BÂKÎ

(d. 933/1526 - ö. 1008/1600)
divan şairi
(Divan/Yazılı Edebiyat / 16. Yüzyıl / Anadolu-Osmanlı-Türkiye)
ISBN: 978-9944-237-86-4

Asıl adı Mahmud Abdulbaki’dir. İstanbul’da doğdu. Fatih Camii müezzinlerinden Mehmed Efendi’nin oğludur. Babasının mesleği ve kendisinin bir ara saraç çıraklığı yapmış olmasından ötürü başta M. Fuad Köprülü (1944: 243) olmak üzere araştırmacıların şairin ailesi için kullandıkları fakir/yoksul sıfatı, Fatih Camii çevresindeki gündelik hayatın 16. yüzyıldaki sosyo-kültürel konumu düşünüldüğünde belirleyiciliğini yitirir. Abdülbaki’nin saraç çıraklığına dair kaynaklardaki rivayeti, ailesinin ekonomik durumuyla değil de onun sanatkârlığıyla ilişkilendirerek yorumlayan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Bu en büyük şairimizin işe saraç çıraklığından başlamasına bayılıyorum. Kendisine çok yakın vesikalar bunu söylemeselerdi, ben böyle bir masalı kendim uydurmak isterdim.” tarzındaki yaklaşımı Bâkî’yi anlamak için daha işlevsel görünmektedir (Tanpınar 1977: 153-154). Gerçi Orhan Şaik Gökyay, Bakî’nin saraç çıraklığı değil, babasının mesleğini dikkate alarak siraç çıraklığı yaptığını ileri sürerek bu masala bir süreliğine gölge düşürmüştür (1979: 125-133).

Bâkî saraç çırağı olarak çalışırken medreseye de devam etmeye başlamış, ilgisi ve yeteneği sayesinde kısa zamanda kendini göstermiştir. Ahdî, onun gençlik yıllarında okuma yolunu tuttuğunu, vaktini bu yola ayırdığını ve kısa sürede büyük marifetlere sahip olduğunu belirtir (Solmaz 2009: 68). Medrese eğitiminin başlangıcında devrin tanınmış müderrislerinden Ahaveyn lakabıyla anılan Karamanlı Ahmed ve Mehmed Efendi’den ders almıştır. Özellikle Mehmed Efendi’nin öğrencileri üzerinde etkili olduğu bilinmektedir. Bâkî’nin medrese arkadaşları arasında Nevî (940/1533-34-1007/1599), Üsküplü Vâlihî (ö. 1008/1599), Edirneli Mecdî (ö. 999/1591), Hoca Sadeddin (943/1536-37-1008/1599) gibi geleceğin şair ve bilginleri vardır (Özcan 1989: 419). Bu çevrede şairliğiyle tanınmaya başlayan Bâkî, hocası Mehmed Efendi’ye “sünbül” redifli bir kaside sunar. Bu sırada devrin usta şairleriyle tanışıp onlara nazireler söyleyerek yeteneğini göstermeye çalışan Bâkî, Zâtî’nin Beyazıt Camii avlusundaki remilci dükkânına uğrayıp şiirlerini devrin üstadına beğendirmeye çalışır (Eyduran 2009: 166-168). Nitekim Zâtî (953/1546) de yeteneğine inandığı genç şairin beytini tazmin ederek tamamladığı bir gazelini divanına koymuş, kendisini ayıplayanlara da “Bâkî gibi şâir-i sâhirin şiirini uğurlamak ayıp değildir.” diyerek onu onurlandırmıştır (Eyduran 2009: 170; Kılıç 2010: 410).

Kanuni Sultan Süleyman’ın Süleymaniye Camii çevresinde yaptırdığı medreselerden ikisi 960/1553 yılında tamamlanarak öğretime açılmıştır. Padişahın çok önem verdiği bu medreselerden birinin başına 957/1550 yılından itibaren Sahn Medreselerinde müderrislik yapan Kadızâde Şemseddin Ahmed (918/1512-988/1580) getirilmiştir (Özcan 1989: 424). Bâkî o yıl Kadızâde’nin derslerine devam etmeye başlar (Ahmet Rıfat 2004: 38). Bu tarihte 26-27 yaşlarındadır. Kısa sürede hocasının itimadını kazanarak Süleymaniye Külliyesinde inşa edilen öteki binaların yapımına nezaretçi olarak görevlendirilir. Öğrenimini sürdürürken bu görevini de yürütür. 1555’te Nahcivan seferinden dönen padişaha sunduğu kasidesinde üç yıl medrese hücrelerinde yatıp kalktığından bir seneden beri bu görevde bulunduğundan söz ederek sultanın yardımını ister.

Bâkî’nin kendisini Sultan Süleyman’a tanıtması ve onun takdir ve ihsanını görmesi bu kasideyle başlar. 963/1556 yılında Halep kadılığına atanan hocası Kadızâde Şemseddin Ahmed Efendi, Bâkî’yi de beraberinde götürür (Özcan 1989: 425). Bâkî, Halep’te dört yıl kadar kalır. Bu arada Halep Beylerbeyi Kubad Paşa’ya “Lamiyye Kasidesi”, hocası Kadızâde Efendi için de bir “Raiyye Kasidesi” sunar (Özcan 1989: 425). Şair ve tezkire müellifi Sadıkî-i Kitabdar ile Halep’te tanışır. 1560 yılında yine hocası ile birlikte İstanbul’a dönerken Konya’da, Şam kadısı Ebussuudzâde Muhammed Çelebi ile görüşüp ondan babasına hitaben bir tavsiye mektubu alır. İstanbul’a döndüğünde de Şeyhülislam Ebussuud Efendi’ye muhtemelen bu mektupla birlikte bir “Lâmiyye Kasidesi” sunar (Özcan 1989: 425). Bu sırada şiirden ve şairlerden pek hoşlanmayan dönemin sadrazamı Rüstem Paşa’ya, şeyhi Filibeli Mahmud Efendi (987/1579) vasıtasıyla yaklaşmaya çalışan Bâkî, Mahmud Efendi’ye iki kaside sunmuştur. Ardından Rüstem Paşa’nın yerine geçen Semiz Ali Paşa’ya “hatem” redifli kasidesini ve meşhur bahariyyesini sunarak sadrazamın takdirlerini kazanır. Bâkî 1563 yılında danişmend olur. Semiz Ali Paşa ve Mirâhur Ferhad Ağa aracılığıyla şiirlerini Sultan Süleyman’a ulaştıran Bâkî, padişahın da ilgisini çekmeyi başarır. Sultan Süleyman’ın meclisinde şiirler okunurkan Bâkî’nin bir gazelini pek beğenerek onun hangi görevde bulunduğunu sorup Süleymaniye Medresesinde danişmend olduğunu öğrenince böyle bir şairin medrese odalarında çürümesinin doğru olmadığını, kendisine mülâzemet verilerek yirmi beş akçelik medrese müderrisliğine gönderilmesini emreder (Açıkgöz 1982: 50; Solmaz 2009: 68).

