâlüme kıldum nazar
Gördüm anı ma’sıyet-i mâ-selef
Eyleyidür nakd-i vücûdum telef
Kâfiye-i ömr şitâbân olup
Azm-i sefer kılmada pûyân olup
Râhile-veş azm-i kenâr eylemiş
Merhale-i çihli güzâr eylemiş
Nısfı geçüp müddet-i ömrüñ hemîn
Mülk-i fenâ rihleti gelmiş yakîn
Ârız olup girye-i bî-ihtiyâr
İtdi o dem çeşmümi gevher-nisâr
Niyyet-i hâlisle inâbet kılup
Cürmüme cân ile nedâmet kılup
Âyine-i hâtıra geldi cilâ
Kalmadı kalbümde gam-ı mâsivâ
Tutmuş idüm gül gibi etrâfa gûş
Oldu serâyende nidâ-yı sürûş
Didi eyâ beste-i bend-i belâ
Niceye dek cânuña bu ibtilâ
Bende-sıfat hidmete âmâde ol
Bend-i agm u gussadan âzâde ol
Çünki seni eyledi ol bî-niyâz
Tûtî-i gûyâ-yı çemenzâr-ı râz
Ya’ni kılup şâ’ir-i şîrîn-kelâm
Husrev-i nazm itdi virüp intizâm
N’ola eger sen de idüp hidmeti
Fi’le getürseñ konılan kuvveti
Hâmeñi alsañ ele nakkâş-vâr
Safha-i dehr içre kosañ yâd-gâr
Nûş-ı edâ içre koyup nîş-i pend
Halkdan it nush ile def’-i gezend
Bir gün irüp emr-i Hudâvend-i pâk
Meskenüñi itse gerek zîr-i hâk
Çünki virüp hâtif-i gaybî beyân
Eyledi bu vech ile sevk-i kelâm
Dür gibi âvîze-i gûş eyledüm
Şevk ile deryâ gibi cûş eyledüm
Eylemedin tâ ki cihândan güzer
Safha-i dünyâda koyam bir eser
Nâtıka-i nefsüm idüp güft ü gû
Kıldı tereddüdle niçe cüst ü cû
Bir nice gün fikr ü hayâl eyledüm
Kur’a salup niyyet-i fâl eyledüm
Âkıbetü’l-emr kılup ictihâd
Sevk-i Hudâ ile idindüm murâd
Yâver olup hâme-i sihr-intisâb
Ben de diyem Ravza-sıfat bir kitâb
Peyrev-i üslûb-ı Nizâmî olam
Cur’a-keş-i meclis-i Câmi’ olam
Sûziş-i Husrevle yakam bir çerâğ
Rûşen ola anuñ ile bâğ u râğ
(Şarlı, Mahmut (1994). Cinani’nin Riyazu’l-Cinân’ı İnceleme-Metin. Doktora Tezi. Kayseri: Erciyes Üniversitesi. 38-43.)
Cilâu’l-kulûb’dan
Der Fevâyid-i Terk-i Kesret-i Kelâm ve Kıllet-i İhtitât-ı Enâm ve Avâyid-i Hâmûşî vü Sükût Der Meclis-i Havâs u Avâm
Sorarsañ nedür âlem içre safâ
Kılup uzleti çekmemekdür cefâ
İderseñ eğer halk-ile ihtilât
Müyesser değüldür sürûr u neşât
Olursın eğer söyleseñ bed-zebân
Sözüñ gûş iden ta’na eyle nihân
Eğer söylemezseñ kılup iltifât
Seni cümle ebkem sanur kâyinât
Yaranmaz mizâcına halkuñ tamâm
Dilüñden çekersin belâyı müdâm
Dimişler ki erbâb-ı fehm ü nazar
Sühan güfte sîmest ü nâ-güfte zer
Bilürsin ki ber-mûcib-i ser-nüvişt
Kimi hûb olur söyleseñ kimi zişt
Anuñ görmeyüp hûbını bî-gümân
Adû görmez illâ ki ziştin hemân
Dehâna urup sen de mühr-i sükût
Gerekdür ki sa’y eyle behr-i sükût
Hamûş olmadan kimse görmez zarar
Velî söylemekden gelür her keder
Ko güftârı ekser zamân ol hamûş
Ne söylerler-ise anı eyle gûş
İşitdüklerüñ hıfz edüp lâ-yezâl
Sükût ihtiyâr eyle her mâh u sâl
Anuñ-çün dimişdür hudâvend-i hûş
Ki âdemde dil bir iki oldı gûş
Bu ma’nâ-y-içün kim sükût eyleye
Kelâm itse ikide bir söyleye
Zebânuñ tutup sen dahı müstemir
Dime bulduğuñ sözi ikide bir
(Özkan, Mustafa (hzl.) (1990). Cinânî, Cilâü’l-Kulûb (Giriş-İnceleme-Metin-Sözlük). İstanbul. İstanbul Üniversitesi. 237-238.)
