Madde Detay
FÂ'İZÎ, Kâf-zâde Fâ'izî, Abdülhay
(d. 998/1589 - ö. ?/?)
Divan şairi
(Divan/Yazılı Edebiyat / 17. Yüzyıl / Anadolu-Osmanlı-Türkiye)
ISBN: 978-9944-237-86-4
XVII. yüzyılın tanınmış, asil bir ailesine mensup olan Kaf-zâde Fâ'izî’nin asıl adı Abülhay'dır. Fâ'izî hem ana tarafından hem de baba tarafından âlim ve fâzıl bir ailenin evladıdır. Bu yönüne mevcut bütün kaynaklar dikkat çekerler. Babası da Kaf-zâde lakabıyla anılan âlim, şair ve kazasker Feyzullah Efendi'dir. Onun babası Kaf Ahmed Efendi, onun babası Mustafa Efendi, onun babası Mehmed Efendi, onun babası Nasrullah Efendi, onun babası da Bolulu İshak Efendidir. “Kaf-zâde” lakabı dedesi “Kaf Ahmed Efendi” den gelmektedir. Bazı kaynaklarda baba ve oğul aynı lakapla anıldığından dolayı birbiriyle karıştırıldıkları vakidir. Mesela, Kâdıhân’a fihrist yazan Kaf-zâde Feyzullah Efendi iken yanlışlıkla bu eser Kaf-zâde Fa'izî’ye nisbet edilmiştir.
Fâ'izî annesi tarafından Şeyhulislam Ebussuud Efendi’nin torunudur. Annesinin babası Ebussuud Efendi'nin damadı Şeyhulislam Malul-zâde Mehmed Efendi'dir. Bu zatın soyu ve kişiliği Fâ'izî’nin hayatı ve şiirlerine etkisi bakımından önemelidir. İleride görülebileceği üzre şiirde işlediği bazı konulara açıklık getirebilmek maksadıyla Malul-zâde Mehmed Efendi’yi iyi tanımak, Fâ'izî hakkında yanlış kanaate varmamak için lüzumludur. Devhatü’l-Meşâyih’te bu zat hakkında âlim bir zat olduğu söylenir. Burada Malûl-zâde Mehmed Efendi’nin “seyyid” liğine vurgu yapıldığı açıkça görülür. Fâ'izî annesini babası tarafından seyyiddir ve şiirlerinde yer yer bu konuya işaret edilmiştir.
Fâ'izî’nin doğum yeri İstanbul’dur. Doğum tarihiyle ilgili biyografik kaynaklarda ihtilaf görülmektedir. Bazı kaynaklar Fâ'izî’nin doğum tarihi olarak 980/ 1572 yılını gösterirken bazı kaynaklar da 998/ 1589 yılına işaret ederler. Fâ'izî’yi tanımak için onun en yakın arkadaşı ve can dostu aynı zamanda Fâ'izî’yi yakından tanıyan; edebiyat tarihimizin biyografik kaynaklarından bir eserin müellifi ve hamse ve divanı sahibi olan Nev'î-zâde Atâyî ile olan ilişkilerine dikkatle bakmak uygun olacaktır.
Fâizî, Atâyî’ye Selanik’ten yazdığı mektubunda söz konusu dostluklarını bilhassa belirten ifadelere yer verir. Atâyî-Fâizî dostluğu çocukluk ve ilk tahsil dönemlerine denk gelir ve bu dostluk bir aile dostluğudur. Atâyî’nin ilk ders hocası Arapça ve tefsirî iyi bilen Fâizî’nin babası Kaf-zâde Feyzullah Efendidir. Muhtemelen dostlukları öğrencilik yıllarında başlamış ve ölene kadar da devam etmiştir. Fâ'izî’nin ani ölümü üzerine de Atâyî iki ayrı tarih manzumesi yazar ve ayrıca Fâ'izî’nin kaynatasına taziyenâme gönderir. Atâyî, Fâ'izî’ye olan aile dostluğunu ve yakın arkadaşlığını, onun vefatının arkasından ifadelere yer verir.
Atâyî’nin Fâ'izî hakkındaki bilgileri aktarma malumatlar olmayıp birbiriyle yakından tanışan iki arkadaştan birinin öbürü hakkında aktardığı samimi arkadaş bilgileridir. Bu sebeple Fâ'izî’nin doğum tarihi ve eserleriyle ilgili ihtilaflı bilgilerin hallinde Atâyî’nin verdiği malumatı doğru kabul etmek uygun olsa gerektir. Fâ'izî 980/ 1572’de doğmuştur diyen kaynaklar bu bilgileri Mehmed Süreyyâ’nın Sicill-i Osmânî’sinde verdiği tarihe dayandırmışlardır. Agâh Sırrı Levend, Fâ'izî’nin doğum tarihini araştırmış ve mevcut bilgiler ışığında tartışmıştır. “Türk Edebiyatında Leylâ ve Mecnun Yazan Şairler” adlı eserinde, Fâ'izî 998/ 1589 da doğmuştur diyen A. Sırrı Levend; “Arap, Fars ve Türk Kaynaklarında Leyla ve Mecnun Hikâyeleri” adlı eserinde bu tarihi tekrarlamış ve parantez içinde bu bilgileri Sicill-i Osmâni’den aldığı kaydını düşmüştür. A.Sırrı Levend, Türk Edebiyatı Tarihi'nde Fâ'izî’nin doğum tarihi ile ilgili ihtilafı etraflıca tartışır ve şu bilgileri verir: “… Yalnız Sicill-i Osmânî 980/ 1572 diye kaydeder. Fâ'izî’nin (1013/ 1605)’te mülâzım olduğu kaydedildiğine göre 998/ 1589’da doğmuş olsa o tarihte 15 yaşında olması gerekir. Kaynaklarda geçen Fâizîler arasında ikisi kadıdır. Ancak bunlardan birinin doğumu 1025, ötekinin de 1030 olduğu için ikisi de gösterilen tarihte Kanije’de ve Halep’te bulunamaz. Kadılık eden başka Fâ'izî’de bulunmadığından adı geçen Fâ'izî’yi bizim Fâ'izî olarak kabul etmek zorundayız. Böyle olduğuna göre Fâ'izî’nin doğumu Sicil’de gösterildiği gibi 980/ 1572 olması doğru görünür.” A. Sırrı Levend Gazâvât-nâmeler adlı eserinde Hasenât-ı Hasan adlı eserin müellifi olan Fâizî kimdir? 1010’da Tiryâki Hasan paşa ile Kanije’de bulunan Fâizî, Kaf-zâde midir? Kaf-zâde’den bahseden eski kaynaklar, onun 998’de doğduğunu kaydederler ki bu takdirde Fâ'izî Kanije savunması sırasında 12 yaşında olması gerekir. Yalnız Sicil’de doğum tarihi 980 olarak gösterir. Eğer bu kayıt doğru ise Kaf-zâde bu tarihte 30 yaşında bulunuyor demektir ve Hasan Paşa ile birlikte (Kanije) savunmasında bulunmuş olması mümkündür.” der. Fâ'izî’nin Kanije savşında bulunduğu ve bu savunma hakkında Hasenât-ı Hasan adlı bir eser yazdığı bilgisini Namık Kemal verir. Namık Kemal Kanije adlı eserini Fâizî’ye ait olduğunu ifade ettiği bu esere dayandırmıştır. Bu malumat Namık Kemal’in Kanije adlı eserinden başka hiçbir kaynakta yer almamaktadır. Namık Kemal de bu bilgiyi hiçbir kaynağa dayandırmamaktadır. Esasen Namık Kemal de Fâizî’nin 1572’de doğmuş olduğundan emin değildir. Ancak elimizde bir nüshasının bulunmadığı, kaynaklarda herhangi bir kaydına rastlanılmayan Kanije savunmasını anlatan Haseneât-ı Hasan adlı ve Fâizî’nin olduğu söylenen eserden dolayı, N. Kemal Fâizî’nin doğumunun 1572’de olmasını uygun görmüştür. Tiryâki Hasan Paşa’nın Kanije savunmasını anlatan Gazavât-ı Tiryâkî Hasan Paşa adlı bir anonim halk hikayesi vardır. Bu eserin lisanı son derece sadedir. Roman kahramanı gibi tasvir edilen Hasan Paşa eserde yüceltilmiştir. Bazı kaynaklar bu eser ile Hasenât-ı Hasan adlı eseri karıştırmışlar ve anonim halk hikayesi olan “Gazavât-ı Tiryâki Hasan paşa”yı Fâizî’ye ait sanmışlardır. Bu bilgiler doğru değildir. Fâizî 1572’de doğmuştur diyenler daha çok Hasenât-ı Hasan eserini yazdığını söylenen Fâ'izî’nin yaşını uygun düşürmek için bu tarihi kabul etmişlerdir. Fâ'izî’nin böyle bir eserini olduğunu söyleyen ve kendisinin bu eseri sadeleştirdiğini söyleyen Namık Kemal de bu tarihten şüphelidir. Bu tarihler muğlak ve müphemdir. Şairin hayatı ve eserleri ile Namık Kemal’in Fâ'izî’ye ait olduğunu kaydettiği Hasenât-ı Hasan adlı eserin varlığı bilgisi örtüşmemektedir. Fâizî divanında Tiryaki Hasan Paşa hakkında söylenmiş hiçbir manzume bulunmaması da dikkat çekicidir. Namık Kemal’in Kanije’yi kendisine dayandırdığı kişi Naimâ’dır. Nâimâ Kanije savunmasını ayrıntılı olarak nakletmiştir, ancak Fâ'izî’nin bu savaşta bulunduğunda dair herhangi bir malumatı Naîmâ da zikretmemektedir. Bu bilgiler ışığında Kaf-zâde Fâ'izÎ’ye atfedilen Hasenât-ı Hasan adlı bir eserin varlığı şüphelidir. Namık Kemal’in bahsettiği Fâ'izî, Kanije eserini kendisine atfettiği Kaf-zâde Fâ'izî olmasa gerektir. Kaf-zâde Fâ'izî’nin 998/ 1598’de doğmuş olması ihtimaline göre 1600 yılında meydana gelen Kanije savaşı sırasında 12 yaşında olan şairin böyle bir eseri yazması mümkün değildir. Tetkik edilen biyografik kaynakların hemen hepsi Fâ'izî’nin doğum tarihi olarak 998 / 1589 olduğunda müttefiktir. Babinger, Fâ'izî’nin doğum tarihi olarak 998’i gösterdiği halde bir sonraki sayfada Namık Kemal’in Kanije isimli eserini Fâ'izî’nin Hasenât-ı Hasan adlı eserinden yararlanarak yazdığını söylemekle bu tarihte henüz 12 yaşında olan çocuk yaştaki bir kişinin böyle bir eseri olduğunu kabul etmiş oluyor.
Fâ'izî’nin yakın arkadaşı, aile dostu Nevî-zâde Atâyî ile olan ilişkileri; birbirlerini iyi tanıdıkları, hayatı ile ilgili doğru bilgileri alim ve şair Atâyî’nin verebilmesi mümkündür Atâyî, Fâ'izî’nin doğum tarihi 998/ 1589 olarak veriri. Fâ'izî’yi yakından tanıyan bir alim ve şair olarak Atâyî’nin vediği bilgilerin daha doğru olduğunu kabul ediyor ve kaynakların irdelenmesi sonucu Kaf-zâde Fâ'izî’nin doğum tarihi olarak 998/ 1589 yılını kabul etmek uygun görülmektedir.