O sırada Rumeli Kazaskeri bulunan Hâmid Efendi’nin Bâkî ile ilgili tereddütüne rağmen padişah, bir hatt-ı hümayunla kendi hazinesinden ödenmek üzere 30 akçelik maaşla Bâkî’yi Silivri Medresesine gönderir (Özcan 1989: 426; Solmaz 2009: 68; Açıkgöz 1982: 50). Bir yıl sonra da maaşı artırılarak İstanbul’da Mahmud Paşa Medresesi müderrisliğine getirilir (1564). Bu tarihten sonra Bâkî’nin hayatında hızlı bir değişim başlamıştır. Padişahın şiirlerine nazireler yazıp ilişkisini edebî düzeydeki paylaşımlarla pekiştirir. Tarihçi Selanikî’nin Ferhad Ağa’dan naklen anlattığına göre Kanuni, Bâkî gibi büyük bir kabiliyeti bulup ona mevki vermesini padişahlığının en zevkli birkaç hadisesinden biri olarak telakki etmiştir (İpşirli 1989: 858). Tarih ve tezkire yazarlarının işaret ettiği bu ilişkiyi hem Bâkî’nin Nevî, Gelibolulu Âlî gibi çağdaşları hem de Nefî, Faizî ve Nedîm gibi takipçileri şiirlerinde söz konusu etmişlerdir.

Bâkî’nin hayatında ve sanatında herşey yolunda giderken 1566 yılında önce babasını, ardından da hamisi Sultan Süleyman’ı kaybeder. Kanuni’nin ölümü üzerine yazdığı ünlü mersiyesinin son iki bendinde yeni padişah Sultan Selim’e ve devrin söz sahibi ve güçlü adamı Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’ya bağlılığını ifade eder. Sultan Selim tahta oturunca Bâkî, padişaha bir cülusiyye sunar (Açıkgöz 1982: 15). Ama bu şiir Bâkî’nin müderrislikten uzaklaştırılmasını önleyemez. Ancak üç yıl sonra ünlü münşeat yazarı Feridun Bey’in etkisiyle tekrar Murad Paşa (1569) ve daha sonra da Eyüb Sultan Medresesine (1571) atanır.

Bâkî müderrislikte derece derece yükselerek 1573’te Sahn Medresesi müderrisi olmuştur. Bu arada gerek sunduğu şiirler gerek Feridun Bey ve sadrazamın yardımıyla padişahın huzuruna kabul edilmeye başlamıştır. Artık devrin büyük âlim ve şairlerinden sayılmaktadır. Sultan Selim’e çeşitli vesilelerle şiirlerini sunar ve Kanuni zamanında olduğu gibi Sultan Selim’in gönderdiği gazellere nazireler söyleyip padişahın iki gazelini tahmis eder. Hasan Çelebi, şairin sık sık padişahın toplantılarına kabul edildiğini, saraydan uzak bulunduğu zamanlar padişahın hatt-ı şeriflerini, davet mektuplarını aldığını belirtir (Eyduran 2009: 171). Atâyî de 1573’te Sultan Selim’in Bâkî’yi Sahn müderrisi iken Sıra Pınarı adlı bir mevkiye eğlenceye davet ettiğini kaydeder (Özcan 1989: 427).

Bâkî’nin bu rahat hayatı padişahın ölümüne kadar sürmüştür. 1574’te Osmanlı tahtına geçen III. Murad devrinde de sarayla ilişkisi devam eder. Sultan Murad’ın cülusunu bir terci-bendle kutlar. Padişahın cülusundan hemen sonra maaşı yükseltilerek Süleymaniye Medresesi müderrisliğine getirilir. Bâkî’nin ünü doruk noktasına erişmişken hasımları farklı okumalara oldukça elverişli Bâkî mahlaslı bir gazelden padişahı haberdar ederler (Eyduran 2008: 204; Özcan 1989: 425). Sadeddin Nüzhet Ergun tarafından yayınlanan Bâkî Dîvânı’nda da bulunan (447. Gazel);

Cihânun ni’metinden kendi âb u dânemüz yegdür

İlün kâşânesinden kûşe-i vîrânemüz yegdür

 

matlalı bu gazeldeki bazı manaları farklı şekilde yorumlayıp kimi değişiklikler yaparak Sultan Murad’ın gazabını Bâkî’nin üzerine çekmeyi başarırlar (Eyduran 2009: 172). Şairin dostları bu gazelin Nâmî mahlaslı bir şaire ait olduğu konusunda padişahı ikna ederek Bâkî’yi kötü bir akıbetten kurtarırlar. Fakat şairlerin iktidar ilişkilerinde örneklerine rastladığımız bu olay, içinde barındırdığı muhtemel kuşkular ve kurgulardan ötürü şairin Edirne’deki Selimiye müderrisliğine gönderilmesiyle sonuçlanır.