Bedâyiü’l-âsâr’dan
Hikâyet: Erbâb-ı hikâyet-i acîbe ve ashâb-ı rivâyet-i garîbeden biri böyle rivâyet eyler ki: Evvel zamânda bir merd-i fakîr var idi ki fakr u fâkasında gâyet ve iflâs u ihtiyâcına nihâyet yogıdı. Gâyet-i fakrından İstanbulda işkenbe bişüren Arnavudlara yevmî üç akça ile deryâya işkenbe iletüp her gün yuyup pâk edüp getürürdi. Ol eline giren üç akçayı dahı fakr ile yerdi. Ve bi’l-cümle kerîm-nihâd hâlince lutfa mu’tâd bir derdmend-i bî-gezend idi. İttifâk bir gün yine gelüp işkenbe yumağa vardı. Kenârda mühmelât çoğ olmagın eteklerin beline sokup tumanını dizine sıgayup bir deriñce yere vardı. Nâ-gâh ayağına bir kütük tokındı. ‘Acabâ neyiki deyü eliyle yokladı. Gördi ki bir küçücek demürli sandukdur, yapışup haylîce ağır buldı. Bildi ki deryâya bâzergândan düşmiş hazîne sanduğıdur. Kesretden çıkaramayup birkaç taşla muhkem basdurdı. Andan gelüp bir gûşede turup ırakdan gözetdi turdı. Ahşamla yatsu mâ-beyninde gelüp çıkardı. O gece taşra bir dükkân öñinde yatdı. Sandûğı muhkem sakladı. ‘Ale’s-sabâh kapular açılduğı gibi içerü girüp odasına girdi. Tenhâ yerde kilidin kırup açdı. Gördi ki bir büyük hemyânla filûridür, bi’t-tamâm dörtbiñ altun çıkdı. Göñliyle mülâhaza etdi ki bu bir sâhibi nâ-ma’lûm mâldur. Bunı baña Hak te’âlâ lutf eyleyüp verdi, ‘ahd olsun ki bu günden bu akçayı ticâret edüp kesb ü kârla mukayyed olayın. Hak te’âlâ dahı vâfir verürse kudretüm yetdügi kadar sâhibi rûhıçün bir hayr-ı ‘azîm binâ edeyüm ve her yıl zekâtı ne olursa hesâb edüp fukarâya vereyin, bir akça zekâta hıyânet etmeyüp mümkin oldukça fâʾidesin dahı fukarâyla yeyeyin dedi. Hemân yine ol târîhde bir barçaya girüp Mısıra revâne oldı. Birkaç yıl Mısırda ticâret edüp filûriyi bi’t-tamâm sekizbiñ eyledi. Birkaç yıldan soñra İstanbula gelüp yıl başı olduğı gibi hesâbla zekâtını bir eksüksüz fukarâya taksîm ü tevzî’ eyleyüp bir habbesin alıkomazdı. İttifâk İstanbulda bir ‘azîm vebâ vâki’ oldı. Mezbûr bâzergânuñ yedi sekiz nefer hidmetkârları fevt olup hazînedârı vefât etdi. Yerine bir Rusiyyi’l-’asl acemi oğlan satun alup istihdâm eyledi. Egerçi dahı dil bilmezdi. Lâkin hazînesi sandûkını açup istedügi keseyi getürivermege kâdir idi. İttifâk bir gün iskelede gemi içinde otururken ahâlî-i sefîneden ba’zı esbâb aldı ve ol esbâbuñ akçasın vermek lâzım geldi. Ḫazînedârı olup Rusiyyi’l-’asl olan oğlana çağırup “var sanduğı aç, kese getür” deyü işâret eyledi. Oglan dahı varup sandûğı açdı ve içinde birkaç kesesi var idi ki ol kesede bi’t-tamâm beşyüz sikke filûri var idi. Ol keseyi alup efendisine getürürken kazâ-yı âsmânî ve belâ-yı nâ-gehânî erişüp oğlanuñ ayağı gemi kenârında bir direge râst geldi. Ayağı tayrınup yüzi üstine yıkılup düşdi. Bu darbla elinden kese fırlayup çıkdı, bir kerre deryâya düşüp batdı, gâʾib oldı. Bâzergânlar “hay meded niçe olsa” deyüp bir yere gelüp tedârüke başladılar. Ammâ ne çâre, mâl sâhibi dahı bir mikdâr bî-huzûr oldı. Âhir bâzergânlara “ben bu mâluñ zekâtını bir eksüksüz verüp tururum. Benüm i’tikâdum budur ki zâyi’ olmayup İnşaallâhu te’âlâ bulına” deyüp i’tikâdını dürüst tutdı. Oldukları gemide bir gavvâs aradılar ki deryâya batup keseyi araya. Bulınmadı, reʾîs dahı “müselmânlar hâzır oluñ taşra gitmeñ rûzgâr muvâfıkdur, hemân giderüz” deyüp demürleri koparmağa mübâşeret etdiler. Anı gördiler ki mağrib cânibinden bir mikdâr kara bulut zâhir oldı. reʾîs anı görüp gemi yoldaşlarına “birez teʾhîr edüñ görelüm niçe olur, mağrib tarafından görinen kara bulut hırlı nesneye beñzemez” deyince ‘âlem gitdükçe kararup ve rûzgâr pekledi. ‘Azîm furtına olup bir ‘azîm ıztırâb düşdi. Ṭaglar kadar mevcler gelür oldı. Rûzgârdan geminüñ altı çeng kılı gibi bir sadâ verdi. Bu üslûb üzre bi’t-tamâm yedi gün yedi gece furtına olup muhâlif esdi, aslâ kalkup gitmege mecâl olmadı. Yedinci gün Mısırdan bir barça gelüp hezâr belâ vü meşakkatle ol geminüñ yanında demür bırakdı. Deryânuñ bir tabancesin yemişler ki içinde olanlaruñ ‘akılları başlarından gitmiş. Ol iskeleye gelüp demür bırakduklarından soñra bir mikdâr anda yatdılar. Akılları başlarına güçle geldi. Allâhuñ hikmetiyle ol gemi gelüp iskeleye yanaşdukdan soñra havâ yap yap açılmağa başladı. Giderek deryâ sükûn üzre olup güneş toğdı. Ol gemi halkı bu gemi halkıyla muhtelit olup ıslanan esbâbların güneşe karşu serüp kurıtmağa başladılar. Ahâlî-i sefîne biri biriyle söyleşürek evvelki gemiden beşyüz filûri kese ile deryâya düşdügini söylediler ve ol gemide gavvâs bulınmadı deyince meger bu soñra gelen gemide bir bî-nazîr-i ‘âlem gavvâs varımış ki bir kimesne ol gavvâsı bilürmiş. Hemân dem akçası düşen bâzergâna “saña bir gavvâs bulıvereyüm” deyüp müjde eyledi. Ol dem gavvâsı da’vet edüp elli