Fâ'izî küçük yaşta babasından ilim tahsiline başlamış sonra çağının önemli bilginlerinden devrindeki usûle uygun olarak ders almış, aklî ve naklî ilimlerde yetişmiştir. Hem baba hem de anne tarafından kültürlü bir aileye mensup olan şairin eğitim süreci hızlı olmuş çok genç denilecek yaşta eğitim kademelerini tamamlamıştır. Mehmed Muhibbî, şairin genç yaşta, delikanlılığında yüksek seviyeli bir kişilik gösterdiğini söyler. 1013/ 1604’te Sultan I. Ahmed’in “muallim-i şehriyârî” veya “muallim-i makâm” sıfatlarıyla anılan hocası Aydınlı Ahmed Efendi'den mülazim oldu. Bu tarihte Fâ'izî’nin yaşı henüz 15’tir. Bir müddet hocasını yanında yardımcı olarak bulunduktan sonra 1016 Zilkâdesinde/ 1607 Şubat kendisine Zaîfî-zâde yerine Beşiktaş’ta Sinan Paşa Medresesi müderrisliği teklif edilmiş, fakat Fâ'izî bu teklifi kabul etmemiştir. Bunu üzerine Ekmekçi-zâde Ahmed Paşa’nın yaptırdığı medreseye tayin edildi. 1019/ 1610 senesinin Cemaziyevvelinde / Temmuz) Gevher Han Sultan Medresesi'ne nakledilmiştir. 1022/M 1613 Ramazanında (Ekim) Tâc Efendi yerine Semâniye Medreselerinden birine terfi ettirilmiştir. 1024 Rebiülevveli / 1615 Mart'ında Ebussuud Mehmed Efendi'nin yerine Üsküdar’da Valide Sultan Medresesi'ne nakledildi. Aynı senenin Zilkadesinde (aralık) Süleymaniye Medresesi Müderrisliğine getirilen Fâ'izî burda görevine devam etti. Fâizî ilmiye rütbelerinde hızla yükseldi. 1606 yılında başlayan müderrislik hayatını 1616’da zirveye çıkarmayı başardı ve döneminde en yüksek eğitim kurumu olan Süleymaniye Medresesi Müderrisliğine 9 sene gibi kısa bir sürede ulaştı. 1027/1618 Zilhiccesi'nde (aralık) Selanik kadılığına atanmış ve böylece ilmiye sınıfından kadılık-idarecilik sınıfına geçti. Agâh Sırrı Levend, Fâ'izî’nin 1029/1607’de Halep’te ayaklanan Canbolatoğlu Ali Paşa üzerine gönderilen Sadrazam Kuyucu Murad Paşa’nın ordusunda kadılık yaptığını kaydetmektedir. Halbûki 1607 yılında Fâ'izî ilk müderrisliğe başlamıştır ve kadılığı müderrisliğinden sonradır. Fâizî 1029/ 1619’da Şam kadılığına nakledildi. Yeni vazife yerine gitmek üzere İstanbul’a geldiği zaman bu görevin Nevâli-zâde Sadi Efendi’ye verildiğini öğrendi ve bir müddet mazul kaldı. 1030/ 1620’de Midilli kazası kendisine “arpalık” olarak verildi. Fakat hükümdar Genç Osman Han Leh seferine giderken arpalıkları kaldırdığı için Fâ'izî bu ihsana nail olamamıştır. Üç ay sonra da bu arpalık Şems-zâde Çelebiye verildi. 1031/ 1622 Receb’inde Genç Osman’ın tahttan indirilmesi ve şehit edilmesi hadisesi esnasında Fâizî diğer önde gelen alimlerle beraber sarayda bulunmaktadır. Genç Osman vakasına bizzat şahit olan Fâizî’nin, asi askerlerin Sultan Mustafa’ya biat ettirmek için kılıç zoruna başvurmaları üzerine kokusundan safrası patlamıştır. Fâ'izî bu olaydan birkaç gün sonra da 33 yaşında iken vefat etmiştir. Dahil-i surda anne tarafından dedesi Malûl-zâde Mehmed Efendi mektebi sahasına, babasını mezarı yanına yola bakacak şekilde defnedilmiştir. Nevi-zâde Atayî, Fâizî’nin ölümüne iki tarih manzumesi düşürdü. Manzumelerin tarih beyti şöyle:
Târîh-i Vefât-ı Kaf-zâde
Sûz u virdile Atâyî didi târhin anun / “Okun Abdülhây Efendi cânı içün Fâtiha”
Diğer tarih manzumesinin tarih beyti ise
Hâtif-i kaddes ana lafzen ü manâ târih / “Didi göçdi bin otuz bir recebi Abdühay”
şeklindedir. Atâyî sevgili arkadaşı can dostu Fâ'izî’nin ölümüne çok üzülmüş tarih manzumelerinden başka Fâ'izî’nin kaynatası Hüseyin Efendi’ye de bir taziye-nâme yazmıştır. Bu mektubunda Atâyî üzüntüsünden gözyaşı döktüğünü, insan yüreğinin bu acıya tahammül edemeyeceğini, kalpler demirden bile olsa dayanamayıp eriyeceğini ifade eder. “Dirîgâ ki nihâl-i nevres” cihandan kaybolup gitti diyen Atâyî, bu ölüme sadece kendisinin değil bütün kadir bilirkişilerin üzüldüğünü ama herkesten fazla kendisinin üzüldüğünü belirtir ve merhuma hayır dualarını beyan eder.
Fâ'izî’nin ölüm tahinin 1031/ 1622 olduğunda biyografik kaynaklar müttefiktir. Keşfü’z-Zünun’un Mısır baskısında Fâ'izî’nin vefatı 1031 tarihi olarakl gösterilse de İstanbul baskısında sehven 1032 olarak dizilmiştir. Şerafettin Yaltkaya baskısında ise bu yanlışlık düzeltilmiştir. Mehmed Muhibbî, Hülâsatü’l-Eser’de vefat tarihini 1032 olarak kaydetmiştir. Ayrıca Gibb Osmanlı Şiir Tarihi’nde 1032 yılını gösterir. Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı Sözlüğü’nde de 1032 /1623 tarihi verilmiştir. Meydan Larousse Ansiklopedisi’nde aynı sayfada iki ayrı Fâ'izî anlatılmış, birinde vefat tarihi 1531 olarak gösterilirken hemen altındakinde vefat tarihi 1621 olarak gösterilmiştir. İ. Alaaddin Gövsa da bu tarihi 1631 olarak verirken, Şemseddin Sami şairin 1021’de vefat ettiğini belirtir. Fâizî’nin ölüm tarihi olarak 1031/ 1622 dışındakiler doğru değildir. Fâ'izî’nin 33 yaşında öldüğü bazı kaynaklarda belirtilirken, bazı kaynaklar kaç yaşında öldüğünü belirtmezler. Atâyî Fâ'izî’den bahsederken “nihâl-i nevres” in fani dünyadan geçtiğini söyleyerek onun genç yaşta öldüğüne dikkat çekmiştir. Fâ'izî’nin genç yaşta öldüğüne başka bir delil de şairin tamamlayamadığı v yarım bıraktığı eserleridir. Selanik’te yazmaya başladığını kendisinin ifade ettiği 1618 Leyla vü Mecnûn mesnevisi yarım kalmıştır. Ayrıca Fâ'izî Divanında yarım kalmış bir kaside görülmektedir. Fâ'izî Selanik kadısı olduğunda Nergîsî ona naib tayin edildi. Fâ'izî’nin bu beklenmedik ölümü üzerine onun yakınlarından şâir ve münş nergîsî bu lakadan dolayı eski amiri Fâ'izî hakkında 67 beyitlik bir mersiye kaleme aldı. Bu mersiyede Fâizî’nin beklenmedik ölümüne işaretler vardır.
Ben ümîd eyler iken tehniyet-i ikbâlin / Dehri gör mersiye-gûy itdi dil-i nâlânı
Toymadı gitti yazık hân-ı şebâba gerçi / Der meyân itmiş idi nimet-i bî-pâyânı
Dehrden alımadı kâm u ömürden behre / Hak murâdâtını ukbâda müheyyâ itsün
Koymadı seyrine gülzâr-ı cihânun bâri / Gülşen-i dil-keş-i firdevsi temâşâ itsün
Bu deliller ışığında şairin 33 yaşında öldüğünü kabul etmek doğru olacaktır. Fâizî’nin 33 yaşında ölmüş olması onun doğum tarihiyle ilgili tartışmalara bir açılklık getirmektedir. Namık Kemal’in Kanije adlı eserini dayandırdığı Fâizî Kaf-zâde Fâîzî değildir; onun Hasenât-ı Hasan isminde bir eserdi de yoktur. Fâizî divanında Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hakkında medhiyeler ve mersiyelere yer vermesi bununla beraber Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’a şiir yazmaması şairin şiiliğe veya bektaşiliğe mensup olduğunu düşündürmektedir. Fâizî yazdığı kasidede kendisinin seyidliğine işaret eden beyitlere yer vermiştir. Divanındaki beyitlerden anlaşıldığı üzere Fâizî, Hz. Ali soyundan, seyyid ve alevî meşreb bir şairdir. Fâizî’nin yaşadığı çağlar göz önüne alınınca aynı dönemde sünni şairler tarafından da Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ve Kerbela olayı hakkında pek çok şiirler yazılmıştır. Bu yüzden bu tür şiirlere bakarak Fâizî’nin alevîliğine hükmetmek doğru olmasa gerektir. Bu tür etkiler daha çok tarikat etkileri olarak kabul edilebilir. Fâizî ömrünün sonuna doğru “Celvetî” tarikatına intisab etmiştir. Kendisinden feyz aldığı şeyhi meşhur mutasavvıf Aziz Mahmud Hüdâyîdir. Leyla vü Mecnûn mesnevisinde Aziz Mahmud Hüdâyî hakkında 61 beyitlik uzun bir övgü şiiri yazmıştır. Fâizî’nin Sadrazam Ali Paşa’ya ve Şeyhülislam Mehmed Efendi’ye mektuplar yazdığını kaynaklar naklediyor. Genç Osman’ın danışmanları arasında yer alan şair erken ölümüyle etrafındaki insanları derin bir üzüntüye sevk etmiştir.
Kaf-zâde genç yaşında ölmesine rağmen bu kısa ömrüne birçok eserler sığdırmıştır. Elimizde daha çok şairliğini gösteren manzum eserleri vardır. Fakat kaynaklarda şaire ait münşeat örneklerinden söz edilmekte, nesir yönünün kuvvetli olduğu belirtilmektedir. Fâizî’nin nesir örneği olarak elimizde üç mektubu vardır.
Fâizî’nin elimizde bulunan eserleri dört adettir: 1. Divan, 2. Zübtetü’l-Eşâr, 3. Leylâ vü Mecnun, 4. Sâkînâme
1.Divan: Fâizî’nin en önemli iki eserinden birisi divanıdır, diğeri de tezkiresidir. Divanda 1naat, Hz. Ali için 2 methiye, Hz. Hasan için 1 methiye, Hz. Hüseyin için 1 mersiye, 1 münacat, Sultan II. Osman için 1, Sultan I. Ahmed için 1, Şeyhülislam Yahya için 3, Vezîr-i Azam Ali Paşa için 2, Vezîr-i Azam Dilaver Paşa için 1, kime sunulduğu tespit edilemeyen ve divanda “Kasîde-i nâ-tamam” başlığı ile verilen 1 kaside, Şeyhülislam Mehmed Efendi için 1 kaside olmak üzere 16 kaside vardır. Kasidelerden sonra 156 adet gazel bulunur. Gazellerden sonra 22 kıta, 6 rubâi, 92 matla beyti yer alır.