Bâkî bir süre Edirne’de kaldıktan sonra 1579’da Mekke kadılığına, bir yıl sonra da maaşı artırılarak Medine kadılığına atanır. Medine kadılığındaki görevi uzun sürmez, kadılık görevinden uzaklaştırılarak İstanbul’a çağrılır. İstanbul’a dönen Bâkî, Türkçeye çevirdiği Mekke Tarihi’ni ve birkaç gazelle bir kasidesini Sultan Murad’a sunar ve padişahın bir gazelini tahmis eder. Böylece padişahın yeniden himayesine girer. Bu arada eski hamileri Ferhad Paşa, Siyavuş Paşa ve padişah hocası olan medrese arkadaşı Hoca Sadeddin’in yardımıyla İstanbul kadılığına getirilir (1584). Ama aynı yıl içinde ya da en çok bir yıl sonra bu görevden uzaklaştırılarak Üsküdar’da oturmaya mecbur edilir. Bâkî bir yıl kadar açıkta bekledikten sonra yeniden İstanbul kadılığına ve birkaç ay sonra da Anadolu kazaskerliğine atanır (Eyduran 2009: 194). Bâkî iki yıl bu görevde kaldıktan sonra kazaskerlikten uzaklaştırılır. Üç yıllık bir aradan sonra 1591’de ikinci kez Anadolu kazaskeri ve ertesi yıl da Rumeli kazaskeri olur. Böylece ilmiye mesleğinin en yüksek derecelerine ulaşmıştır. Artık önünde şeyhülislamlıktan başka yükseleceği makam kalmamıştır. Fakat şairin kırk yaşına kadar, yani Kanuni döneminde hayata rintçe bakışından ve bazı zaaflarından kaynaklanan dedikoduların ömür boyu peşini bırakmaması ve daha sonra da çok güçlü rakiplerle mücadele etmek zorunda kalmasından ötürü bu emeline kavuşamadan birkaç ay sonra emekliye sevkedilir.

Dört padişah devrinin en büyük şairi Bâkî, 23 Ramazan 1008/1600 tarihinde vefat eder. Cenaze namazı Fatih Camii’nde, şeyhülislamlıkta son rakibi olan Sunullah Efendi tarafından kıldırılır (Özcan 1989: 426). Büyük bir kalabalık tarafından Edirnekapı dışındaki mezarlıkta defnedilen şairin mezar taşına Bağdatlı Hâdî’nin “Bâkî Efendi gitdi ‘ukbâya bin sekizde” tarih mısraını içeren kıtasının yazıldığı söylenmektedir (Açıkgöz 1982: 54).

Bâkî’nin aile hayatına dair elimizde ayrıntılı bilgi yoktur. Onun uzun süre bekâr kaldığı ömrünün sonlarına doğru evlendiği bilinmektedir. Nevîzâde Atâyî’nin eserinde Bâkî’nin iki oğlu olduğu kayıtlıdır (Özcan 1989: 15). Büyük oğlu Şeyhi Muhammed Çelebi 1586’da doğmuş, farklı medreselerde müderrislik ve Selanik’te kadılık görevinde bulunduktan sonra 1630’da ölmüştür. Aynı zamanda Şeyhî mahlası ile şiirler de yazmıştır (Özcan 1989: 734). İkinci oğlu Abdurrahman’ın doğum tarihi belli değildir. Müderrislik ve kadılıklarda bulunmuş, 1635/36’da ölmüştür. Atayî’nin verdiği bu bilgilere ilave olarak İsmail E. Erünsal arşiv kaynaklarına dayanarak Bâki’nin Mehmed Çelebi, Şeyh Mehmed Çelebi, Abdurrahman Çelebi ve Şah Mehmed Çelebi adlarında dört çocuğunun olduğunu tespit etmiştir (2008: 8-9).

Bâkî’nin nüktedan, hoşsohbet, neşeli ve rint meşrep bir şair olduğu kaynaklarda nakledilir. Gençliğinde, henüz medrese öğrencisi iken İstanbul’un eğlence âlemlerine devam ettiği; kışın Balat, Samatya ve Galata meyhanelerinde, bozahanelerde yapılan sohbetleri kaçırmadığı söylenmektedir. Yazın ise Beşiktaş ve Tophane semtlerindeki bahçelerde yapılan eğlencelere katılan şair, konuşma ve nükteleriyle bu sohbetlerin aranılan kişisidir (Köprülü 1944: 243-253; İpekten 2010: 20).

Dîvân: Bâkî, ilk defa Kanuni Sultan Süleyman’ın isteğiyle divan tertip etmiş olmakla birlikte daha sonra yazdığı şiirleri de eklemek suretiyle değişik tarihlerde divanını yeniden düzenlemiştir. Kütüphanelerde şairin sağlığında tertip edilmiş Bâkî Divanı nüshalarına rastlanmaktadır. Bunlarla birlikte istinsah edilerek çoğaltılan Bâkî Divanı nüshalarının sayısı 160 civarındadır (www.yazmalar.gov.tr). Mecmualarda da Bâkî mahlaslı şiirler oldukça fazladır. Nitekim Ömer Zülfe (2007: 413-418), Hakan Taş (2010: 181-192), G. Gaye Öztürk-Fidan (2010: 95-108), Beyhan Kesik (2012: 117; 2012: 1489-1500; 2013: 337-350), Savaşkan Cem Bahadır (2013: 187-213) mecmualarda Bâkî Divanı neşirlerinde bulunmayan şiirleri tespit edip yayınlamışlardır.

Bâkî Dîvânı’nın ilk defa İstanbul’da (1276/1859-1860) taş baskısı yapılmış, ardından Rudolf Dvorak tarafından bir incelemeyle Leiden’da yayımı gerçekleştirilmiştir (1908, 1911). Daha sonra Sadeddin Nüzhet Ergun, İstanbul kütüphanelerindeki 25 yazmayı gözden geçirerek hazırladığını söylediği eserini neşretmiştir (1935). Son olarak Sabahattin Küçük, Bâkî Divanı’nın on iki nüshasını karşılaştırarak metnini neşre hazırlamıştır. Bu baskıda 27 kaside, 9 musammat, 548 gazel, 21 kıt’a ve 31 matla yer almaktadır (1994).

Bâkî’nin şiirlerinden seçmeler yapılarak meydana getirilmiş bazı çalışmalar da vardır. Bunlardan Şemseddin Sâmî’nin Bâkî’nin Eş’âr-ı Müntahabesi adlı eseri ilk seçkilerdendir. Ayrıca M. Fuad Köprülü’nün Divan Edebiyatı Antolojisi adlı eserinde de geniş bir Bâkî maddesi ve şairin örnek şiirleri yer almaktadır. Bâkî’nin şiirlerinden seçtikleri örneklerle Hammer, Gibb, Abdulbaki Gölpınarlı, Cevdet Kudret, İsmet Zeki Eyüboğlu, Faruk K. Timurtaş, Halûk İpekten, Mehmed Çavuşoğlu, Sabahattin Küçük, Numan Külekçi, İskender Pala, Muhammet Nur Doğan ve Mahmut Kaplan şairi farklı seviyelerdeki okurların istifade ve beğenisine sunmuşlardır. 