filûriye kavl eylediler. Gavvâs râzı olup ol gemiye gelüp kese nereye düşdigini sordı, bildi. Ol dem bismillâh deyüp soyındı ve getürüp kendüyi deryâya atdı. Birez zamândan soñra çıkup kese ağzında getürüp akça sâhibi gâyet ferh olup gavvâsa on altun dahı bağışladı. İki gemide olan bâzergânlar bir yere geldiler ve ol kimesneye Hakkuñ lutfını söyleşdiler. Gavvâs yoğiken yedi gün yedi gece furtına olup Hak te’âlânuñ emriyle gemiyi kaldurmayup Mısırdan gelen gemi ile gavvâs getürince muntazır oldugı mahza lutf-ı ilâhîdür deyüp ta’accüb etdiler. Akça sâhibi bunı işidüp “benüm mâlum yabana gitmedüginüñ bir sebeb-i kavîsi vardur”. “Nedür” dediler. “Her yıl cemî’-i mâlumuñ zekâtın verüp zimmetümde bir zerre bâkî komam. Cümlesin fukarâya üleşdürürem. Anuñçün Hak te’âlâ beni lutfına şâyeste vü sezâvâr gördi. Bunca yıldur ki dahı bir akçam zâyi’ olmamışdur” deyü cevâb verdi. Fi’l-vâki’ erbâb-ı gınâ ve ashâb-ı kuvvete lâyık budur ki aslâ zimmetde hakkullâhı, ki hakk-ı fukarâdur, komayup yıl başında zekâtı ne ederse hesâb edüp fukarâya taksîm ü tevzî’ eyleye. Bu bâbda zerre deñlü ihmâl ü imhâli câʾiz görmeyüp cehd ede. Hak te’âlâ hazreti ümmet-i atiyyetehü kelâm-ı kadîm ve furkân-ı kerîminde her nerede akîmu’s-salât deyü emr buyurmışlardur, ardınca ve âtu’z-zekât buyurmışdur. Zekât vermek bâğuñ asmasın budamak gibidür ki zâhiren keserler. Lâkin ma’nâda üzümüñ ziyâde olmasına bâ’is olurlar. Ne kadar ki mâluñ zekâtı verilse ziyâde olmasına sebebdür. Nazm:
Ol ki mâlından vere her yıl zekât
Zâyi’ olmakdan bulur mâlı necât
Vermeye ol ki zekât-ı mâlını
Zâyi’ eyler Hak anuñ emvâlini
Ṭâlib-i hayrâta besdür reh-nümûn
Len tenâlu’l-birre hattâ tünfikûn
Şâhid-i ‘âdil yeter el-hak hemîn
Ehl-i ihsâna yuhibbu’l-muhsinîn
(Ünlü, Osman (hzl.) (2009). Cinânî Bedâyiü’lâsâr. Harvard. Harvard University The Department of Nearn Eastern Languages and Civilizations. Part II. 304-307.)
İlişkili Maddeler
Güncelleme Tarihi: 05.12.2020Eserlerinden Örnekler
Gazel
Behre-ver hod itmedüñ kand-i visâlüñden beni
Nâ-ümîd itmek neden seyr-i cemâlüñden beni
Tâb-ı farkından bilürken sîne-sûzân olduğın
Sâye-perver kılmaduñ nâzük-nihâlüñden beni
Cânı virdüm teşne-leb bir kerre sîr-âb itmedüñ
Çeşme-i la’-i leb-i şîrîn-makâlüñden beni
Öldürürseñ kaçmazam kanum helâl olsun saña
Sanma rû-gerdân olam tîğ-i celâlüñden beni
Yeg gelür bir gayruñ sürûrından Cinânî-veş baña
Kılmasun hâlî Hudâ hergiz melâlüñden beni
(Okuyucu, Cihan (hzl.) (1994). Cinânî (Hayatı-Eserleri-Divanının Tenkitli Metni). Ankara: TDK Yay. 603.)
Riyâzü’l-cinân’dan
Der Sebeb-i Rüsten-i in-Nihâl-i Nevreste ve Gülşen-i Elfâz u Ma’âni ve Bâ’is-i Şüküften-i in-şükûfehâ-yı Güldeste be-nesîm-i Ruh-efzâ-yı Cinânî
Bir gice kim nesr-i sipihr-âşiyân
Olmış idi çarh-ı felekden nihân
Ben elem-i dehr ile bîdâr idüm
Gam-zede-i çarh-ı sitem-kâr idüm
Sâkin idüm Bursada gam-hânede
Bûm-sıfat gûşe-i vîrânede
Anda ne yârân u ne feryâd-res
Pister ü bâlinüm idi hâr u has
Hâbdan olmadı gözüm behre-ver
Dikkat idüp hâlüme kıldum nazar
Gördüm anı ma’sıyet-i mâ-selef
Eyleyidür nakd-i vücûdum telef
Kâfiye-i ömr şitâbân olup
Azm-i sefer kılmada pûyân olup
Râhile-veş azm-i kenâr eylemiş
Merhale-i çihli güzâr eylemiş
Nısfı geçüp müddet-i ömrüñ hemîn
Mülk-i fenâ rihleti gelmiş yakîn
Ârız olup girye-i bî-ihtiyâr
İtdi o dem çeşmümi gevher-nisâr
Niyyet-i hâlisle inâbet kılup
Cürmüme cân ile nedâmet kılup
Âyine-i hâtıra geldi cilâ
Kalmadı kalbümde gam-ı mâsivâ
Tutmuş idüm gül gibi etrâfa gûş
Oldu serâyende nidâ-yı sürûş
Didi eyâ beste-i bend-i belâ
Niceye dek cânuña bu ibtilâ
Bende-sıfat hidmete âmâde ol
Bend-i agm u gussadan âzâde ol
Çünki seni eyledi ol bî-niyâz
Tûtî-i gûyâ-yı çemenzâr-ı râz
Ya’ni kılup şâ’ir-i şîrîn-kelâm
Husrev-i nazm itdi virüp intizâm
N’ola eger sen de idüp hidmeti
Fi’le getürseñ konılan kuvveti
Hâmeñi alsañ ele nakkâş-vâr
Safha-i dehr içre kosañ yâd-gâr
Nûş-ı edâ içre koyup nîş-i pend
Halkdan it nush ile def’-i gezend
Bir gün irüp emr-i Hudâvend-i pâk
Meskenüñi itse gerek zîr-i hâk
Çünki virüp hâtif-i gaybî beyân
Eyledi bu vech ile sevk-i kelâm
Dür gibi âvîze-i gûş eyledüm
Şevk ile deryâ gibi cûş eyledüm
Eylemedin tâ ki cihândan güzer
Safha-i dünyâda koyam bir eser
Nâtıka-i nefsüm idüp güft ü gû
Kıldı tereddüdle niçe cüst ü cû
Bir nice gün fikr ü hayâl eyledüm
Kur’a salup niyyet-i fâl eyledüm
Âkıbetü’l-emr kılup ictihâd
Sevk-i Hudâ ile idindüm murâd
Yâver olup hâme-i sihr-intisâb
Ben de diyem Ravza-sıfat bir kitâb
Peyrev-i üslûb-ı Nizâmî olam
Cur’a-keş-i meclis-i Câmi’ olam
Sûziş-i Husrevle yakam bir çerâğ
Rûşen ola anuñ ile bâğ u râğ
(Şarlı, Mahmut (1994). Cinani’nin Riyazu’l-Cinân’ı İnceleme-Metin. Doktora Tezi. Kayseri: Erciyes Üniversitesi. 38-43.)