2.Zübtetü’l-Eşâr: Fâizî’nin asıl şöhreti kısaca “Zübde” adıyla anılan bu tezkiresi sebebiyledir. Klasik tezkirelere benzemeyen bu eser bir antoloji mahiyetindedir. Fâizî’nin bu eseri antolojik mahiyetli tezkirecilikte ilk örnektir. Sâlim tezkiresinde Fâizî hakkında “Cûybâr-ı belâgatın râfii mahdûm-ı âlî-kadr Kaf-zâde Fâizî gibi…” denilerek Faizî’nin tezkireciliği övülür. Bu eser 1621 yılında tamamlanmıştır. Atâyî eser hakkında şu değerlendirmeyi yapar: “Merhûmun disâr-ı hâsü’l-hâs âsârındandır ki Zübtetü’l-Eşâr cem etmişdir. Her şâirin bütün divânını ve mecmû-ı mesneviyâtını görüp vâsıl-ı nisâb-ı belâgat eylemişdir. Hakkâ ki münakkah mecmuadır. Arabî ve Fârisî devâvini dahi tetebbu eyleyüp intihâb itmiş idi. Beyaza çekmeden defter-i ömri tamâm oldı.”
Eserde XV. yüzyıl ortalarına kadar yaşamış 14’ü kadın olmak üzere 514 şair alfabe sırasına göre kaydedilmiştir. Eserde alışılmış tezkirelerde olduğu gibi şairler hakkında fazla bilgi verilmez, daha çok şiirlerinden örnekler sunulur. Şairlerin bazısının adını yanında memleketi veya mesleği de zikredilmiş, müretteb divanı varsa belirtilmiştir. Fâizî esere aldığı şairlerden çoğunun ölüm tarihlerini vermeğe özen göstermiştir. Bazları için ise ölüm tarihi hakkında tarih mısraı yazmıştır. “Bu beyt anundur”, “bu eşâr anundur”, “mecmua-i eşârındandur”, “müretteb divanı görülüp intihâb olındı” gibi ifadelerle bir beyitten 250 beyite kadar değişen sayılarda şiir örnekleri verir. Fâizî şiir seçme işinde beğendiği şairlere, dostlarına ve kendisi gibi ilmiyye sınıfından olanlara daha fazla yer veriri. Nihâlî Cafer çelebi’den 2 beyit; Latîfî ve Nefî’den 3 beyit; Fuzûlî’den 98 beyit örneği sunarken dostu Nâdirî’den 181 beyit; Nevî’den 215 beyit; yakın arkadaşı Atâyî’den 227 beyit ve Necâtî Bey’den 246 beyit örneği vermiştir. Seçile şiirler Fâizî’nin zevk ve sanatı için bir gösterge niteliğindedir. Şairler hakkında fazla bigi vermeyen bu tezkire türünün ilk örneği olması dışında başka bir özelliği bulunmadığı görülür. Zübdetü’l-Eşâr’a daha sonraları zeyiller yazılmış, bu eser takip edilen bir çığır açmıştır. İlk zeyil Seyrek-zâde Mehmed Âsım’ın (?-1086/ 1675) yazdığı Zeyl-i Zübdetü’l-Eşâr' dır. İkinci zeyil eseri ise İsmail Belîğ’in (1079/1669- 1142/1729) Nuhbetü’l-Âsâr li-Zeyl-i Zübdetü’l-Eşâr’dır. Bunlardan başka A. Sırrı Levend’in sözünü ettiği Vişne-zâde İzzetî Mehmed’in yazdığı bir zeyli vardır. Yümnî Mahmed Salih’in Yümnî Tezkiresi de Fâizî’nin tezkiresine zeyl olarak yazılmıştır. Silahtar-zâde Mehmed Emin’in Silahdar Tezkiresi de Fâizî tezkiresini örnek almıştır.
3.Leylâ vü Mecnun: Fâizî bu eserini Selânik’te iken yazmağa başladığını (1618) Atâyî’ye yazdığı mektubundan anlıyoruz. Şair mesnevisini tamamlayamadan ölmüştür. Eser 1136 beyittir. “Âgâz-ı Dâstân” adlı asıl bölüm 253 beyit tutarındadır. Eser, tevhid, münacaat, nat, miraciye, çâr-yâr-ı güzîn ve Mahmud Efendi’ye övgüden sonra “Sebeb-i Telif, II. Osman’a övgü” ile devam eder. Bundan sonra 168 beyitlik “Sâkî-nâme” yer alır. Bunun ardından da “Âgâz-ı Destân” başlığıyla Leylâ vü Mecnûn hikayesine başlanır.
Ser-levha nigâr-ı safha-i gam / Şirâze-keş-i kitâb-ı mâtem
Kim râbıta-bend-i müddeâdur / Târîh-nüvîs-i ibtidâdur
Leylâ vü Mecnûn’un baş tarafında Çırağan, Göksu, Akbaba gibi İstanbul’un semtlerine ait tasvirler görülür. Sâlim Tezkiresi'nde (s. 714) Fâizî’nin yarım kalan bu eserin şair Seyyid Vehbî (ö. 1149/ 1736) tarafından tamamladığını yazar ve 9 beyit örnek verir. Bursalı Tahir de Eslâf’da bu bilgiyi tekrar eder. Ancak bu güne kadar Seyyid Vehbî’nin böyle bir eserine tesadüf edilmemiştir. Ayrıca Eslâf’ta Fâizî’nin eserleri sayılırken Leylâ vü Mecnûn adlı eserinin olduğuna dair bir kayıt yoktur. Eser mefûlü/ mefâilün/ faûlün vezniyle yazılmıştır.
4.Sâkînâme: Kaf-zâde Fâizî’ye ait 168 beyitlik küçük bir mesnevidir. Eser Leylâ vü Mecnun mesnevisinin içinde yer alır. İçki ve içki meclisinin övgüsü yapılır. Şarap, meyhâne, kadeh, sürahi vb. içki malzemeleri ve içki muhiti hakkında tasvirler, medhiyeler sakinameleri meydana getiren unsurlardır. Terkîb-i bend nazım biçimiyle yazılmıştır. Hasenât-ı Hasan adlı eserin Fâizî’ye ait olmadığı yukarıda açıklanmıştı. Fâizî’den bahseden Şakâyık, Fezleke gibi biyografik eserler ve Riyâzî, Rızâ, Âsım, Beliğ gibi tezkirerlerden hiçbiri Fâizî’nin Kanije’de bulunduğundan bahsetmezler. Fâizî’nin Hasenât-ı Hasan isminde bir eseri yoktur.
Kaynakça
Abdülkadiroğlu, Abdülkerim (hzl.) (1985). İsmail Beliğ, Nuhbetü’l-âsâr Li-zeyl-i Zübdetü’l-Eşâr. Ankara.
Altınsu, Abdulkadir (1972). Osmanlı Şeyhulislamları. Ankara: Ayyıldız Matbaası.
Atâyî (1268/1851). Hadâikü’l-hakâik fì-tekmiletü’ş-şakâik. C.1. İstanbul. 660-661.
Atâyì. Münşeat. İ.Ü. Kütüphanesi Nr. T. 4097. vr. 29b.
Ayan, Hüseyin (1984). Tezkireler. Erzurum: Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat Fak. Yay.
Babinger, F. (1992). Osmalı Tarih Yazarları ve Eserleri. Mersin.
Banarlı, Nihat Sami (1971). Resimli Türk Edebiyatı Ansiklopedisi. İstanbul: MEB Yay.
Bursalı M. Tahir (1333). Osmanlı Müellifleri. İstanbul: Matbaa-ı Amire.
Faik Reşat. Eslâf. İstanbul: Tercüman 1001 Temel Eser Yay.
Fâ'izì. Divan Mecmuası. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi. R. 1978. vr. 576.
Fatih Camileri ve Diğer Tarihi Eserler. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.
Gibb. E. J. W (1965). A History of Ottoman Poetry III. London.
Gövsa, İ. Alaeddin. Resimli Yeni Lügat ve Ansiklopedisi. 1947-1954. İstanbul: İskit Yay.
İpekten, Halûk, Mustafa
İsen, Recep Toparlı, Naci Okçu ve Turgut Karabey (1988). Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı
İsimler Sözlüğü. Ankara: KTB Yay.
İpekten, Haluk (1986). Şuara Tezkireleri. Erzurum: Atatürk Üniversitesi Yay.
İsen, Mustafa (1993). Acıyı Bal Eylemek. Ankara: Akçağ Yay.
İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Yazma Divanlar Kataloğu (1959). İstanbul: MEB Yay.
Kaf-zâde Faizî: Leyla vü Mecnûn. Nuruosmaniye Ktp. Nr. 5959. vr. 65a.
Katip Çelebi (neşredenler Şerafettin Yaltkaya, Kilisli Rıfat Bilge) (1971). Keşf al-Zünûn. İstanbul: MEB Yay.
Katip Çelebi. Fezleke. İstanbul: Ceride-i Havadis Matbaası.
Levend, A. Sırrı (1956). Gazavatnâmeler. Ankara: TTK Yay.
Levend, A. Sırrı (1957). Türk Edebiyatında Leyla ve Mecnun Yazan Şairler. Ankara: TDK Yay.
Levend, A. Sırrı (1959). Arap, Fars ve Türk Kaynaklarında Leyla ve Mecnun Hikâyeleri. Ankara: Türkiye İş Bankası Yay.
Levend, A. Sırrı (1984). Türk Edebiyatı Tarihi. C.1 Giriş. Ankara: TTK Yay.
Mehmed Muhibbi (nşr. Mustafa Vehbi)(1284). Hulâsatü’l-Eser fi-ayâni’l-hâdi-aşer. Kahire.
Mehmed Süreyya (1307). Sicill-i Osmânî. İstanbul: Matbaa-ı Amire.
Meydan Larousse Ansiklopedisi. C. 6. İstanbul: Meydan Gazetecilik ve Neşriyat Limited Şirketi.
Müstakim-zâde S. Sadettin. Mecelletü’n-Nisâb. İstanbul: Süleymaniye Ktb. Halet Efendi Blm. Nr. 628.
Nâimâ. (1967). Tarih. İstanbul: Zuhuri Danışman Yayınevi. 285-292.
Namık Kemal (1993). Kanije. İstanbul: Sebil Yay.
Nüzhet, Ergun, S. (1936). Türk Şairleri. C. III. İstanbul: Suhulet Kütüphanesi. 1429-1430.
Pertsch, W. (1889). Verzeichniss der Türkischen Handschriften, Die handschriften-Verzeichnisse der Königlichen Bibliothek zu Berlin, Bd IV.Berlin.
Rıfat Ahmed b. İsmail. Devhatü’l-Meşâyih Maazeyl. Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Reşit Bey Nr. 56.
Rıza (1316). Tezkire. İstanbul: İkdam Matbaası.
Riyâzî. Tezkìre. Nuruosmaniye Kütüphanesi. Nr. 3724.
Sâlim Tezkiresi. Hamidiye Kütüphanesi (Murad Molla). Nr. 1063.
TDK Kütüphanesi. Fotokopi. Nr. 37/2.
Tuman, Nail. Tuhfe-i Nâilì. Milli Kütüphane Yz. B. 611. Ankara.