Me’âlimü’l-Yakîn Fî-Sîreti Seyyidi’l-Mürselîn: Ahmed b. Hatîb el-Kastalânî (1448-1517)’nin el-Mevâhibü’l-Ledüniyye adlı eseri esas alınarak meydana getirilen bir siyer kitabıdır. Eserin 1579 yılından önce tercüme edildiği bilinmektedir. Bâkî, birçok eserden yararlanarak tercümesini meydan getirmiştir. Böylece eser tercümeden ziyade bir telif eser hüviyeti kazanmıştır. Çeşitli kütüphanelerde elliye yakın nüshası bulunan bu eser, 1833 yılında basılmıştır. Eserde, şairin dinî meselelerdeki bilgisi ve nesir dilini kullanmadaki becerisi görülür. Bâkî eserin mukaddimesinden sonraki bölümlerinde şiirleriyle mukayese edilemeyecek kadar sade bir dil kullanmıştır (Tergip 2010: 1112).

Fezâ’ilü’l-Cihâd: Ahmed b. İbrahim’in Meşâ’irü’l-Eşvâk adlı Arapça eserinin tercümesidir. Eserin konusu İslam dininde cihat ve gazanın fazilet ve esasları üzerinedir. Müslümanları cihada davet eden bu eser, 1567 yılında tamamlanarak Sokullu Mehmed Paşa’ya sunulmuştur. Eser bir mukaddime, otuz üç bab ve bir hatimeden oluşmaktadır. Mukaddimesi ağır bir dille yazılmış olsa da eserin asıl tercüme kısmı oldukça sadedir. Bu eserin müellif nüshası üzerine bir doktora tezi hazırlanmıştır (Dadaş 1995).

Fezâ’il-i Mekke: 16. yüzyıl âlimlerinden Kutbeddin Muhammed b. Ahmed Mekkî (öl. 1582)’nin El-İ’lâm Fî-Ahvâli Beledi’llâhi’l-Harâm adlı eserinin tercümesidir. Sokullu Mehmed Paşa’nın isteği üzerine yapılan bu tercüme, Bâkî’nin Mekke kadılığı sırasında 1579’da tamamlanmıştır. Mekke tarihinden ve bazı Osmanlı padişahlarının orada yaptırdığı eserlerden bahsedilmektedir.

Hayatü’l-kulub bi-Rivayatı Ebi Eyyub: Nevizade Atayi, Baki’nin Eyüp müderrisliği sebebiyle Eyüp el-Ensari’den rivayet edilen hadisleri toplayıp tercüme ettiğini belirtmektedir (Özcan 1989: 426-427). Baki ile ilgili bütün neşirlerde herhangi bir nüshasına rastlanılmadığı yinelenen bu eserin üç nüshasını tespit eden Güler Doğan Averbek, Arzu Atik ve Gülşah Taşkın ile birlikte tenkitli metnini neşre hazırlamaktadır.

Kanuni döneminde (1520-1566) estetik bakımdan zirveye erişen Osmanlı kültür ve sanat hayatının şiirdeki karşılığı Bâkî Divanı’dır. Şiire çok erken yaşlarda başladığı medrese öğrencisiyken hocası Mehmed Efendi için yazdığı “sünbül” redifli kasidesinde eriştiği irtifadan ve Zâtî ile paylaştığını bildiğimiz gazellerindeki söyleyiş mükemmelliğinden bellidir. Nitekim çevresindeki hiçbir kabiliyet parıltısına ilgisiz kalmayan Latîfî de Zâtî’nin öldüğü yıl (1546) tamamladığı tezkiresine Bâkî’yi almış, onun gençliğine ve kabiliyetine işaret ederek iki beytine yer vermiştir (Canım 2000: 186). Böylece Bâkî hem ilmiye sınıfından hem de şairler zümresinden otorite sahibi kişiler tarafından onaylanan bir sanatkâr hüviyetiyle edebiyat dünyasında sakin ve ölçülü adımlarla ilerlemeye başlamıştır. Bâkî’nin İstanbul’daki edebî muhitlere yönelirken benimsediği bu ölçü fikri, hiç şüphesiz edebî kişiliğinin de en belirleyici özelliğidir.

Türk şiiri dilinin geçirdiği tecrübeleri ve kazandığı ifade kabiliyetini en iyi farkeden şairlerin başında Bâkî gelir. Bâkî nesirlerinde, özellikle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın (1977: 147) “Türkçenin en güzel siyer kitabı” olarak nitelendirdiği Me’âlimü’l-yakîn’inde dilin bütün imkânlarını yoklamasına rağmen asıl dehasını şiirlerine yansıtmıştır. Bâkî’nin genç ve yetenekli bir şair olarak dikkati çektiği yıllarda Osmanlı coğrafyasının her tarafından ve siyasal sınırların dışındaki kültür muhitlerinden İstanbul’a taşınan edebî birikim yeni bir estetik kimliğe kavuşmuştu. Farsçadan çeviri veya nazire yoluyla aktarılan imgeler, yeni çevrelerin folklorik ürünleriyle yoğrularak Türkçenin ifade imkânları içinde yeni bir kalıba aktarılmıştı. Bu birikimi en özgün biçimde şiirlerine yansıtan Necâtî’nin Türk şiir dilini taşıdığı düzeyden daha yukarıya taşıma görevini Zâtî devralmıştı. İşte böyle bir ortamda Bâkî’ye de ölçü fikrine bağlı olarak şiir dilini arkaik unsurlardan nispeten ayıklamak, söz sanatlarını ve âhenk unsurlarını hüner gösterisine dönüştürmeden dile musiki ögesi katmak ve daha yalın bir ifadeyle şiiri İstanbullulaştırmak kalmıştı. O da bunu layıkıyla başaran Nevî gibi şairler arasından şahsî hikâyesiyle öne çıkmıştır. Onun şahsî hikâyesini de adeta bütün Osmanlı uygarlığının katıldığı bir cenaze merasiminin destanı niteliğindeki Kanuni Mersiyesi ile şeyhülislamlık beklentisiyle eski şiirin bezme dair lügatini benimsemesinden doğan trajedi beslemiştir.