Cilâu’l-kulûb’dan
Der Fevâyid-i Terk-i Kesret-i Kelâm ve Kıllet-i İhtitât-ı Enâm ve Avâyid-i Hâmûşî vü Sükût Der Meclis-i Havâs u Avâm
Sorarsañ nedür âlem içre safâ
Kılup uzleti çekmemekdür cefâ
İderseñ eğer halk-ile ihtilât
Müyesser değüldür sürûr u neşât
Olursın eğer söyleseñ bed-zebân
Sözüñ gûş iden ta’na eyle nihân
Eğer söylemezseñ kılup iltifât
Seni cümle ebkem sanur kâyinât
Yaranmaz mizâcına halkuñ tamâm
Dilüñden çekersin belâyı müdâm
Dimişler ki erbâb-ı fehm ü nazar
Sühan güfte sîmest ü nâ-güfte zer
Bilürsin ki ber-mûcib-i ser-nüvişt
Kimi hûb olur söyleseñ kimi zişt
Anuñ görmeyüp hûbını bî-gümân
Adû görmez illâ ki ziştin hemân
Dehâna urup sen de mühr-i sükût
Gerekdür ki sa’y eyle behr-i sükût
Hamûş olmadan kimse görmez zarar
Velî söylemekden gelür her keder
Ko güftârı ekser zamân ol hamûş
Ne söylerler-ise anı eyle gûş
İşitdüklerüñ hıfz edüp lâ-yezâl
Sükût ihtiyâr eyle her mâh u sâl
Anuñ-çün dimişdür hudâvend-i hûş
Ki âdemde dil bir iki oldı gûş
Bu ma’nâ-y-içün kim sükût eyleye
Kelâm itse ikide bir söyleye
Zebânuñ tutup sen dahı müstemir
Dime bulduğuñ sözi ikide bir
(Özkan, Mustafa (hzl.) (1990). Cinânî, Cilâü’l-Kulûb (Giriş-İnceleme-Metin-Sözlük). İstanbul. İstanbul Üniversitesi. 237-238.)
Bedâyiü’l-âsâr’dan
Hikâyet: Erbâb-ı hikâyet-i acîbe ve ashâb-ı rivâyet-i garîbeden biri böyle rivâyet eyler ki: Evvel zamânda bir merd-i fakîr var idi ki fakr u fâkasında gâyet ve iflâs u ihtiyâcına nihâyet yogıdı. Gâyet-i fakrından İstanbulda işkenbe bişüren Arnavudlara yevmî üç akça ile deryâya işkenbe iletüp her gün yuyup pâk edüp getürürdi. Ol eline giren üç akçayı dahı fakr ile yerdi. Ve bi’l-cümle kerîm-nihâd hâlince lutfa mu’tâd bir derdmend-i bî-gezend idi. İttifâk bir gün yine gelüp işkenbe yumağa vardı. Kenârda mühmelât çoğ olmagın eteklerin beline sokup tumanını dizine sıgayup bir deriñce yere vardı. Nâ-gâh ayağına bir kütük tokındı. ‘Acabâ neyiki deyü eliyle yokladı. Gördi ki bir küçücek demürli sandukdur, yapışup haylîce ağır buldı. Bildi ki deryâya bâzergândan düşmiş hazîne sanduğıdur. Kesretden çıkaramayup birkaç taşla muhkem basdurdı. Andan gelüp bir gûşede turup ırakdan gözetdi turdı. Ahşamla yatsu mâ-beyninde gelüp çıkardı. O gece taşra bir dükkân öñinde yatdı. Sandûğı muhkem sakladı. ‘Ale’s-sabâh kapular açılduğı gibi içerü girüp odasına girdi. Tenhâ yerde kilidin kırup açdı. Gördi ki bir büyük hemyânla filûridür, bi’t-tamâm dörtbiñ altun çıkdı. Göñliyle mülâhaza etdi ki bu bir sâhibi nâ-ma’lûm mâldur. Bunı baña Hak te’âlâ lutf eyleyüp verdi, ‘ahd olsun ki bu günden bu akçayı ticâret edüp kesb ü kârla mukayyed olayın. Hak te’âlâ dahı vâfir verürse kudretüm yetdügi kadar sâhibi rûhıçün bir hayr-ı ‘azîm binâ edeyüm ve her yıl zekâtı ne olursa hesâb edüp fukarâya vereyin, bir akça zekâta hıyânet etmeyüp mümkin oldukça fâʾidesin dahı fukarâyla yeyeyin dedi. Hemân yine ol târîhde bir barçaya girüp Mısıra revâne oldı. Birkaç yıl Mısırda ticâret edüp filûriyi bi’t-tamâm sekizbiñ eyledi. Birkaç yıldan soñra İstanbula gelüp yıl başı olduğı gibi hesâbla zekâtını bir eksüksüz fukarâya taksîm ü tevzî’ eyleyüp bir habbesin alıkomazdı. İttifâk İstanbulda bir ‘azîm vebâ vâki’ oldı. Mezbûr bâzergânuñ yedi sekiz nefer hidmetkârları fevt olup hazînedârı vefât etdi. Yerine bir Rusiyyi’l-’asl acemi oğlan satun alup istihdâm eyledi. Egerçi dahı dil bilmezdi. Lâkin hazînesi sandûkını açup istedügi keseyi getürivermege kâdir idi. İttifâk bir gün iskelede gemi içinde otururken ahâlî-i sefîneden ba’zı esbâb aldı ve ol esbâbuñ akçasın vermek lâzım geldi. Ḫazînedârı olup Rusiyyi’l-’asl olan oğlana çağırup “var sanduğı aç, kese getür” deyü işâret eyledi. Oglan dahı varup sandûğı açdı ve içinde birkaç kesesi var idi ki ol kesede bi’t-tamâm beşyüz sikke filûri var idi. Ol keseyi alup efendisine getürürken kazâ-yı âsmânî ve belâ-yı nâ-gehânî erişüp oğlanuñ ayağı gemi kenârında bir direge râst geldi. Ayağı tayrınup