Türk Ansiklopedisi (1971). C. 21. Ankara: MEB Yay.
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi (1979). C. 3. İstanbul: Dergah Yay.
Uzunçarşılı, İ. Hakkı (1988). Osmanlı Devleti’nde İlmiye Teşkilatı. Ankara: TTK. Yay.
Madde Yazım Bilgileri
Yazar: DR. ÖĞR. ÜYESİ HALİL İBRAHİM OKATANYayın Tarihi: 29.10.2014Güncelleme Tarihi: 09.12.2020Eserlerinden Örnekler
Şitâiyye Der-Menkıbet-i Hz. Hasan bin Aliyy-i Velî Radıya'llâhu Teâlâ Anhu
Pür itdi berfile rûy-ı hevâyı eber-i şitâ
Görindi sipâh-ı sipeh-bûd-ı sermâ
O şehre döndi ki rîk-i revân ide vîrân
Getürdi berfi sürüp gülşen üzre bâd-ı şitâ
Fezâ-yı bâgı gören şehr-i şâm zann eyler
Ki serd-i berfile olmış minâre-i beyzâ
Konıldı rîşe-i sebz üzre şâne-i sîmîn
Kenâr-ı servde yah pâreler degil peydâ
Basınca sahne-i dey bezm-i bâgı yah sanma
Şikeste şîşe ile toldı meclis-i gabrâ
Mecâli yokdur ayak basmaga gülistâne
Pür itdi sahn-ı çemen-zârı hurde-i mînâ
O şâh-râhe dönüpdür ki pâdişâh geçe
Pür oldı tûde-i berfile reh-güzâr-ı fezâ
Yem-i çemende yine rîkler zuhûr itdi
Meger ki cezrini gösterdi lücce-i hazrâ
Sovuklayup ayagı tondı gül-zârun
Ânunçün eylemez geşt gülşen-i sahrâ
Bu demde şîr-i garîn döndi şîr-i berfîne
Olınca üstine bârende berf ser tâ pâ
Konardı her kişi kâşânesinde olmasa ger
Misâl-i şem-i fürûzande sâgar-ı sahbâ
Kenâr-ı bâm-ı sipihr üzre tondı yah-pâre
Gören ufukda ãanur ânı gurre-i garrâ
Yah üzre vaz olınan kûze-veş sipihr-i berîn
Nücûmdan n’ola eylerse katreler peydâ
Atıldı penbe gibi kûh kış kıyâmetdür
Gören sanur savurur berfi sarsar-ı sermâ
Ne gam fenâya varup âlem olsa kış tûfân
Bize sefîne-i Nûh-ı necâtdur mevâ
Nedür sefîne-i Nûh-ı necât dirsem eger
Velâyı sîne-tırâz-ı cenâb-ı âl-i abâ
Ale’l-huãûã mihi sıbt-ı Hazret-i Nebevî
Emân-ı fine-i ümmet salâh-ı ehl-i şekâ
Fürûg-ı bâsıra-pîrâ-yı nergis-i mâ-zâg
Cemâl-i çehre-i dîn nûr-ı cebhe-i takvâ
Muhammed-âyed ü Mûsâ-kabes Mesîh-nefes
Halîl-fıtrat ü İdrîs-fehm ü Hızr-likâ
Emîn-i hılye-i peygamberî imâm Hasan
K’odur şehâbet-i ceddiyle menkıbet-pîrâ
O püşt ü pâ-zen-i evreng-i mülk-i hân kim
Gedâ-yı himmetidür sad Sikender ü Dârâ
Cebîn-küşâde-i himmet ki bakmadı hergiz
Şu denlü arz idegördi metâını dünyâ
Şemîm-i lutfı muattar kon-ı dimâg-ı ümîd
Nesîm-i hulkı çemen-tâze-dâr-ı bâg-ı recâ
Zemîn-i bisât-ı cemâlinde bir gubâr-ı hakîr
Felek simât-ı nevâlinde terre-i hazrâ
Zebân-ı nâdire-sâzı kilîd-i genc-i murâd
Beyân-ı nükte-tırâzı beşâret-i uzmâ
Sipihr kande bulurdı bu denli dâireyi
Derinden itmese deryûze-i nevâl ü atâ
Olursa zerre-i nâ-çîz lutfına mazhar
Eser-dehende ola hemçü encüm-i zehrâ
Aceb degildür eger nîrû-yı celâlinden
Bulursa kuvvet-i âhen-rübâyı kâh-rübâ
Aceb mi semm-i muvakkat disem adâvetine
Çeker belâsını elbette hasm-ı rûz-i cezâ
Gidüp tılâsı nühası görünmese yer yer
Olurdı taşt-ı kamer hân-ı himmetine sezâ
Sehâda pençe-i hurşîddür kef-i desti
Misâl-i berf virürse aceb mi sîme fenâ
Sevâd-ı mâh-ı münevver zer üzre anberdür
Sipihr-i micmere gerdân-ı bezmidür gûyâ
Mesîh-menkıbetâ Fâizî’ye rahmeyle
O mürde-i gamı Âzer-misâl kıl ihyâ
Bu kâlbüd virüp elbette hükm-i bâtılını
Tabîat oldı bana muktezâ-yı nefs-i hevâ
Mezâkum anlamaz oldı halâvet-i fikri
Mizâcum eyledi muhtel hevâ-ı hırs u şekâ
Nühüfte derlerün senden ey bilür o tabîb
Uzatma kıssasını ey bî-mecâl gam-fersâ
Niteki penbede yâkût u lal-i nâbe döne
Miyân-ı berefde yah-beste cüa-i sahbâ
Revâne ravzana ãad-kârbân-ı medh ü dürûd
Ki ola bârları gevher-i rızâ-yı Hudâ
Gazel
Penbe-i dâgın ki ol şûh-ı semen-ber tâzeler
Eski derdin âşık-ı hûnîn-cigerler tâzeler
Âbda aks-i nihâl-i verd-i kâfûrî degül
Cûyda pîrâhenin bir şûh-ı dilber tâzler
Hâbden kalkup yüzin yur şâhid-i gül nâzile
Subh destârın çözer bir gonce-i tâzeler
Şîşe-i güldür hayâl-i ârızunla çeşm-i ter
Âbını gâhî gam-ı hicr-i sitem-ger tâzeler
Fâizî mazûr tut senden gürîzân olsa yâr
Pend-i pîrânı bilürsin dinlemezler tâzeler
mefûlü/ fâilâtü/ mefâîlü/ fâilün
Pâkîze dillere kanı bir hâl-i inbisât
Gerd-i kederle toptolıdur bu kühen bisât
Evvel gelenlerün nicedür hâli bilmezüz
Dünyâya biz hele geleli görmedük neşât
Vardur müferrehinde sipihrün gubâr-ı gam
Lâyık budur ki âkıl ide andan ihtiyât
Dâyim safâda olsun o diller ki dâyimâ
Deryâ-misâl ider biribiriyle ihtilât
Bu hâkdân-ı tîrede cûy ile bahdur
Var ise iki saf-derûn k’eyler ihtilât
Âmed-şüd-i erâzile ey döydi Fâizî
Çokdan harâb ola dir idüm bu kühen ribât
Gazel
Atarsın seng-i cevri kalbe vîrân olamsun dirsin
Urursın mülk-i dil kâkile yeksân olmasun dirsin
Virürsin gamze-i mestün eline işveden hançer
Arasında yine ışkk ehlinün kân olmasun dirsin
Çıkup küesîye vâiz men idersin bâdeden halkı
Elinde kimsenün câm-ı dırahşân olmasun dirsin
Bozarsın sille-i bâdile agzın goncenün ey çerh
Bu gül-zâr-ı fenâda kimse handân olmasun dirsin
Halâs ümmîdin idersin Fâizî ser-geştelikden sen
Meger bu günbed-i gerdûnda gerdân olmasun dirsin
(Süleymaniye Ktb. (Fatih Ktb.) Nr. 3888; İst. Üni. Ktb. Ty. Nr. 1845; Üniv. Ktb 6 Ty. 5556; Süleymaniye Ktb. (Hüsrev Paşa Ktb.) Nr. 552.)
Leylâ vü Mecnun
Girye ile geçerdi vakt-i ekser
Bir gevher için dökerdi gevher
Bir yirde işitse nazargâh
Buluedı ziyâret ile dil-hâh
Dervişlere iderdi ihsân
Her tekyeye gönderir idi kurbân
Ammâ ne bilürdi ki gerdiş-i devr
Bu vazı iderdi bahâne-i cevr
Ben bildigüm ol ki yok bu kâre
Teslîm-i rızâdan özge çâre
İrişdi nesîm-i rûh-perver
Açdı çemende bir gül-i ter
Nevreste gül-i nihâl-pervâ
Areste bâg-ı cennet-ârâ
Mâh-ı nev âsumân-ı ikbâl
Ammâ ki havf-ı gamla bir hâl
***
Ebrûsı meh-i nev muharrem
Yani hilâl-i şehr-i mâtem
Hâl-i leb-i lali dâg-ı firkat
Gîsû-yı siyâhı şâm-ı şerbet
Şükrâne-i talat perî-zad
Hep itdi nökerlerini âzâd
***
Ânunla iderdi azm-i mekteb
Çok gördün hûb-ı sîb-i gabgab
Nevreslerile pür idi mekteb
Gonce idi güli o gülşenün heb
Döşmişidi o mekteb âsâna
Etfâl içinde ihtirâna
Dendânı ki dürr-i bî-bedeldür
Kırâtile satsa ger mahaldür
Ebrûsı hatâ ider Yemânedür
Dâyim kurılı turur kemânedür
***
Bîçâre iki cüvân-ı nev-kâr
Duruguna olmamış giriftâr
Bir böyle belâya oldılar dûş
Işk elinde bî-mecâl-i med-hûş
Bildikleri iş degil bu işler
Bunun gibi hâli görmemişler
İkisi de zâr-ı mübtelâlar
Bâzâr-ı belâda bî-nevâlar
Gâm çekmede her birisi Vâmık
Maşûk egerçi lîk âşık
İkisi de bir marazla bîmâr
İkisi de bir belâya zâr
Ol demde ki ışk dâm kurdı
Bir taşla iki murg urdı
Biri birine rakîb idiler
Hem haste vü hem tabîb idiler
Tenhâlıga bir bahâne ile
Eylerler idi hezâr hîle
Söyletmege Kays âl iderdi
Leylî’ye sebak suâl iderdi
Kays’a sorup itmege tekellüm
Leylâ da iderdi levh-ı güm
Bir nice zaman ol iki med-hûş
Evkât geçürdi hurrem ü hûş
Biri birine celîs-i mahrem
Biri birine enîs-i hemdem
Kalkup aralarından hicâb-ı nâmûs
Pîş ü pes hâl oldı mahsûs
Lal-i lebi itmese tekellüm
Eylerdi kirişmeler tebessüm
Ol gizlese sînede tâbın
Pinhân idemez bu âfitâbın
Ol saklasa dilde ıztırâbın
Bu gizleyemedi pîç ü tâbın
(Leylû vü Mecnûn, Nuruosmaniye Ktb. 4959/37.)