Osmanlı bürokrasisinin tepesine, yani şeyhülislamlık makamına gözünü dikmiş olmasına rağmen eski şiirin bezme dair lügatini benimsemekle kalmayıp kasideleri arasında tevhid ve münacat gibi dinî şiirlere yer vermeyen Bâkî, hayatıyla şiiri arasına bilerek bir mesafe koymuştur. Bu mesafeyi 1562 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın İstanbul’da şarap içilmesini yasaklaması ve şarap getiren gemilerin boğazda yakılması için verdiği emir üzerine Âşık Çelebi’ye gönderdiği gazellerle iyice belirginleştirmiştir (Kılıç 2010: 414). Onun şiir mirasını devralan Şeyhülislam Yahya’nın şiirlerinde de belirgin biçimde görülen bezme dair lügat, sıradanlığa düşülmediği takdirde şiiri daha soyut bir düzeye taşımaktadır. Çünkü divan şiirinde bezme ait kelimeler mistik yaşantının ifadesi olmayan en dünyevî şiirlerde bile tasavvufî yorumlara imkân verir. “Herhangi bir şiirde tasavvufî dinî yorumun üstünlüğü, birincilliği sorgulanabilir, ama böyle bir yorum potansiyeli barındırmayan bir şiir bulmak güçtür” (Andrews, 2000: 107).

Osmanlı toplumunda işret ve eğlencenin vazgeçilmez unsurlarından biri de musikidir. Bâkî, musiki tecrübesi olmasa bile dilin musikisini yakalayan şairlerdendir. Şiirlerinde ses ve söz tekrarlarını ustalıkla kullandığı, aruzla Türkçe arasındaki en küçük sorunları bile şiirin lehine çevirecek hamleleri başarıyla sonuçlandırdığı bilinmektedir (Kaplan 2013). Doğrusu Bâkî’nin çağdaşları arasında bu kaygıları taşımayan şair yok gibidir. Bâkî’yi diğer şairlerden farklı kılan ise âhenk unsurlarını kullanarak şiire ruh üflemesi, mısrayı âdeta musiki cümlesine dönüştürme becerisidir. Bu bakımdan Bâkî, söyleyiş mükemmelliğine dayalı klasik üslubun en önemli temsilcisidir. Çağdaşı olan tezkire yazarlarından Ahdî ve Âşık Çelebi de onun üslubundaki akıcılığa dikkat çekmişlerdir. Ahdî onun şiirleri için “selîs ü hem-vâr” tabirlerini kullanır. (Solmaz 2009: 68). Âşık Çelebi de Bâkî’nin şiirini değerlendirirken “elfâzı selîs ma’nâsı nefîs nazmı pâk ve fühûmı sûznâk” diyerek ritmik akışkanlığa ve söyleyiş mükemmelliğine işaret eder (Kılıç 2010: 410). Bâkî’nin söyleyiş mükemmelliğine dayalı üslup anlayışı edebî sanatları tercihine de yansır. Bâkî coşkun ilhamlar değil, şekil üzerinde durarak şiirini ince hayaller, nükte ve tevriye başta gelmek üzere türlü edebî sanatlarla zenginleştirmiştir (Çavuşoğlu 1991: 539).

Bâkî’nin kasidelerinde Kanuni döneminde kurumsallaşan Osmanlı protokol adabını ve teşrifatını sezmemek mümkün değildir. Himayelerini kazanacak kadar şahsî ilişki kurduğu Kanuni Süleyman (1520-1566), II. Selim (1566-1574), III. Murat (1574-1595) ve III. Mehmed (1595-1603) sadece Bâkî’nin kasidelerinin muhatabı ve konusu değil nazire, tahmis ve tazminlerle eserleriyle metinler arası ilişkiler kurduğu şairlerdir. Dolayısıyla Bâkî Divanı üzerinden 16. yüzyıl Osmanlı devletinin iktidar simgeleri ve sanat-siyaset ilişkisi okunabilir. Yaşadığı dönemin maddi kültür unsurlarını ve sosyal hayatını eserine yansıtırken gözlem gücü sayesinde şiirselliği yakalayabilmiştir. Bâkî etrafına sanatkârca bakan bir şairdir. Şiirlerinde İstanbul halkının konuşma kalıplarından, günlük dildeki kullanımlarından yaralanarak yaptığı tasvirlerle yeni bir atmosfer oluşturan Bâki bu yönüyle Nedîm’i müjdeler. İstanbullu bu iki şairin zevkleri kendiliğinden onları birbirlerine yaklaştırır. Bu itibarla şahsiyetleri birbirine çok yakın olan Bâkî ile Nedîm arasındaki fark, iki şairin yaşadıkları devirden ibaret kalır. Bu iki şairin divanları şehir hayatıyla ilgili mecaz, istiare ve benzetme unsurları açısından taranacak olursa aralarındaki benzerliğin farklılıklardan fazla olacağı görülür.

Her büyük sanatçı gibi Bâkî de yeteneğinin farkındadır. Nazirecilik geleneğinin imkânlarını çok iyi kullanarak başta hâmileri olmak üzere çağdaşlarının şiirlerine nazireler söylemek suretiyle yeteneğinin başkaları tarafından da fark edilmesini sağlamıştır. İstanbul’dan uzaklaştığı zamanlarda bile kültür ve sanat mahfilleriyle her daim etkili biçimde iletişim kurmuştur. Böylece şiirlerine söylenen nazirelerle etki alanını genişletmiştir. Bu durum başta nazire mecmuaları olmak üzere 16. yüzyılda düzenlenen diğer şiir mecmualarından anlaşılmaktadır (Bahadır 2013: 187-213). Bâkî’nin özellikle çağdaşları üzerindeki etkisi başta Ahdî ve Âşık Çelebi olmak üzere diğer tezkire yazarlarının da dikkatini çekmiştir.

Bâkî daha hayattayken şiirleri Osmanlı edebî çevrelerinin dışında okunmuştur. Babürlülerin egemenliğindeki Hindistan’da, Safevîlerin kültür merkezlerinde Bâkî Divanı’nın okunduğu, Mekke’de Heratlı Veysi bin Muhammed tarafından istinsah edildiği bilinmektedir (Köprülü 1944: 243-253). Mecmau'l-Havas adlı şairler tezkiresinin yazarı Sadıkî-i Kitabdar, eserinde Anadolu şairlerinden bahsederken Bâkî ile Halep’te tanıştıklarını ve onun ne kadar üretken bir şair olduğunu anlatır (Kartal 2010: 218). Tekke-tasavvuf muhitlerinde şiirleri dolaşımda olan şairlerin dışında bu kadar geniş bir coğrafyada okunan başka bir divan şairi yoktur. Öyle ki 17. yüzyılda hayatını Bâkî Divanı istinsah edip satarak sürdüren Vardar Yeniceli Hüseyin Efendi gibi kâtipler, klasik musikinin icra edildiği mekânlarda Bâkî’nin gazellerini okuyan musikişinaslar vardır.