yüzi üstine yıkılup düşdi. Bu darbla elinden kese fırlayup çıkdı, bir kerre deryâya düşüp batdı, gâʾib oldı. Bâzergânlar “hay meded niçe olsa” deyüp bir yere gelüp tedârüke başladılar. Ammâ ne çâre, mâl sâhibi dahı bir mikdâr bî-huzûr oldı. Âhir bâzergânlara “ben bu mâluñ zekâtını bir eksüksüz verüp tururum. Benüm i’tikâdum budur ki zâyi’ olmayup İnşaallâhu te’âlâ bulına” deyüp i’tikâdını dürüst tutdı. Oldukları gemide bir gavvâs aradılar ki deryâya batup keseyi araya. Bulınmadı, reʾîs dahı “müselmânlar hâzır oluñ taşra gitmeñ rûzgâr muvâfıkdur, hemân giderüz” deyüp demürleri koparmağa mübâşeret etdiler. Anı gördiler ki mağrib cânibinden bir mikdâr kara bulut zâhir oldı. reʾîs anı görüp gemi yoldaşlarına “birez teʾhîr edüñ görelüm niçe olur, mağrib tarafından görinen kara bulut hırlı nesneye beñzemez” deyince ‘âlem gitdükçe kararup ve rûzgâr pekledi. ‘Azîm furtına olup bir ‘azîm ıztırâb düşdi. Ṭaglar kadar mevcler gelür oldı. Rûzgârdan geminüñ altı çeng kılı gibi bir sadâ verdi. Bu üslûb üzre bi’t-tamâm yedi gün yedi gece furtına olup muhâlif esdi, aslâ kalkup gitmege mecâl olmadı. Yedinci gün Mısırdan bir barça gelüp hezâr belâ vü meşakkatle ol geminüñ yanında demür bırakdı. Deryânuñ bir tabancesin yemişler ki içinde olanlaruñ ‘akılları başlarından gitmiş. Ol iskeleye gelüp demür bırakduklarından soñra bir mikdâr anda yatdılar. Akılları başlarına güçle geldi. Allâhuñ hikmetiyle ol gemi gelüp iskeleye yanaşdukdan soñra havâ yap yap açılmağa başladı. Giderek deryâ sükûn üzre olup güneş toğdı. Ol gemi halkı bu gemi halkıyla muhtelit olup ıslanan esbâbların güneşe karşu serüp kurıtmağa başladılar. Ahâlî-i sefîne biri biriyle söyleşürek evvelki gemiden beşyüz filûri kese ile deryâya düşdügini söylediler ve ol gemide gavvâs bulınmadı deyince meger bu soñra gelen gemide bir bî-nazîr-i ‘âlem gavvâs varımış ki bir kimesne ol gavvâsı bilürmiş. Hemân dem akçası düşen bâzergâna “saña bir gavvâs bulıvereyüm” deyüp müjde eyledi. Ol dem gavvâsı da’vet edüp elli filûriye kavl eylediler. Gavvâs râzı olup ol gemiye gelüp kese nereye düşdigini sordı, bildi. Ol dem bismillâh deyüp soyındı ve getürüp kendüyi deryâya atdı. Birez zamândan soñra çıkup kese ağzında getürüp akça sâhibi gâyet ferh olup gavvâsa on altun dahı bağışladı. İki gemide olan bâzergânlar bir yere geldiler ve ol kimesneye Hakkuñ lutfını söyleşdiler. Gavvâs yoğiken yedi gün yedi gece furtına olup Hak te’âlânuñ emriyle gemiyi kaldurmayup Mısırdan gelen gemi ile gavvâs getürince muntazır oldugı mahza lutf-ı ilâhîdür deyüp ta’accüb etdiler. Akça sâhibi bunı işidüp “benüm mâlum yabana gitmedüginüñ bir sebeb-i kavîsi vardur”. “Nedür” dediler. “Her yıl cemî’-i mâlumuñ zekâtın verüp zimmetümde bir zerre bâkî komam. Cümlesin fukarâya üleşdürürem. Anuñçün Hak te’âlâ beni lutfına şâyeste vü sezâvâr gördi. Bunca yıldur ki dahı bir akçam zâyi’ olmamışdur” deyü cevâb verdi. Fi’l-vâki’ erbâb-ı gınâ ve ashâb-ı kuvvete lâyık budur ki aslâ zimmetde hakkullâhı, ki hakk-ı fukarâdur, komayup yıl başında zekâtı ne ederse hesâb edüp fukarâya taksîm ü tevzî’ eyleye. Bu bâbda zerre deñlü ihmâl ü imhâli câʾiz görmeyüp cehd ede. Hak te’âlâ hazreti ümmet-i atiyyetehü kelâm-ı kadîm ve furkân-ı kerîminde her nerede akîmu’s-salât deyü emr buyurmışlardur, ardınca ve âtu’z-zekât buyurmışdur. Zekât vermek bâğuñ asmasın budamak gibidür ki zâhiren keserler. Lâkin ma’nâda üzümüñ ziyâde olmasına bâ’is olurlar. Ne kadar ki mâluñ zekâtı verilse ziyâde olmasına sebebdür. Nazm:
Ol ki mâlından vere her yıl zekât
Zâyi’ olmakdan bulur mâlı necât
Vermeye ol ki zekât-ı mâlını
Zâyi’ eyler Hak anuñ emvâlini
Ṭâlib-i hayrâta besdür reh-nümûn
Len tenâlu’l-birre hattâ tünfikûn
Şâhid-i ‘âdil yeter el-hak hemîn
Ehl-i ihsâna yuhibbu’l-muhsinîn
(Ünlü, Osman (hzl.) (2009). Cinânî Bedâyiü’lâsâr. Harvard. Harvard University The Department of Nearn Eastern Languages and Civilizations. Part II. 304-307.)