Sâki ko tegâfül-i gurûrı
Kıl tesliye cân-ı nâ-sabûrı
Îsî gibi ehl-i derde yâr ol
Merhem-zen-i sîne-fikâr ol
Ey gülbün-i nâz sekeş olma
Erbâb-ı niyâza âteş olma
Dil şûle-i ışka müşt-i hasdür
Besdür bu kadar itâb besdür
Sun destüme câmın ergavânı
İstignânun da var zamânı
Tîg-i gam-ı dehr geçdi câne
Süat kıl o dârû-yı dîvâne
Sihrâb misâl kalmasun cân
Pür-hasret arzû-yı dern-mân
Sâkî gele ey bahâr-ı ümmîd
Ey revnak-ı rûzigâr-ı ümmîd
Genc-i tarâbun zekâtı yok mı
Bir cüraya lutfun çok mı
Hâhişger-i lutfa rûy durma
Muhtâcun isek de h˘ïr görme
Ehl-i kereme niyâz yokdur
Hâtem-menîşânda niyâz yokdur
Dil rîş ü fikârdur bilürsin
Cân haste vü zârdur bilürsin
İrmezse eger nevâle senden
Yani bir iki billûr senden
Ol mey ki cihâne sala pertev
Gevher-gede ola âleme cev
Ol mey ki firîb-kâr-ı gamdur
Şûr-efken-i rûzigâr-ı gamdur
Ol mey ki tılâ-ger-i cinândur
Âzîne-i bend-i dükân-ı cândur
Ol mey ki ãalursa âteşe tâb
Devrin ide neyyir-i cihân-tâb
Ol mey ki derûn kılsa pür-lem
Her mûy bedenle ol bir şem
Terâbile ol âbile dehânum
Kim gamla dehâna geldi cânum
Sâkî kanı ol şarâb-ı rûşen
Meşşâta-i rûh-ı gâzi-i ten
Ol bâde ki itse fitne-sâzı
Lâzım bile çerh-i dûn niyâzı
Ol bâde ki ãalsa şûr u gavga
Gerdûn ile âciz mudârâ
Ol bâde ki andan içse bir dem
Nâz ide neşâta ehl-i mâtem
Ol bâde ki olsa cüra-hurî
Mecnûna düşe ümîd-vârî
Ol bâde ki cevher-i ferâhdur
Ol bâde ki rûh-ı müstalahdur
Bezm ehlin o meyle neşve-dâr it
Gülşenüne şavkı rûh-zâr it
Sâkî kanı ol piyâl-i hâs
Lâ-havl-i riyâ vü hırz-ı ihlâs
Ol câm ki itse reşha-sâzı
Sad-hırka-i zerk ola namâzı
Ol câm ki içse bir riyâkâr
İhlâs ola evvelîn âsâr
Ol câm ki içse şeyh-i sâlûs
Hengâm-ı riyâya diye efsûs
Ol câm ki olsa aks-endûz
Sengün biline dilindeki râz
Ol câm ki içse ânı fi’l-hâl
Müstagni-i nâtık ola lâl
Ol sâgar-ı âteşîni gezdür
Ol micmer-i âteşînî gezdür
Sâkî turacak zamân degildür
Ahvâl-i cihân ıyân degildür
(Sâkînâme, İst. Üniv. Ktb. T. 469/5.)
İlişkili Maddeler
Yayın Tarihi: 29.10.2014Güncelleme Tarihi: 09.12.2020Eserlerinden Örnekler
Şitâiyye Der-Menkıbet-i Hz. Hasan bin Aliyy-i Velî Radıya'llâhu Teâlâ Anhu
Pür itdi berfile rûy-ı hevâyı eber-i şitâ
Görindi sipâh-ı sipeh-bûd-ı sermâ
O şehre döndi ki rîk-i revân ide vîrân
Getürdi berfi sürüp gülşen üzre bâd-ı şitâ
Fezâ-yı bâgı gören şehr-i şâm zann eyler
Ki serd-i berfile olmış minâre-i beyzâ
Konıldı rîşe-i sebz üzre şâne-i sîmîn
Kenâr-ı servde yah pâreler degil peydâ
Basınca sahne-i dey bezm-i bâgı yah sanma
Şikeste şîşe ile toldı meclis-i gabrâ
Mecâli yokdur ayak basmaga gülistâne
Pür itdi sahn-ı çemen-zârı hurde-i mînâ
O şâh-râhe dönüpdür ki pâdişâh geçe
Pür oldı tûde-i berfile reh-güzâr-ı fezâ
Yem-i çemende yine rîkler zuhûr itdi
Meger ki cezrini gösterdi lücce-i hazrâ
Sovuklayup ayagı tondı gül-zârun
Ânunçün eylemez geşt gülşen-i sahrâ
Bu demde şîr-i garîn döndi şîr-i berfîne
Olınca üstine bârende berf ser tâ pâ
Konardı her kişi kâşânesinde olmasa ger
Misâl-i şem-i fürûzande sâgar-ı sahbâ
Kenâr-ı bâm-ı sipihr üzre tondı yah-pâre
Gören ufukda ãanur ânı gurre-i garrâ
Yah üzre vaz olınan kûze-veş sipihr-i berîn
Nücûmdan n’ola eylerse katreler peydâ
Atıldı penbe gibi kûh kış kıyâmetdür
Gören sanur savurur berfi sarsar-ı sermâ
Ne gam fenâya varup âlem olsa kış tûfân
Bize sefîne-i Nûh-ı necâtdur mevâ
Nedür sefîne-i Nûh-ı necât dirsem eger
Velâyı sîne-tırâz-ı cenâb-ı âl-i abâ
Ale’l-huãûã mihi sıbt-ı Hazret-i Nebevî
Emân-ı fine-i ümmet salâh-ı ehl-i şekâ
Fürûg-ı bâsıra-pîrâ-yı nergis-i mâ-zâg
Cemâl-i çehre-i dîn nûr-ı cebhe-i takvâ
Muhammed-âyed ü Mûsâ-kabes Mesîh-nefes
Halîl-fıtrat ü İdrîs-fehm ü Hızr-likâ
Emîn-i hılye-i peygamberî imâm Hasan
K’odur şehâbet-i ceddiyle menkıbet-pîrâ
O püşt ü pâ-zen-i evreng-i mülk-i hân kim
Gedâ-yı himmetidür sad Sikender ü Dârâ
Cebîn-küşâde-i himmet ki bakmadı hergiz
Şu denlü arz idegördi metâını dünyâ
Şemîm-i lutfı muattar kon-ı dimâg-ı ümîd
Nesîm-i hulkı çemen-tâze-dâr-ı bâg-ı recâ
Zemîn-i bisât-ı cemâlinde bir gubâr-ı hakîr
Felek simât-ı nevâlinde terre-i hazrâ
Zebân-ı nâdire-sâzı kilîd-i genc-i murâd
Beyân-ı nükte-tırâzı beşâret-i uzmâ
Sipihr kande bulurdı bu denli dâireyi
Derinden itmese deryûze-i nevâl ü atâ
Olursa zerre-i nâ-çîz lutfına mazhar
Eser-dehende ola hemçü encüm-i zehrâ
Aceb degildür eger nîrû-yı celâlinden
Bulursa kuvvet-i âhen-rübâyı kâh-rübâ
Aceb mi semm-i muvakkat disem adâvetine
Çeker belâsını elbette hasm-ı rûz-i cezâ
Gidüp tılâsı nühası görünmese yer yer
Olurdı taşt-ı kamer hân-ı himmetine sezâ
Sehâda pençe-i hurşîddür kef-i desti
Misâl-i berf virürse aceb mi sîme fenâ
Sevâd-ı mâh-ı münevver zer üzre anberdür
Sipihr-i micmere gerdân-ı bezmidür gûyâ
Mesîh-menkıbetâ Fâizî’ye rahmeyle
O mürde-i gamı Âzer-misâl kıl ihyâ
Bu kâlbüd virüp elbette hükm-i bâtılını
Tabîat oldı bana muktezâ-yı nefs-i hevâ
Mezâkum anlamaz oldı halâvet-i fikri
Mizâcum eyledi muhtel hevâ-ı hırs u şekâ
Nühüfte derlerün senden ey bilür o tabîb
Uzatma kıssasını ey bî-mecâl gam-fersâ
Niteki penbede yâkût u lal-i nâbe döne
Miyân-ı berefde yah-beste cüa-i sahbâ
Revâne ravzana ãad-kârbân-ı medh ü dürûd
Ki ola bârları gevher-i rızâ-yı Hudâ
Gazel
Penbe-i dâgın ki ol şûh-ı semen-ber tâzeler
Eski derdin âşık-ı hûnîn-cigerler tâzeler
Âbda aks-i nihâl-i verd-i kâfûrî degül
Cûyda pîrâhenin bir şûh-ı dilber tâzler
Hâbden kalkup yüzin yur şâhid-i gül nâzile
Subh destârın çözer bir gonce-i tâzeler
Şîşe-i güldür hayâl-i ârızunla çeşm-i ter
Âbını gâhî gam-ı hicr-i sitem-ger tâzeler
Fâizî mazûr tut senden gürîzân olsa yâr
Pend-i pîrânı bilürsin dinlemezler tâzeler
mefûlü/ fâilâtü/ mefâîlü/ fâilün
Pâkîze dillere kanı bir hâl-i inbisât
Gerd-i kederle toptolıdur bu kühen bisât
Evvel gelenlerün nicedür hâli bilmezüz
Dünyâya biz hele geleli görmedük neşât
Vardur müferrehinde sipihrün gubâr-ı gam
Lâyık budur ki âkıl ide andan ihtiyât
Dâyim safâda olsun o diller ki dâyimâ
Deryâ-misâl ider biribiriyle ihtilât
Bu hâkdân-ı tîrede cûy ile bahdur
Var ise iki saf-derûn k’eyler ihtilât
Âmed-şüd-i erâzile ey döydi Fâizî
Çokdan harâb ola dir idüm bu kühen ribât
Gazel
Atarsın seng-i cevri kalbe vîrân olamsun dirsin
Urursın mülk-i dil kâkile yeksân olmasun dirsin
Virürsin gamze-i mestün eline işveden hançer
Arasında yine ışkk ehlinün kân olmasun dirsin
Çıkup küesîye vâiz men idersin bâdeden halkı
Elinde kimsenün câm-ı dırahşân olmasun dirsin
Bozarsın sille-i bâdile agzın goncenün ey çerh
Bu gül-zâr-ı fenâda kimse handân olmasun dirsin
Halâs ümmîdin idersin Fâizî ser-geştelikden sen
Meger bu günbed-i gerdûnda gerdân olmasun dirsin
(Süleymaniye Ktb. (Fatih Ktb.) Nr. 3888; İst. Üni. Ktb. Ty. Nr. 1845; Üniv. Ktb 6 Ty. 5556; Süleymaniye Ktb. (Hüsrev Paşa Ktb.) Nr. 552.)