Osmanlı şairleri arasında etki alanı en geniş ve en derin şair Bâkî’dir. Klasik üslubun divan edebiyatı geleneği içerisinde biçimlenmesinde ve süreklilik kazanmasında Bâkî öncülük etmiştir. Dolayısıyla Sebk-i Hindî’nin ağırlığını hissettirdiği 17. yüzyılda bile Bâkî’nin takipçileri klasik tarzı devam ettirmişlerdir. Bu yüzyılda Şeyhülislam Yahya ve Nefî’nin, 18. yüzyılda Nedîm’in usta kabul ederek çizgisini sürdürdükleri Bâkî, hem Osmanlı toplumunda sanatkâr-iktidar ilişkisinin bir modeli hem de bir imparatorluk dilinin oluşumuna en ciddi katkıda bulunan şairdir. Başta Yahya Kemal olmak üzere modern Türk şairlerinin eserlerine yansıyan Bâkî imgesi de bu klasik şair portresine uygundur.  

Kaynakça

Açikgöz, Namık (1982). Riyazu’ş-Şuara Riyazî Mehmed Efendi. Yüksek Lisans Tezi. Ankara: Ankara Üniversitesi.

Ahmet Rifat (2004). Lügât-ı Tarihiyye ve Coğrafiyye Cilt 1-2 Tıpkıbasım. 2. Bs. Ankara: Keygar Neşriyat. 

Andrews, Walter G. (2000), Şiirin Sesi Toplumun Şarkısı, çev. Tansel Güney. İstanbul: İletişim Yay.

Bahadır, Savaşkan Cem (2013). “Bâkî’nin Pervane Bey Mecmuası’nda Yer Alan Yayımlanmamış Gazelleri”. Turkish Studies 8/1 (Winter): 187-213.

Canim, Rıdvan (hzl.) (2000). Latîfî Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratü’n-Nuzamâ. Ankara: AKM Yay.

Çavuşoğlu, Mehmet (1991). “Bâkî”. İslam Ansiklopedisi. C. 4. İstanbul: TDV Yay. 537-540.

Dadaş, Cevdet (1995). Baki Fezailü’l-Cihad. Doktora Tezi. Edirne: Trakya Üniversitesi.

Ergun, Sadeddin Nüzhet (1935). Bakî Hayatı ve Şiirleri Cilt 1. İstanbul: Suhulet Kitabevi.

Ergun, Sadeddin Nüzhet (tz). Türk Şairleri. İstanbul.

Erünsal, İsmail E. (2008). Türk Edebiyatı Tarihinin Arşiv Kaynakları. Harvard University.

Gökyay, Orhan Şaik (1979). “Şair Bâkî Gençliğinde Saraç Çıraklığı Yaptı mı?”. Journal of Tukish Studies 3:125-133.

İpekten, Halûk (2010). Bâkî Hayatı Sanatı Eserleri. 7. bs. Ankara: Akçağ Yay.

İpşirli, Mehmet (hzl.) (1989). Târih-i Selânikî. İstanbul: Edebiyat Fakültesi Yay.

Kaplan, Hasan (2013). Bâkî’nin Ses Dünyası. Doktora Tezi. Ankara: Gazi Üniversitesi.

Kartal, Ahmet (2010). Şiraz’dan İstanbul’a. İstanbul: Kurtuba Yay.

Kesik, Beyhan (2012). “Bazı Şiir Mecmualarından Hareketle Basılı Divanlarda Bulunmayan Bâkî Mahlaslı Şiirler”. Adıyaman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 5 (9): 115-122.

Kesik, Beyhan (2012). “Bir Yazmadan Hareketle Bâkî’nin Yayımlanmamış Şiirleri”. Turkish Studies 7/1 (Winter): 1489-1500.

Kesik, Beyhan (2013). “Bazı Şiir Mecmualarından Hareketle Basılı Divanlarda Bulunmayan Bâkî Mahlaslı Şiirler-II”. Turkish Studies 8/13: 337-350.

Kılıç, Filiz (hzl.) (2010). Âşık Çelebi, Meşâirü’ş-Şu’arâ. İstanbul: İstanbul Araştırmaları Enstitüsü.

Köprülü, M. Fuad (1944). “Bâkî”. İslam Ansiklopedisi. 2. C. İstanbul: Maarif Matbaası. 243-253.

Küçük, Sabahattin (hzl.)  (1994). Bâkî Dîvânı. Ankara: TDK Yay.

Özcan, Abdulkadir (hzl.) (1989). Nevîzâde Atâî, Hadâiku’l-Hakaik fî Tekmileti’ş-Şakaik. İstanbul: Çağrı Yay.

Öztürk, Furkan (2007). Bâkî Divanı Sözlüğü [Bağlamlı Dizin ve İşlevsel Sözlük]. Doktora Tezi. Ankara: Gazi Üniversitesi.

Solmaz, Süleyman (2009). Ahdî ve Gülşen-i Şu’arâsı. http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/belge/1-83501/ahdi---gulsen-i-suara.html [erişim tarihi: 19/10/2013]

Sungurhan Eyduran, Aysun (hzl.)  (2008). Beyânî Tezkiretü’ş-Şu’arâ. http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/belge/1-83502/beyani----tezkiretus-suara.html [erişim tarihi: 19/10/2013]

Sungurhan Eyduran, Aysun (hzl.)  (2009). Kınalızâde Hasan Çelebi Tezkiretü’ş-Şu’arâ.  http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/belge/1-83504/kinalizade-hasan-celebi---tezkiretus-suara.html [erişim tarihi: 19/10/2013]

Şahin, Esma (2011). Bâkî Divanı’na Göre 16. Yüzyıl Osmanlı Toplum Hayatı. Doktora Tezi. İstanbul: İstanbul Üniversitesi.

Şemsettin Sâmi (1996). Kâmûsu’l-A’lâm. C.2.  Ankara: Kaşgar Neşriyat.

Tanpinar, Ahmet Hamdi (1977). Edebiyat Üzerine Makaleler. İstanbul: Dergâh Yay.