İlişkili Maddeler
Eserlerinden Örnekler
Gazel
Behre-ver hod itmedüñ kand-i visâlüñden beni
Nâ-ümîd itmek neden seyr-i cemâlüñden beni
Tâb-ı farkından bilürken sîne-sûzân olduğın
Sâye-perver kılmaduñ nâzük-nihâlüñden beni
Cânı virdüm teşne-leb bir kerre sîr-âb itmedüñ
Çeşme-i la’-i leb-i şîrîn-makâlüñden beni
Öldürürseñ kaçmazam kanum helâl olsun saña
Sanma rû-gerdân olam tîğ-i celâlüñden beni
Yeg gelür bir gayruñ sürûrından Cinânî-veş baña
Kılmasun hâlî Hudâ hergiz melâlüñden beni
(Okuyucu, Cihan (hzl.) (1994). Cinânî (Hayatı-Eserleri-Divanının Tenkitli Metni). Ankara: TDK Yay. 603.)
Riyâzü’l-cinân’dan
Der Sebeb-i Rüsten-i in-Nihâl-i Nevreste ve Gülşen-i Elfâz u Ma’âni ve Bâ’is-i Şüküften-i in-şükûfehâ-yı Güldeste be-nesîm-i Ruh-efzâ-yı Cinânî
Bir gice kim nesr-i sipihr-âşiyân
Olmış idi çarh-ı felekden nihân
Ben elem-i dehr ile bîdâr idüm
Gam-zede-i çarh-ı sitem-kâr idüm
Sâkin idüm Bursada gam-hânede
Bûm-sıfat gûşe-i vîrânede
Anda ne yârân u ne feryâd-res
Pister ü bâlinüm idi hâr u has
Hâbdan olmadı gözüm behre-ver
Dikkat idüp hâlüme kıldum nazar
Gördüm anı ma’sıyet-i mâ-selef
Eyleyidür nakd-i vücûdum telef
Kâfiye-i ömr şitâbân olup
Azm-i sefer kılmada pûyân olup
Râhile-veş azm-i kenâr eylemiş
Merhale-i çihli güzâr eylemiş
Nısfı geçüp müddet-i ömrüñ hemîn
Mülk-i fenâ rihleti gelmiş yakîn
Ârız olup girye-i bî-ihtiyâr
İtdi o dem çeşmümi gevher-nisâr
Niyyet-i hâlisle inâbet kılup
Cürmüme cân ile nedâmet kılup
Âyine-i hâtıra geldi cilâ
Kalmadı kalbümde gam-ı mâsivâ
Tutmuş idüm gül gibi etrâfa gûş
Oldu serâyende nidâ-yı sürûş
Didi eyâ beste-i bend-i belâ
Niceye dek cânuña bu ibtilâ
Bende-sıfat hidmete âmâde ol
Bend-i agm u gussadan âzâde ol
Çünki seni eyledi ol bî-niyâz
Tûtî-i gûyâ-yı çemenzâr-ı râz
Ya’ni kılup şâ’ir-i şîrîn-kelâm
Husrev-i nazm itdi virüp intizâm
N’ola eger sen de idüp hidmeti
Fi’le getürseñ konılan kuvveti
Hâmeñi alsañ ele nakkâş-vâr
Safha-i dehr içre kosañ yâd-gâr
Nûş-ı edâ içre koyup nîş-i pend
Halkdan it nush ile def’-i gezend
Bir gün irüp emr-i Hudâvend-i pâk
Meskenüñi itse gerek zîr-i hâk
Çünki virüp hâtif-i gaybî beyân
Eyledi bu vech ile sevk-i kelâm
Dür gibi âvîze-i gûş eyledüm
Şevk ile deryâ gibi cûş eyledüm
Eylemedin tâ ki cihândan güzer
Safha-i dünyâda koyam bir eser
Nâtıka-i nefsüm idüp güft ü gû
Kıldı tereddüdle niçe cüst ü cû
Bir nice gün fikr ü hayâl eyledüm
Kur’a salup niyyet-i fâl eyledüm
Âkıbetü’l-emr kılup ictihâd
Sevk-i Hudâ ile idindüm murâd
Yâver olup hâme-i sihr-intisâb
Ben de diyem Ravza-sıfat bir kitâb
Peyrev-i üslûb-ı Nizâmî olam
Cur’a-keş-i meclis-i Câmi’ olam
Sûziş-i Husrevle yakam bir çerâğ
Rûşen ola anuñ ile bâğ u râğ
(Şarlı, Mahmut (1994). Cinani’nin Riyazu’l-Cinân’ı İnceleme-Metin. Doktora Tezi. Kayseri: Erciyes Üniversitesi. 38-43.)
Cilâu’l-kulûb’dan
Der Fevâyid-i Terk-i Kesret-i Kelâm ve Kıllet-i İhtitât-ı Enâm ve Avâyid-i Hâmûşî vü Sükût Der Meclis-i Havâs u Avâm
Sorarsañ nedür âlem içre safâ
Kılup uzleti çekmemekdür cefâ
İderseñ eğer halk-ile ihtilât
Müyesser değüldür sürûr u neşât
Olursın eğer söyleseñ bed-zebân
Sözüñ gûş iden ta’na eyle nihân
Eğer söylemezseñ kılup iltifât
Seni cümle ebkem sanur kâyinât
Yaranmaz mizâcına halkuñ tamâm
Dilüñden çekersin belâyı müdâm
Dimişler ki erbâb-ı fehm ü nazar
Sühan güfte sîmest ü nâ-güfte zer
Bilürsin ki ber-mûcib-i ser-nüvişt
Kimi hûb olur söyleseñ kimi zişt
Anuñ görmeyüp hûbını bî-gümân
Adû görmez illâ ki ziştin hemân
Dehâna urup sen de mühr-i sükût
Gerekdür ki sa’y eyle behr-i sükût
Hamûş olmadan kimse görmez zarar
Velî söylemekden gelür her keder
Ko güftârı ekser zamân ol hamûş
Ne söylerler-ise anı eyle gûş
İşitdüklerüñ hıfz edüp lâ-yezâl
Sükût ihtiyâr eyle her mâh u sâl
Anuñ-çün dimişdür hudâvend-i hûş
Ki âdemde dil bir iki oldı gûş
Bu ma’nâ-y-içün kim sükût eyleye
Kelâm itse ikide bir söyleye
Zebânuñ tutup sen dahı müstemir
Dime bulduğuñ sözi ikide bir
(Özkan, Mustafa (hzl.) (1990). Cinânî, Cilâü’l-Kulûb (Giriş-İnceleme-Metin-Sözlük). İstanbul. İstanbul Üniversitesi. 237-238.)