Leylâ vü Mecnun
Girye ile geçerdi vakt-i ekser
Bir gevher için dökerdi gevher
Bir yirde işitse nazargâh
Buluedı ziyâret ile dil-hâh
Dervişlere iderdi ihsân
Her tekyeye gönderir idi kurbân
Ammâ ne bilürdi ki gerdiş-i devr
Bu vazı iderdi bahâne-i cevr
Ben bildigüm ol ki yok bu kâre
Teslîm-i rızâdan özge çâre
İrişdi nesîm-i rûh-perver
Açdı çemende bir gül-i ter
Nevreste gül-i nihâl-pervâ
Areste bâg-ı cennet-ârâ
Mâh-ı nev âsumân-ı ikbâl
Ammâ ki havf-ı gamla bir hâl
***
Ebrûsı meh-i nev muharrem
Yani hilâl-i şehr-i mâtem
Hâl-i leb-i lali dâg-ı firkat
Gîsû-yı siyâhı şâm-ı şerbet
Şükrâne-i talat perî-zad
Hep itdi nökerlerini âzâd
***
Ânunla iderdi azm-i mekteb
Çok gördün hûb-ı sîb-i gabgab
Nevreslerile pür idi mekteb
Gonce idi güli o gülşenün heb
Döşmişidi o mekteb âsâna
Etfâl içinde ihtirâna
Dendânı ki dürr-i bî-bedeldür
Kırâtile satsa ger mahaldür
Ebrûsı hatâ ider Yemânedür
Dâyim kurılı turur kemânedür
***
Bîçâre iki cüvân-ı nev-kâr
Duruguna olmamış giriftâr
Bir böyle belâya oldılar dûş
Işk elinde bî-mecâl-i med-hûş
Bildikleri iş degil bu işler
Bunun gibi hâli görmemişler
İkisi de zâr-ı mübtelâlar
Bâzâr-ı belâda bî-nevâlar
Gâm çekmede her birisi Vâmık
Maşûk egerçi lîk âşık
İkisi de bir marazla bîmâr
İkisi de bir belâya zâr
Ol demde ki ışk dâm kurdı
Bir taşla iki murg urdı
Biri birine rakîb idiler
Hem haste vü hem tabîb idiler
Tenhâlıga bir bahâne ile
Eylerler idi hezâr hîle
Söyletmege Kays âl iderdi
Leylî’ye sebak suâl iderdi
Kays’a sorup itmege tekellüm
Leylâ da iderdi levh-ı güm
Bir nice zaman ol iki med-hûş
Evkât geçürdi hurrem ü hûş
Biri birine celîs-i mahrem
Biri birine enîs-i hemdem
Kalkup aralarından hicâb-ı nâmûs
Pîş ü pes hâl oldı mahsûs
Lal-i lebi itmese tekellüm
Eylerdi kirişmeler tebessüm
Ol gizlese sînede tâbın
Pinhân idemez bu âfitâbın
Ol saklasa dilde ıztırâbın
Bu gizleyemedi pîç ü tâbın
(Leylû vü Mecnûn, Nuruosmaniye Ktb. 4959/37.)
Sâki ko tegâfül-i gurûrı
Kıl tesliye cân-ı nâ-sabûrı
Îsî gibi ehl-i derde yâr ol
Merhem-zen-i sîne-fikâr ol
Ey gülbün-i nâz sekeş olma
Erbâb-ı niyâza âteş olma
Dil şûle-i ışka müşt-i hasdür
Besdür bu kadar itâb besdür
Sun destüme câmın ergavânı
İstignânun da var zamânı
Tîg-i gam-ı dehr geçdi câne
Süat kıl o dârû-yı dîvâne
Sihrâb misâl kalmasun cân
Pür-hasret arzû-yı dern-mân
Sâkî gele ey bahâr-ı ümmîd
Ey revnak-ı rûzigâr-ı ümmîd
Genc-i tarâbun zekâtı yok mı
Bir cüraya lutfun çok mı
Hâhişger-i lutfa rûy durma
Muhtâcun isek de h˘ïr görme
Ehl-i kereme niyâz yokdur
Hâtem-menîşânda niyâz yokdur
Dil rîş ü fikârdur bilürsin
Cân haste vü zârdur bilürsin
İrmezse eger nevâle senden
Yani bir iki billûr senden
Ol mey ki cihâne sala pertev
Gevher-gede ola âleme cev
Ol mey ki firîb-kâr-ı gamdur
Şûr-efken-i rûzigâr-ı gamdur
Ol mey ki tılâ-ger-i cinândur
Âzîne-i bend-i dükân-ı cândur
Ol mey ki ãalursa âteşe tâb
Devrin ide neyyir-i cihân-tâb
Ol mey ki derûn kılsa pür-lem
Her mûy bedenle ol bir şem
Terâbile ol âbile dehânum
Kim gamla dehâna geldi cânum
Sâkî kanı ol şarâb-ı rûşen
Meşşâta-i rûh-ı gâzi-i ten
Ol bâde ki itse fitne-sâzı
Lâzım bile çerh-i dûn niyâzı
Ol bâde ki ãalsa şûr u gavga
Gerdûn ile âciz mudârâ
Ol bâde ki andan içse bir dem
Nâz ide neşâta ehl-i mâtem
Ol bâde ki olsa cüra-hurî
Mecnûna düşe ümîd-vârî
Ol bâde ki cevher-i ferâhdur
Ol bâde ki rûh-ı müstalahdur
Bezm ehlin o meyle neşve-dâr it
Gülşenüne şavkı rûh-zâr it
Sâkî kanı ol piyâl-i hâs
Lâ-havl-i riyâ vü hırz-ı ihlâs
Ol câm ki itse reşha-sâzı
Sad-hırka-i zerk ola namâzı
Ol câm ki içse bir riyâkâr
İhlâs ola evvelîn âsâr
Ol câm ki içse şeyh-i sâlûs
Hengâm-ı riyâya diye efsûs
Ol câm ki olsa aks-endûz
Sengün biline dilindeki râz
Ol câm ki içse ânı fi’l-hâl
Müstagni-i nâtık ola lâl
Ol sâgar-ı âteşîni gezdür
Ol micmer-i âteşînî gezdür
Sâkî turacak zamân degildür
Ahvâl-i cihân ıyân degildür
(Sâkînâme, İst. Üniv. Ktb. T. 469/5.)
İlişkili Maddeler
Güncelleme Tarihi: 09.12.2020Eserlerinden Örnekler
Şitâiyye Der-Menkıbet-i Hz. Hasan bin Aliyy-i Velî Radıya'llâhu Teâlâ Anhu
Pür itdi berfile rûy-ı hevâyı eber-i şitâ
Görindi sipâh-ı sipeh-bûd-ı sermâ
O şehre döndi ki rîk-i revân ide vîrân
Getürdi berfi sürüp gülşen üzre bâd-ı şitâ
Fezâ-yı bâgı gören şehr-i şâm zann eyler
Ki serd-i berfile olmış minâre-i beyzâ
Konıldı rîşe-i sebz üzre şâne-i sîmîn
Kenâr-ı servde yah pâreler degil peydâ
Basınca sahne-i dey bezm-i bâgı yah sanma
Şikeste şîşe ile toldı meclis-i gabrâ
Mecâli yokdur ayak basmaga gülistâne
Pür itdi sahn-ı çemen-zârı hurde-i mînâ
O şâh-râhe dönüpdür ki pâdişâh geçe
Pür oldı tûde-i berfile reh-güzâr-ı fezâ
Yem-i çemende yine rîkler zuhûr itdi
Meger ki cezrini gösterdi lücce-i hazrâ
Sovuklayup ayagı tondı gül-zârun
Ânunçün eylemez geşt gülşen-i sahrâ
Bu demde şîr-i garîn döndi şîr-i berfîne
Olınca üstine bârende berf ser tâ pâ
Konardı her kişi kâşânesinde olmasa ger
Misâl-i şem-i fürûzande sâgar-ı sahbâ
Kenâr-ı bâm-ı sipihr üzre tondı yah-pâre
Gören ufukda ãanur ânı gurre-i garrâ
Yah üzre vaz olınan kûze-veş sipihr-i berîn
Nücûmdan n’ola eylerse katreler peydâ
Atıldı penbe gibi kûh kış kıyâmetdür
Gören sanur savurur berfi sarsar-ı sermâ
Ne gam fenâya varup âlem olsa kış tûfân
Bize sefîne-i Nûh-ı necâtdur mevâ
Nedür sefîne-i Nûh-ı necât dirsem eger
Velâyı sîne-tırâz-ı cenâb-ı âl-i abâ
Ale’l-huãûã mihi sıbt-ı Hazret-i Nebevî
Emân-ı fine-i ümmet salâh-ı ehl-i şekâ
Fürûg-ı bâsıra-pîrâ-yı nergis-i mâ-zâg
Cemâl-i çehre-i dîn nûr-ı cebhe-i takvâ
Muhammed-âyed ü Mûsâ-kabes Mesîh-nefes
Halîl-fıtrat ü İdrîs-fehm ü Hızr-likâ
Emîn-i hılye-i peygamberî imâm Hasan
K’odur şehâbet-i ceddiyle menkıbet-pîrâ
O püşt ü pâ-zen-i evreng-i mülk-i hân kim
Gedâ-yı himmetidür sad Sikender ü Dârâ
Cebîn-küşâde-i himmet ki bakmadı hergiz
Şu denlü arz idegördi metâını dünyâ
Şemîm-i lutfı muattar kon-ı dimâg-ı ümîd
Nesîm-i hulkı çemen-tâze-dâr-ı bâg-ı recâ
Zemîn-i bisât-ı cemâlinde bir gubâr-ı hakîr
Felek simât-ı nevâlinde terre-i hazrâ
Zebân-ı nâdire-sâzı kilîd-i genc-i murâd
Beyân-ı nükte-tırâzı beşâret-i uzmâ
Sipihr kande bulurdı bu denli dâireyi
Derinden itmese deryûze-i nevâl ü atâ
Olursa zerre-i nâ-çîz lutfına mazhar
Eser-dehende ola hemçü encüm-i zehrâ
Aceb degildür eger nîrû-yı celâlinden
Bulursa kuvvet-i âhen-rübâyı kâh-rübâ
Aceb mi semm-i muvakkat disem adâvetine
Çeker belâsını elbette hasm-ı rûz-i cezâ
Gidüp tılâsı nühası görünmese yer yer
Olurdı taşt-ı kamer hân-ı himmetine sezâ
Sehâda pençe-i hurşîddür kef-i desti
Misâl-i berf virürse aceb mi sîme fenâ
Sevâd-ı mâh-ı münevver zer üzre anberdür
Sipihr-i micmere gerdân-ı bezmidür gûyâ
Mesîh-menkıbetâ Fâizî’ye rahmeyle
O mürde-i gamı Âzer-misâl kıl ihyâ
Bu kâlbüd virüp elbette hükm-i bâtılını
Tabîat oldı bana muktezâ-yı nefs-i hevâ
Mezâkum anlamaz oldı halâvet-i fikri
Mizâcum eyledi muhtel hevâ-ı hırs u şekâ
Nühüfte derlerün senden ey bilür o tabîb
Uzatma kıssasını ey bî-mecâl gam-fersâ
Niteki penbede yâkût u lal-i nâbe döne
Miyân-ı berefde yah-beste cüa-i sahbâ
Revâne ravzana ãad-kârbân-ı medh ü dürûd
Ki ola bârları gevher-i rızâ-yı Hudâ
Gazel
Penbe-i dâgın ki ol şûh-ı semen-ber tâzeler
Eski derdin âşık-ı hûnîn-cigerler tâzeler
Âbda aks-i nihâl-i verd-i kâfûrî degül
Cûyda pîrâhenin bir şûh-ı dilber tâzler
Hâbden kalkup yüzin yur şâhid-i gül nâzile
Subh destârın çözer bir gonce-i tâzeler
Şîşe-i güldür hayâl-i ârızunla çeşm-i ter
Âbını gâhî gam-ı hicr-i sitem-ger tâzeler
Fâizî mazûr tut senden gürîzân olsa yâr
Pend-i pîrânı bilürsin dinlemezler tâzeler
mefûlü/ fâilâtü/ mefâîlü/ fâilün
Pâkîze dillere kanı bir hâl-i inbisât
Gerd-i kederle toptolıdur bu kühen bisât
Evvel gelenlerün nicedür hâli bilmezüz
Dünyâya biz hele geleli görmedük neşât
Vardur müferrehinde sipihrün gubâr-ı gam
Lâyık budur ki âkıl ide andan ihtiyât
Dâyim safâda olsun o diller ki dâyimâ
Deryâ-misâl ider biribiriyle ihtilât
Bu hâkdân-ı tîrede cûy ile bahdur
Var ise iki saf-derûn k’eyler ihtilât
Âmed-şüd-i erâzile ey döydi Fâizî
Çokdan harâb ola dir idüm bu kühen ribât
Gazel
Atarsın seng-i cevri kalbe vîrân olamsun dirsin
Urursın mülk-i dil kâkile yeksân olmasun dirsin
Virürsin gamze-i mestün eline işveden hançer
Arasında yine ışkk ehlinün kân olmasun dirsin
Çıkup küesîye vâiz men idersin bâdeden halkı
Elinde kimsenün câm-ı dırahşân olmasun dirsin
Bozarsın sille-i bâdile agzın goncenün ey çerh
Bu gül-zâr-ı fenâda kimse handân olmasun dirsin
Halâs ümmîdin idersin Fâizî ser-geştelikden sen
Meger bu günbed-i gerdûnda gerdân olmasun dirsin
(Süleymaniye Ktb. (Fatih Ktb.) Nr. 3888; İst. Üni. Ktb. Ty. Nr. 1845; Üniv. Ktb 6 Ty. 5556; Süleymaniye Ktb. (Hüsrev Paşa Ktb.) Nr. 552.)