Taş, Hakan (2010). “Bâkî’nin Dîvân’da Bulunmayan Bir Gazeli ve Feyzî’nin Nazîresi”. Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi.  (1): 181-192.

Tergip, Ayhan (2010). Bâkî’nin Meâlimü’l-Yakîn Adlı Eseri Üzerinde Dil İncelemesi. Doktora Tezi. İstanbul: İstanbul Üniversitesi.

Zülfe, Ömer (2006). “Yahya Bey’in Bir Gazeline Bâkî’nin İki Tahmisi” Ayla Demiroğlu Kitabı. ed. Adem Ceyhan. İstanbul: Kutup Yıldızı Yay. 413-418. 

Madde Yazım Bilgileri

Yazar: DR. HASAN KAPLAN & PROF. DR. MUHSİN MACİT
Yayın Tarihi: 15.04.2014
Güncelleme Tarihi: 08.02.2022

Eserlerinden Örnekler

Terkîb-bend’den

 Mersiye-i Hazret-i Süleymân Hân

I

Ey pây-bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm ü neng

Tâ key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bî-direng

 

An ol güni ki âhır olup nev-bahâr-ı ömr

Berg-i hazâne dönse gerek rûy-ı lâle-reng

 

Âhır mekânun olsa gerek cür‘a gibi hâk

Devrân elinde irse gerek câm-ı ayşa seng

 

İnsân odur ki âyine-veş kalbi sâf ola

Sînende n’eyler âdem isen kîne-i peleng

 

İbret gözinde niceye dek gaflet uyhusı

Yetmez mi sana vâkı‘a-i Şâh-ı şîr-ceng

 

Ol şeh-süvâr-ı mülk-i sa‘âdet ki rahşına

Cevlân deminde arsa-i âlem gelürdi teng

 

Baş eğdi âb-ı tîğına küffâr-ı Üngürüs

Şemşîri gevherini pesend eyledi Freng

 

Yüz yire kodı lutf ile gül-berg-i ter gibi

Sanduka saldı hâzin-i devrân güher gibi

 

II

Hakka ki zîb ü zînet-i ikbâl ü câh idi

Şâh-ı Sikender-efser ü Dârâ-sipâh idi

 

Gerdûn ayağı tozına eylerdi ser-fürû

Dünyâya hâk-ı bâr-gehi secde-gâh idi

 

Kem-ter gedâyı az atâsı kılurdı bây

Bir lutfı çok mürüvveti çok pâdişâh idi

 

Hâk-i cenâb-ı hazreti der-gâh-ı devleti

Fazl u belâgat ehline ümmîd-gâh idi

 

Hükm-i kazâya virdi rızâyı egerçi kim

Şâh-ı kazâ-tevân u kader-dest-gâh idi

 

Gerdûn-ı dûna zâr ü zebûn oldı sanmanuz

Maksûdı terk-i câh ile kurb-ı İlâh idi

 

Cân u cihânı gözlerimüz görmese n’ola

Rûşen cemâli âleme hurşîd ü mâh idi

 

Hûrşîde baksa gözleri halkun tola gelür

Zîrâ görince hâtıra ol meh-likâ gelür

 

V

Gün toğdı şâh-ı âlem uyanmaz mı hâbdan

Kılmaz mı cilve hayme-i gerdûn-cenâbdan

 

Yollarda kaldı gözlerümüz gelmedi haber

Hâk-i cenâb-ı südde-i devlet-me’âbdan

 

Reng-i izârı gitdi yatur kendü huşk-leb

Şol gül gibi ki ayru düşüpdür gül-âbdan

 

Gâhî hicâb-ı ebre girür Husrevâ felek

Yâd eyledükçe lutfunı terler hicâbdan

 

Tıfl-ı şirişki yirlere girsün du‘âm odur

Her kim gamından ağlamaya şeyh u şâbdan

 

Yansun yakılsun âteş-i hecrünle âfitâb

Derdünle kara çullara girsün sehâbdan

 

Yâd eylesün hünerlerüni kanlar ağlasun

Tîğun boyınca kara batsun kırâbdan

 

Derd ü gamınla çâk-i girîban idüp kalem

Pirâhenini pâralesün gussadan âlem

 

VI

Tîgun içürdi düşmene zahm-ı zebânları

Bahs itmez oldı kimse kesildi lisânları

 

Gördi nihâl-i serv-i ser-efrâz-ı nîzeni

Ser-keşlik adın anmadı bir dahı bânları

 

Her kanda bassa pây-ı semendün nisâr içün

Hânlar yolında cümle revân itdi cânları

 

Deşt-i fenâda murg-ı hevâ turmayup konar

Tîgun Hudâ yolında sebîl itdi kanları

 

Şemşîr gibi rûy-ı zemine taraf taraf

Saldun demür kuşaklı cihân pehlevânları

 

Aldun hezâr büt-gedeyi mescid eyledün

Nâkûs yirlerinde okutdun ezânları

 

Âhır çalındı kûs-ı rahîl itdün irtihâl

Evvel konağun oldı cinân bûstânları

 

Minnet Hudâya iki cihânda kılup sa‘îd

Nâm-ı şerîfin eyledi hem gâzî hem şehîd

(Küçük, Sabahattin (1994). Bâkî Dîvânı. Ankara: TDK Yay. 75-79.)

 

 Gazeller

Ezelden şâh-ı aşkun bende-i fermânıyuz cânâ
Mahabbet mülkinün sultân-ı âlî-şânıyuz cânâ

 

Sehâb-ı lutfun âbın teşne-dillerden dirîğ itme
Bu deştün bağrı yanmış Lâle-i Nu‘mânıyuz cânâ

 

Zamâne bizde gevher sezdüğiçün dil-hırâş eyler
Anun’çün bağrumuz hûndur ma‘ârif kânıyuz cânâ

 

Mükedder kılmasun gerd-i küdûret çeşme-i cânı
Bilürsin âb-ı rûy-ı milket-i Osmânîyüz cânâ

 

Cihânı câm-ı nazmum şi‘r-i Bâkî gibi devr eyler
Bu bezmün şimdi biz de Câmî-i devrânıyuz cânâ

 

2

Fermân-ı aşka cân ile var inkıyâdumuz

Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdumuz

 

Baş egmezüz edânîye dünyâ-yı dûn içün

Allâhadur tevekkülümüz i‘timâdumuz

 