Bedâyiü’l-âsâr’dan
Hikâyet: Erbâb-ı hikâyet-i acîbe ve ashâb-ı rivâyet-i garîbeden biri böyle rivâyet eyler ki: Evvel zamânda bir merd-i fakîr var idi ki fakr u fâkasında gâyet ve iflâs u ihtiyâcına nihâyet yogıdı. Gâyet-i fakrından İstanbulda işkenbe bişüren Arnavudlara yevmî üç akça ile deryâya işkenbe iletüp her gün yuyup pâk edüp getürürdi. Ol eline giren üç akçayı dahı fakr ile yerdi. Ve bi’l-cümle kerîm-nihâd hâlince lutfa mu’tâd bir derdmend-i bî-gezend idi. İttifâk bir gün yine gelüp işkenbe yumağa vardı. Kenârda mühmelât çoğ olmagın eteklerin beline sokup tumanını dizine sıgayup bir deriñce yere vardı. Nâ-gâh ayağına bir kütük tokındı. ‘Acabâ neyiki deyü eliyle yokladı. Gördi ki bir küçücek demürli sandukdur, yapışup haylîce ağır buldı. Bildi ki deryâya bâzergândan düşmiş hazîne sanduğıdur. Kesretden çıkaramayup birkaç taşla muhkem basdurdı. Andan gelüp bir gûşede turup ırakdan gözetdi turdı. Ahşamla yatsu mâ-beyninde gelüp çıkardı. O gece taşra bir dükkân öñinde yatdı. Sandûğı muhkem sakladı. ‘Ale’s-sabâh kapular açılduğı gibi içerü girüp odasına girdi. Tenhâ yerde kilidin kırup açdı. Gördi ki bir büyük hemyânla filûridür, bi’t-tamâm dörtbiñ altun çıkdı. Göñliyle mülâhaza etdi ki bu bir sâhibi nâ-ma’lûm mâldur. Bunı baña Hak te’âlâ lutf eyleyüp verdi, ‘ahd olsun ki bu günden bu akçayı ticâret edüp kesb ü kârla mukayyed olayın. Hak te’âlâ dahı vâfir verürse kudretüm yetdügi kadar sâhibi rûhıçün bir hayr-ı ‘azîm binâ edeyüm ve her yıl zekâtı ne olursa hesâb edüp fukarâya vereyin, bir akça zekâta hıyânet etmeyüp mümkin oldukça fâʾidesin dahı fukarâyla yeyeyin dedi. Hemân yine ol târîhde bir barçaya girüp Mısıra revâne oldı. Birkaç yıl Mısırda ticâret edüp filûriyi bi’t-tamâm sekizbiñ eyledi. Birkaç yıldan soñra İstanbula gelüp yıl başı olduğı gibi hesâbla zekâtını bir eksüksüz fukarâya taksîm ü tevzî’ eyleyüp bir habbesin alıkomazdı. İttifâk İstanbulda bir ‘azîm vebâ vâki’ oldı. Mezbûr bâzergânuñ yedi sekiz nefer hidmetkârları fevt olup hazînedârı vefât etdi. Yerine bir Rusiyyi’l-’asl acemi oğlan satun alup istihdâm eyledi. Egerçi dahı dil bilmezdi. Lâkin hazînesi sandûkını açup istedügi keseyi getürivermege kâdir idi. İttifâk bir gün iskelede gemi içinde otururken ahâlî-i sefîneden ba’zı esbâb aldı ve ol esbâbuñ akçasın vermek lâzım geldi. Ḫazînedârı olup Rusiyyi’l-’asl olan oğlana çağırup “var sanduğı aç, kese getür” deyü işâret eyledi. Oglan dahı varup sandûğı açdı ve içinde birkaç kesesi var idi ki ol kesede bi’t-tamâm beşyüz sikke filûri var idi. Ol keseyi alup efendisine getürürken kazâ-yı âsmânî ve belâ-yı nâ-gehânî erişüp oğlanuñ ayağı gemi kenârında bir direge râst geldi. Ayağı tayrınup yüzi üstine yıkılup düşdi. Bu darbla elinden kese fırlayup çıkdı, bir kerre deryâya düşüp batdı, gâʾib oldı. Bâzergânlar “hay meded niçe olsa” deyüp bir yere gelüp tedârüke başladılar. Ammâ ne çâre, mâl sâhibi dahı bir mikdâr bî-huzûr oldı. Âhir bâzergânlara “ben bu mâluñ zekâtını bir eksüksüz verüp tururum. Benüm i’tikâdum budur ki zâyi’ olmayup İnşaallâhu te’âlâ bulına” deyüp i’tikâdını dürüst tutdı. Oldukları gemide bir gavvâs aradılar ki deryâya batup keseyi araya. Bulınmadı, reʾîs dahı “müselmânlar hâzır oluñ taşra gitmeñ rûzgâr muvâfıkdur, hemân giderüz” deyüp demürleri koparmağa mübâşeret etdiler. Anı gördiler ki mağrib cânibinden bir mikdâr kara bulut zâhir oldı. reʾîs anı görüp gemi yoldaşlarına “birez teʾhîr edüñ görelüm niçe olur, mağrib tarafından görinen kara bulut hırlı nesneye beñzemez” deyince ‘âlem gitdükçe kararup ve rûzgâr pekledi. ‘Azîm furtına olup bir ‘azîm ıztırâb düşdi. Ṭaglar kadar mevcler gelür oldı. Rûzgârdan geminüñ altı çeng kılı gibi bir sadâ verdi. Bu üslûb üzre bi’t-tamâm yedi gün yedi gece furtına olup muhâlif esdi, aslâ kalkup gitmege mecâl olmadı. Yedinci gün Mısırdan bir barça gelüp hezâr belâ vü meşakkatle ol geminüñ yanında demür bırakdı. Deryânuñ bir tabancesin yemişler ki içinde olanlaruñ ‘akılları başlarından gitmiş. Ol iskeleye gelüp demür bırakduklarından