Leylâ vü Mecnun
Girye ile geçerdi vakt-i ekser
Bir gevher için dökerdi gevher
Bir yirde işitse nazargâh
Buluedı ziyâret ile dil-hâh
Dervişlere iderdi ihsân
Her tekyeye gönderir idi kurbân
Ammâ ne bilürdi ki gerdiş-i devr
Bu vazı iderdi bahâne-i cevr
Ben bildigüm ol ki yok bu kâre
Teslîm-i rızâdan özge çâre
İrişdi nesîm-i rûh-perver
Açdı çemende bir gül-i ter
Nevreste gül-i nihâl-pervâ
Areste bâg-ı cennet-ârâ
Mâh-ı nev âsumân-ı ikbâl
Ammâ ki havf-ı gamla bir hâl
***
Ebrûsı meh-i nev muharrem
Yani hilâl-i şehr-i mâtem
Hâl-i leb-i lali dâg-ı firkat
Gîsû-yı siyâhı şâm-ı şerbet
Şükrâne-i talat perî-zad
Hep itdi nökerlerini âzâd
***
Ânunla iderdi azm-i mekteb
Çok gördün hûb-ı sîb-i gabgab
Nevreslerile pür idi mekteb
Gonce idi güli o gülşenün heb
Döşmişidi o mekteb âsâna
Etfâl içinde ihtirâna
Dendânı ki dürr-i bî-bedeldür
Kırâtile satsa ger mahaldür
Ebrûsı hatâ ider Yemânedür
Dâyim kurılı turur kemânedür
***
Bîçâre iki cüvân-ı nev-kâr
Duruguna olmamış giriftâr
Bir böyle belâya oldılar dûş
Işk elinde bî-mecâl-i med-hûş
Bildikleri iş degil bu işler
Bunun gibi hâli görmemişler
İkisi de zâr-ı mübtelâlar
Bâzâr-ı belâda bî-nevâlar
Gâm çekmede her birisi Vâmık
Maşûk egerçi lîk âşık
İkisi de bir marazla bîmâr
İkisi de bir belâya zâr
Ol demde ki ışk dâm kurdı
Bir taşla iki murg urdı
Biri birine rakîb idiler
Hem haste vü hem tabîb idiler
Tenhâlıga bir bahâne ile
Eylerler idi hezâr hîle
Söyletmege Kays âl iderdi
Leylî’ye sebak suâl iderdi
Kays’a sorup itmege tekellüm
Leylâ da iderdi levh-ı güm
Bir nice zaman ol iki med-hûş
Evkât geçürdi hurrem ü hûş
Biri birine celîs-i mahrem
Biri birine enîs-i hemdem
Kalkup aralarından hicâb-ı nâmûs
Pîş ü pes hâl oldı mahsûs
Lal-i lebi itmese tekellüm
Eylerdi kirişmeler tebessüm
Ol gizlese sînede tâbın
Pinhân idemez bu âfitâbın
Ol saklasa dilde ıztırâbın
Bu gizleyemedi pîç ü tâbın
(Leylû vü Mecnûn, Nuruosmaniye Ktb. 4959/37.)
Sâki ko tegâfül-i gurûrı
Kıl tesliye cân-ı nâ-sabûrı
Îsî gibi ehl-i derde yâr ol
Merhem-zen-i sîne-fikâr ol
Ey gülbün-i nâz sekeş olma
Erbâb-ı niyâza âteş olma
Dil şûle-i ışka müşt-i hasdür
Besdür bu kadar itâb besdür
Sun destüme câmın ergavânı
İstignânun da var zamânı
Tîg-i gam-ı dehr geçdi câne
Süat kıl o dârû-yı dîvâne
Sihrâb misâl kalmasun cân
Pür-hasret arzû-yı dern-mân
Sâkî gele ey bahâr-ı ümmîd
Ey revnak-ı rûzigâr-ı ümmîd
Genc-i tarâbun zekâtı yok mı
Bir cüraya lutfun çok mı
Hâhişger-i lutfa rûy durma
Muhtâcun isek de h˘ïr görme
Ehl-i kereme niyâz yokdur
Hâtem-menîşânda niyâz yokdur
Dil rîş ü fikârdur bilürsin
Cân haste vü zârdur bilürsin
İrmezse eger nevâle senden
Yani bir iki billûr senden
Ol mey ki cihâne sala pertev
Gevher-gede ola âleme cev
Ol mey ki firîb-kâr-ı gamdur
Şûr-efken-i rûzigâr-ı gamdur
Ol mey ki tılâ-ger-i cinândur
Âzîne-i bend-i dükân-ı cândur
Ol mey ki ãalursa âteşe tâb
Devrin ide neyyir-i cihân-tâb
Ol mey ki derûn kılsa pür-lem
Her mûy bedenle ol bir şem
Terâbile ol âbile dehânum
Kim gamla dehâna geldi cânum
Sâkî kanı ol şarâb-ı rûşen
Meşşâta-i rûh-ı gâzi-i ten
Ol bâde ki itse fitne-sâzı
Lâzım bile çerh-i dûn niyâzı
Ol bâde ki ãalsa şûr u gavga
Gerdûn ile âciz mudârâ
Ol bâde ki andan içse bir dem
Nâz ide neşâta ehl-i mâtem
Ol bâde ki olsa cüra-hurî
Mecnûna düşe ümîd-vârî
Ol bâde ki cevher-i ferâhdur
Ol bâde ki rûh-ı müstalahdur
Bezm ehlin o meyle neşve-dâr it
Gülşenüne şavkı rûh-zâr it
Sâkî kanı ol piyâl-i hâs
Lâ-havl-i riyâ vü hırz-ı ihlâs
Ol câm ki itse reşha-sâzı
Sad-hırka-i zerk ola namâzı
Ol câm ki içse bir riyâkâr
İhlâs ola evvelîn âsâr
Ol câm ki içse şeyh-i sâlûs
Hengâm-ı riyâya diye efsûs
Ol câm ki olsa aks-endûz
Sengün biline dilindeki râz
Ol câm ki içse ânı fi’l-hâl
Müstagni-i nâtık ola lâl
Ol sâgar-ı âteşîni gezdür
Ol micmer-i âteşînî gezdür
Sâkî turacak zamân degildür
Ahvâl-i cihân ıyân degildür
(Sâkînâme, İst. Üniv. Ktb. T. 469/5.)
İlişkili Maddeler
Eserlerinden Örnekler
Şitâiyye Der-Menkıbet-i Hz. Hasan bin Aliyy-i Velî Radıya'llâhu Teâlâ Anhu
Pür itdi berfile rûy-ı hevâyı eber-i şitâ
Görindi sipâh-ı sipeh-bûd-ı sermâ
O şehre döndi ki rîk-i revân ide vîrân
Getürdi berfi sürüp gülşen üzre bâd-ı şitâ
Fezâ-yı bâgı gören şehr-i şâm zann eyler
Ki serd-i berfile olmış minâre-i beyzâ
Konıldı rîşe-i sebz üzre şâne-i sîmîn
Kenâr-ı servde yah pâreler degil peydâ
Basınca sahne-i dey bezm-i bâgı yah sanma
Şikeste şîşe ile toldı meclis-i gabrâ
Mecâli yokdur ayak basmaga gülistâne
Pür itdi sahn-ı çemen-zârı hurde-i mînâ
O şâh-râhe dönüpdür ki pâdişâh geçe
Pür oldı tûde-i berfile reh-güzâr-ı fezâ
Yem-i çemende yine rîkler zuhûr itdi
Meger ki cezrini gösterdi lücce-i hazrâ
Sovuklayup ayagı tondı gül-zârun
Ânunçün eylemez geşt gülşen-i sahrâ
Bu demde şîr-i garîn döndi şîr-i berfîne
Olınca üstine bârende berf ser tâ pâ
Konardı her kişi kâşânesinde olmasa ger
Misâl-i şem-i fürûzande sâgar-ı sahbâ
Kenâr-ı bâm-ı sipihr üzre tondı yah-pâre
Gören ufukda ãanur ânı gurre-i garrâ
Yah üzre vaz olınan kûze-veş sipihr-i berîn
Nücûmdan n’ola eylerse katreler peydâ
Atıldı penbe gibi kûh kış kıyâmetdür
Gören sanur savurur berfi sarsar-ı sermâ
Ne gam fenâya varup âlem olsa kış tûfân
Bize sefîne-i Nûh-ı necâtdur mevâ
Nedür sefîne-i Nûh-ı necât dirsem eger
Velâyı sîne-tırâz-ı cenâb-ı âl-i abâ
Ale’l-huãûã mihi sıbt-ı Hazret-i Nebevî
Emân-ı fine-i ümmet salâh-ı ehl-i şekâ
Fürûg-ı bâsıra-pîrâ-yı nergis-i mâ-zâg
Cemâl-i çehre-i dîn nûr-ı cebhe-i takvâ
Muhammed-âyed ü Mûsâ-kabes Mesîh-nefes
Halîl-fıtrat ü İdrîs-fehm ü Hızr-likâ
Emîn-i hılye-i peygamberî imâm Hasan
K’odur şehâbet-i ceddiyle menkıbet-pîrâ
O püşt ü pâ-zen-i evreng-i mülk-i hân kim
Gedâ-yı himmetidür sad Sikender ü Dârâ
Cebîn-küşâde-i himmet ki bakmadı hergiz
Şu denlü arz idegördi metâını dünyâ
Şemîm-i lutfı muattar kon-ı dimâg-ı ümîd
Nesîm-i hulkı çemen-tâze-dâr-ı bâg-ı recâ
Zemîn-i bisât-ı cemâlinde bir gubâr-ı hakîr
Felek simât-ı nevâlinde terre-i hazrâ
Zebân-ı nâdire-sâzı kilîd-i genc-i murâd
Beyân-ı nükte-tırâzı beşâret-i uzmâ
Sipihr kande bulurdı bu denli dâireyi
Derinden itmese deryûze-i nevâl ü atâ
Olursa zerre-i nâ-çîz lutfına mazhar
Eser-dehende ola hemçü encüm-i zehrâ
Aceb degildür eger nîrû-yı celâlinden
Bulursa kuvvet-i âhen-rübâyı kâh-rübâ
Aceb mi semm-i muvakkat disem adâvetine
Çeker belâsını elbette hasm-ı rûz-i cezâ
Gidüp tılâsı nühası görünmese yer yer
Olurdı taşt-ı kamer hân-ı himmetine sezâ
Sehâda pençe-i hurşîddür kef-i desti
Misâl-i berf virürse aceb mi sîme fenâ
Sevâd-ı mâh-ı münevver zer üzre anberdür
Sipihr-i micmere gerdân-ı bezmidür gûyâ
Mesîh-menkıbetâ Fâizî’ye rahmeyle