Biz müttekâ-yi zer-keş-i câha tayanmazuz

Hakkun kemâl-i lutfınadur istinâdumuz

 

Zühd u salâha eylemezüz ilticâ hele

Tutdı egerçi âlem-i kevni fesâdumuz

 

Meyden safâ-yı bâtın-ı humdur garaz hemân

Erbâb-ı zahir anlayamazlar murâdumuz

 

Minnet Hudâya devlet-i dünyâ fenâ bulur

Bâkî kalur sahîfe-i âlemde adumuz

 

3

Müje haylin dizer ol gamze-i fettân saf saf

Gûyiyâ cenge turur nîze-güzârân saf saf

 

Seni seyr itmek içün reh-güzer-i gül-şende

İki cânibde turur serv-i hırâmân saf saf

 

Leşger-i eşk-i firâvân ile ceng itmek içün

Gönderür mevclerin lücce-i ummân saf saf

 

Gökde efgân iderek sanma geçer hayl-i küleng

Çekilür kûyına mürgân-ı dil ü cân saf saf

 

Câmi içre göre tâ kimlere hem-zânûsın

Şekl-i sakkâda gezer dîde-i giryân saf saf

 

Ehl-i dil derd ü gamun ni‘metine müstağrık

Dizilürler keremün hânına mihmân saf saf

 

Vasf-ı kaddünle hıram itse alem gibi kalem 

Leşger-i satrı çeker defter ü dîvân saf saf

 

Kûyun etrâfına uşşâk dizilmiş gûyâ

Harem-i Ka‘bede her cânibe erkân saf saf

 

Kadrüni seng-i musallâda bilüp ey Bâkî

Turup el bağlayalar karşuna yârân saf saf

 

4

Reh-i mey-hâneyi kat‘ itdi tîg-i kahrı sultânun

Su gibi arasın kesdi Sıtanbûl u Kalâtânun

 

Miyân-ı âb u âteş oldı cây-ı keştî-i sahbâ

Baturdı rüzgâr âyîn-i ayşın bezm-i rindânun

 

Yakan âb üzre âteş sanmanuz keştî-i sahbâyı

Şu‘â‘-i tîg-i kahrından tutışdı Şeh Süleymânun

 

Hilâl-âsâ fürûzân oldı bahr-i nîl-gûn üzre

Şafakdan dem urur âb-ı şarâb-âlûdı deryânun

 

Semâ‘-ı çeng ü nây u devr-i sâgar devleti döndi

Safâsın süre gör ey sofî-i sâlūs devrânun

 

Şarâb-ı nâbdan humlar tehî hum-hâneler tenhâ

Aceb hâlîligin buldı riyâ ehli bu meydânun

 

Şu meclis içre kim da’im tokuz peymâne devr eyler

Ne denlü ola ey Bâkî zamân-ı ayşı insânun

 

5

Nâm u nişâne kalmadı fasl-ı bahardan

Düşdi çemende berg-i dıraht itibardan

 

Eşcâr-ı bâğ hırka-i tecrîde girdiler

Bâd-ı hazân çemende el aldı çenârdan

 

Her yanadan ayağına altun akup gelür

Eşcâr-ı bâğ himmet umar cûy-bârdan

 

Sahn-ı çemende turma salınsun sabâ ile

Âzâdedür nihâl bu gün berg ü bardan

 

Bâkî çemende haylî perîşân imiş varak 

Benzer ki bir şikâyeti var rûzgârdan

 

6

Hoş geldi bana mey-gedenün âb u hevâsı
Va’llâhi güzel yirde yapılmış yıkılası

 

Men eyler imiş mes’ele-i aşkı müderris
Ey hâce anun var ise yaklaşdı kazâsı

 

Gitmez o mehün râ gibi hançer kemerinden
Üftâdelerin öldürür âh işte burası

 

Zîbâ yaraşur hil‘at-i nâz o boyı serve
İki kolumı kılsam ana bel tolaması

 

Dikkatler ile seyr iderüz yâri ser-â-pâ
Görmez mi idük biz de eger olsa vefâsı

 

Dünyâ deger ol mâh-likâ dil-ber-i garrâ
Yûsufda dahı yokdur anun hüsn ü bahâsı

 

Meddâh olalı çeşm-i gazâlânene Bâkî
Öğrendi gazel tarzını Rûmun şu’arâsı

(Küçük, Sabahattin (hzl.) (1994). Bâkî Dîvânı. Ankara: TDK Yay.)


İlişkili Maddeler

Sn.Madde AdıD.Tarihi / Ö.TarihiBenzerlikİncele
1Osman Tuğlud. 31 Ekim 1960 - ö. ?Doğum YeriGörüntüle
2İrem Uşard. 23 Temmuz 1975 - ö. ?Doğum YeriGörüntüle
3Güzide Erdemd. 08 Ocak 1969 - ö. ?Doğum YeriGörüntüle
4KEMÂL, Kemâl Ahmed Deded. 1526-27(?) - ö. 1601-02 veya 1615 (?)Doğum YılıGörüntüle
5AHMED, İskender Paşa-zâde Ahmed Paşa B. İskender Paşad. 1526 - ö. 1587Doğum YılıGörüntüle
6İLMÎ, İlmî-i Nâzikd. ? - ö. 1600Ölüm YılıGörüntüle
7MAKSADÎd. ? - ö. 1600 yılından sonraÖlüm YılıGörüntüle
8ÂLÎ/ÇEŞMÎ, Gelibolulu Mustafad. 1541 - ö. 1600Ölüm YılıGörüntüle
9AZMÎ, Murad Çelebid. ? - ö. 1607Alan/Yüzyıl/SahaGörüntüle
10KIVÂMÎ, KIVÂMÎ BEYd. ? - ö. ?Alan/Yüzyıl/SahaGörüntüle
11NİYÂZÎ, Niyâzî Çelebi, Niyâzî-i Sirozîd. ? - ö. ?Alan/Yüzyıl/SahaGörüntüle
12SÂFÎ, Karaca Ahmed-zâde Ahmed Sâfî Efendid. ? - ö. 1597-98Madde AdıGörüntüle
13ŞEMSÎ, Şemsî-i Edvârîd. ? - ö. ?Madde AdıGörüntüle
14HALÎLd. ? - ö. 1721-22Madde AdıGörüntüle