soñra bir mikdâr anda yatdılar. Akılları başlarına güçle geldi. Allâhuñ hikmetiyle ol gemi gelüp iskeleye yanaşdukdan soñra havâ yap yap açılmağa başladı. Giderek deryâ sükûn üzre olup güneş toğdı. Ol gemi halkı bu gemi halkıyla muhtelit olup ıslanan esbâbların güneşe karşu serüp kurıtmağa başladılar. Ahâlî-i sefîne biri biriyle söyleşürek evvelki gemiden beşyüz filûri kese ile deryâya düşdügini söylediler ve ol gemide gavvâs bulınmadı deyince meger bu soñra gelen gemide bir bî-nazîr-i ‘âlem gavvâs varımış ki bir kimesne ol gavvâsı bilürmiş. Hemân dem akçası düşen bâzergâna “saña bir gavvâs bulıvereyüm” deyüp müjde eyledi. Ol dem gavvâsı da’vet edüp elli filûriye kavl eylediler. Gavvâs râzı olup ol gemiye gelüp kese nereye düşdigini sordı, bildi. Ol dem bismillâh deyüp soyındı ve getürüp kendüyi deryâya atdı. Birez zamândan soñra çıkup kese ağzında getürüp akça sâhibi gâyet ferh olup gavvâsa on altun dahı bağışladı. İki gemide olan bâzergânlar bir yere geldiler ve ol kimesneye Hakkuñ lutfını söyleşdiler. Gavvâs yoğiken yedi gün yedi gece furtına olup Hak te’âlânuñ emriyle gemiyi kaldurmayup Mısırdan gelen gemi ile gavvâs getürince muntazır oldugı mahza lutf-ı ilâhîdür deyüp ta’accüb etdiler. Akça sâhibi bunı işidüp “benüm mâlum yabana gitmedüginüñ bir sebeb-i kavîsi vardur”. “Nedür” dediler. “Her yıl cemî’-i mâlumuñ zekâtın verüp zimmetümde bir zerre bâkî komam. Cümlesin fukarâya üleşdürürem. Anuñçün Hak te’âlâ beni lutfına şâyeste vü sezâvâr gördi. Bunca yıldur ki dahı bir akçam zâyi’ olmamışdur” deyü cevâb verdi. Fi’l-vâki’ erbâb-ı gınâ ve ashâb-ı kuvvete lâyık budur ki aslâ zimmetde hakkullâhı, ki hakk-ı fukarâdur, komayup yıl başında zekâtı ne ederse hesâb edüp fukarâya taksîm ü tevzî’ eyleye. Bu bâbda zerre deñlü ihmâl ü imhâli câʾiz görmeyüp cehd ede. Hak te’âlâ hazreti ümmet-i atiyyetehü kelâm-ı kadîm ve furkân-ı kerîminde her nerede akîmu’s-salât deyü emr buyurmışlardur, ardınca ve âtu’z-zekât buyurmışdur. Zekât vermek bâğuñ asmasın budamak gibidür ki zâhiren keserler. Lâkin ma’nâda üzümüñ ziyâde olmasına bâ’is olurlar. Ne kadar ki mâluñ zekâtı verilse ziyâde olmasına sebebdür. Nazm:
Ol ki mâlından vere her yıl zekât
Zâyi’ olmakdan bulur mâlı necât
Vermeye ol ki zekât-ı mâlını
Zâyi’ eyler Hak anuñ emvâlini
Ṭâlib-i hayrâta besdür reh-nümûn
Len tenâlu’l-birre hattâ tünfikûn
Şâhid-i ‘âdil yeter el-hak hemîn
Ehl-i ihsâna yuhibbu’l-muhsinîn
(Ünlü, Osman (hzl.) (2009). Cinânî Bedâyiü’lâsâr. Harvard. Harvard University The Department of Nearn Eastern Languages and Civilizations. Part II. 304-307.)
İlişkili Maddeler
Sn. | Madde Adı | D.Tarihi / Ö.Tarihi | Benzerlik | İncele |
---|---|---|---|---|
1 | ERSİN ÜNAL | d. 1973 - ö. ? | Doğum Yeri | Görüntüle |
2 | ŞEVKÎ, Çömez-zâde Mehmed Şevkî Efendi | d. ? - ö. 1688-89 | Doğum Yeri | Görüntüle |
3 | FEHMÎ, Ali Fehmî Efendi | d. ? - ö. 1617 | Doğum Yeri | Görüntüle |
4 | ERSİN ÜNAL | d. 1973 - ö. ? | Doğum Yılı | Görüntüle |
5 | ŞEVKÎ, Çömez-zâde Mehmed Şevkî Efendi | d. ? - ö. 1688-89 | Doğum Yılı | Görüntüle |
6 | FEHMÎ, Ali Fehmî Efendi | d. ? - ö. 1617 | Doğum Yılı | Görüntüle |
7 | ERSİN ÜNAL | d. 1973 - ö. ? | Ölüm Yılı | Görüntüle |
8 | ŞEVKÎ, Çömez-zâde Mehmed Şevkî Efendi | d. ? - ö. 1688-89 | Ölüm Yılı | Görüntüle |
9 | FEHMÎ, Ali Fehmî Efendi | d. ? - ö. 1617 | Ölüm Yılı | Görüntüle |
10 | ERSİN ÜNAL | d. 1973 - ö. ? | Meslek | Görüntüle |
11 | ŞEVKÎ, Çömez-zâde Mehmed Şevkî Efendi | d. ? - ö. 1688-89 | Meslek | Görüntüle |
12 | FEHMÎ, Ali Fehmî Efendi | d. ? - ö. 1617 | Meslek | Görüntüle |
13 | ERSİN ÜNAL | d. 1973 - ö. ? | Alan/Yüzyıl/Saha | Görüntüle |
14 | ŞEVKÎ, Çömez-zâde Mehmed Şevkî Efendi | d. ? - ö. 1688-89 | Alan/Yüzyıl/Saha | Görüntüle |
15 | FEHMÎ, Ali Fehmî Efendi | d. ? - ö. 1617 | Alan/Yüzyıl/Saha | Görüntüle |
16 | ERSİN ÜNAL | d. 1973 - ö. ? | Madde Adı | Görüntüle |
17 | ŞEVKÎ, Çömez-zâde Mehmed Şevkî Efendi | d. ? - ö. 1688-89 | Madde Adı | Görüntüle |
18 | FEHMÎ, Ali Fehmî Efendi | d. ? - ö. 1617 | Madde Adı | Görüntüle |