O mürde-i gamı Âzer-misâl kıl ihyâ
Bu kâlbüd virüp elbette hükm-i bâtılını
Tabîat oldı bana muktezâ-yı nefs-i hevâ
Mezâkum anlamaz oldı halâvet-i fikri
Mizâcum eyledi muhtel hevâ-ı hırs u şekâ
Nühüfte derlerün senden ey bilür o tabîb
Uzatma kıssasını ey bî-mecâl gam-fersâ
Niteki penbede yâkût u lal-i nâbe döne
Miyân-ı berefde yah-beste cüa-i sahbâ
Revâne ravzana ãad-kârbân-ı medh ü dürûd
Ki ola bârları gevher-i rızâ-yı Hudâ
Gazel
Penbe-i dâgın ki ol şûh-ı semen-ber tâzeler
Eski derdin âşık-ı hûnîn-cigerler tâzeler
Âbda aks-i nihâl-i verd-i kâfûrî degül
Cûyda pîrâhenin bir şûh-ı dilber tâzler
Hâbden kalkup yüzin yur şâhid-i gül nâzile
Subh destârın çözer bir gonce-i tâzeler
Şîşe-i güldür hayâl-i ârızunla çeşm-i ter
Âbını gâhî gam-ı hicr-i sitem-ger tâzeler
Fâizî mazûr tut senden gürîzân olsa yâr
Pend-i pîrânı bilürsin dinlemezler tâzeler
mefûlü/ fâilâtü/ mefâîlü/ fâilün
Pâkîze dillere kanı bir hâl-i inbisât
Gerd-i kederle toptolıdur bu kühen bisât
Evvel gelenlerün nicedür hâli bilmezüz
Dünyâya biz hele geleli görmedük neşât
Vardur müferrehinde sipihrün gubâr-ı gam
Lâyık budur ki âkıl ide andan ihtiyât
Dâyim safâda olsun o diller ki dâyimâ
Deryâ-misâl ider biribiriyle ihtilât
Bu hâkdân-ı tîrede cûy ile bahdur
Var ise iki saf-derûn k’eyler ihtilât
Âmed-şüd-i erâzile ey döydi Fâizî
Çokdan harâb ola dir idüm bu kühen ribât
Gazel
Atarsın seng-i cevri kalbe vîrân olamsun dirsin
Urursın mülk-i dil kâkile yeksân olmasun dirsin
Virürsin gamze-i mestün eline işveden hançer
Arasında yine ışkk ehlinün kân olmasun dirsin
Çıkup küesîye vâiz men idersin bâdeden halkı
Elinde kimsenün câm-ı dırahşân olmasun dirsin
Bozarsın sille-i bâdile agzın goncenün ey çerh
Bu gül-zâr-ı fenâda kimse handân olmasun dirsin
Halâs ümmîdin idersin Fâizî ser-geştelikden sen
Meger bu günbed-i gerdûnda gerdân olmasun dirsin
(Süleymaniye Ktb. (Fatih Ktb.) Nr. 3888; İst. Üni. Ktb. Ty. Nr. 1845; Üniv. Ktb 6 Ty. 5556; Süleymaniye Ktb. (Hüsrev Paşa Ktb.) Nr. 552.)
Leylâ vü Mecnun
Girye ile geçerdi vakt-i ekser
Bir gevher için dökerdi gevher
Bir yirde işitse nazargâh
Buluedı ziyâret ile dil-hâh
Dervişlere iderdi ihsân
Her tekyeye gönderir idi kurbân
Ammâ ne bilürdi ki gerdiş-i devr
Bu vazı iderdi bahâne-i cevr
Ben bildigüm ol ki yok bu kâre
Teslîm-i rızâdan özge çâre
İrişdi nesîm-i rûh-perver
Açdı çemende bir gül-i ter
Nevreste gül-i nihâl-pervâ
Areste bâg-ı cennet-ârâ
Mâh-ı nev âsumân-ı ikbâl
Ammâ ki havf-ı gamla bir hâl
***
Ebrûsı meh-i nev muharrem
Yani hilâl-i şehr-i mâtem
Hâl-i leb-i lali dâg-ı firkat
Gîsû-yı siyâhı şâm-ı şerbet
Şükrâne-i talat perî-zad
Hep itdi nökerlerini âzâd
***
Ânunla iderdi azm-i mekteb
Çok gördün hûb-ı sîb-i gabgab
Nevreslerile pür idi mekteb
Gonce idi güli o gülşenün heb
Döşmişidi o mekteb âsâna
Etfâl içinde ihtirâna
Dendânı ki dürr-i bî-bedeldür
Kırâtile satsa ger mahaldür
Ebrûsı hatâ ider Yemânedür
Dâyim kurılı turur kemânedür
***
Bîçâre iki cüvân-ı nev-kâr
Duruguna olmamış giriftâr
Bir böyle belâya oldılar dûş
Işk elinde bî-mecâl-i med-hûş
Bildikleri iş degil bu işler
Bunun gibi hâli görmemişler
İkisi de zâr-ı mübtelâlar
Bâzâr-ı belâda bî-nevâlar
Gâm çekmede her birisi Vâmık
Maşûk egerçi lîk âşık
İkisi de bir marazla bîmâr
İkisi de bir belâya zâr
Ol demde ki ışk dâm kurdı
Bir taşla iki murg urdı
Biri birine rakîb idiler
Hem haste vü hem tabîb idiler
Tenhâlıga bir bahâne ile
Eylerler idi hezâr hîle
Söyletmege Kays âl iderdi
Leylî’ye sebak suâl iderdi
Kays’a sorup itmege tekellüm
Leylâ da iderdi levh-ı güm
Bir nice zaman ol iki med-hûş
Evkât geçürdi hurrem ü hûş
Biri birine celîs-i mahrem
Biri birine enîs-i hemdem
Kalkup aralarından hicâb-ı nâmûs
Pîş ü pes hâl oldı mahsûs
Lal-i lebi itmese tekellüm
Eylerdi kirişmeler tebessüm
Ol gizlese sînede tâbın
Pinhân idemez bu âfitâbın
Ol saklasa dilde ıztırâbın
Bu gizleyemedi pîç ü tâbın
(Leylû vü Mecnûn, Nuruosmaniye Ktb. 4959/37.)
Sâki ko tegâfül-i gurûrı
Kıl tesliye cân-ı nâ-sabûrı
Îsî gibi ehl-i derde yâr ol
Merhem-zen-i sîne-fikâr ol
Ey gülbün-i nâz sekeş olma
Erbâb-ı niyâza âteş olma
Dil şûle-i ışka müşt-i hasdür
Besdür bu kadar itâb besdür
Sun destüme câmın ergavânı
İstignânun da var zamânı
Tîg-i gam-ı dehr geçdi câne
Süat kıl o dârû-yı dîvâne
Sihrâb misâl kalmasun cân
Pür-hasret arzû-yı dern-mân
Sâkî gele ey bahâr-ı ümmîd
Ey revnak-ı rûzigâr-ı ümmîd
Genc-i tarâbun zekâtı yok mı
Bir cüraya lutfun çok mı
Hâhişger-i lutfa rûy durma
Muhtâcun isek de h˘ïr görme
Ehl-i kereme niyâz yokdur
Hâtem-menîşânda niyâz yokdur
Dil rîş ü fikârdur bilürsin
Cân haste vü zârdur bilürsin
İrmezse eger nevâle senden
Yani bir iki billûr senden
Ol mey ki cihâne sala pertev
Gevher-gede ola âleme cev
Ol mey ki firîb-kâr-ı gamdur
Şûr-efken-i rûzigâr-ı gamdur
Ol mey ki tılâ-ger-i cinândur
Âzîne-i bend-i dükân-ı cândur
Ol mey ki ãalursa âteşe tâb
Devrin ide neyyir-i cihân-tâb
Ol mey ki derûn kılsa pür-lem
Her mûy bedenle ol bir şem
Terâbile ol âbile dehânum
Kim gamla dehâna geldi cânum
Sâkî kanı ol şarâb-ı rûşen
Meşşâta-i rûh-ı gâzi-i ten
Ol bâde ki itse fitne-sâzı
Lâzım bile çerh-i dûn niyâzı
Ol bâde ki ãalsa şûr u gavga
Gerdûn ile âciz mudârâ
Ol bâde ki andan içse bir dem
Nâz ide neşâta ehl-i mâtem
Ol bâde ki olsa cüra-hurî
Mecnûna düşe ümîd-vârî
Ol bâde ki cevher-i ferâhdur
Ol bâde ki rûh-ı müstalahdur
Bezm ehlin o meyle neşve-dâr it
Gülşenüne şavkı rûh-zâr it
Sâkî kanı ol piyâl-i hâs
Lâ-havl-i riyâ vü hırz-ı ihlâs
Ol câm ki itse reşha-sâzı
Sad-hırka-i zerk ola namâzı
Ol câm ki içse bir riyâkâr
İhlâs ola evvelîn âsâr
Ol câm ki içse şeyh-i sâlûs
Hengâm-ı riyâya diye efsûs
Ol câm ki olsa aks-endûz
Sengün biline dilindeki râz
Ol câm ki içse ânı fi’l-hâl
Müstagni-i nâtık ola lâl
Ol sâgar-ı âteşîni gezdür
Ol micmer-i âteşînî gezdür
Sâkî turacak zamân degildür
Ahvâl-i cihân ıyân degildür
(Sâkînâme, İst. Üniv. Ktb. T. 469/5.)
İlişkili Maddeler
Sn. | Madde Adı | D.Tarihi / Ö.Tarihi | Benzerlik | İncele |
---|---|---|---|---|
1 | CEMÎL, Köprülü-zâde Mahmûd Cemîl Bey | d. 1834 - ö. 1914 | Doğum Yeri | Görüntüle |
2 | SIDKÎ, Hasırî-zâde Şeyh Süleymân Sıdkî Efendi | d. 1796 - ö. 1837 | Doğum Yeri | Görüntüle |
3 | ÇELEBİ EFENDİ, Mustafa | d. ? - ö. 1682 | Doğum Yeri | Görüntüle |
4 | FEYZÎ, Osman Hüsâm-zâde Feyzî | d. 1589 (?) - ö. ? | Doğum Yılı | Görüntüle |
5 | FEYZÎ, Osman Hüsâm-zâde Feyzî | d. 1589 (?) - ö. ? | Ölüm Yılı | Görüntüle |
6 | FEYZÎ, Osman Hüsâm-zâde Feyzî | d. 1589 (?) - ö. ? | Alan/Yüzyıl/Saha | Görüntüle |
7 | FEYZÎ, Osman Hüsâm-zâde Feyzî | d. 1589 (?) - ö. ? | Madde Adı | Görüntüle |