Madde Detay
NÂBÎ, Yûsuf Nâbî Efendi
(d. 1052/1642 - ö. 1124/1712)
divan şairi
(Divan/Yazılı Edebiyat / 17. Yüzyıl / Anadolu-Osmanlı-Türkiye)
ISBN: 978-9944-237-86-4
Asıl adı Yusuf olan Nâbî,
1642 yılında eski adı Ruhâ olan Urfa’da doğdu. Gaffarzâde veya Karakapıcılar
ailesine mensup olduğu hakkında söylentiler vardır. Kardeşi Seyyid Ahmed’in el
yazması bir el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye’nin
iç kapağına yazdığı kayıttan anlaşıldığına göre babasının adı Seyyid Mustafa,
dedesi Seyyid Mahmud, dedesinin babası Seyyid Muhammed Bâkır ve onun babası
Şeyh Ahmed-i Nakşibendî’dir. Gençliğinde ciddî bir eğitim aldığı sanılan
şairin Yakup Kalfa adındaki bir Kadirî şeyhine bağlı olduğu rivayet edilir (Karahan
1987: 23). Çocukluk yıllarını Urfa’da geçiren Nâbî, Bir rivayete göre, erginlik yaşlarında iken Yâkub Halife
adında bir şeyhe intisap ederek tasavvufa yönelmiş, bir süre çobanlığını
yaptığı bu şeyh onu İstanbul’a gitmesi için teşvik etmiş, bir başka rivayete
göre ise Urfa’da arzuhalcilikle meşgulken mutasarrıfın dikkatini çekerek onun
telkiniyle 1076’da (1666) İstanbul’a gitmiştir (Karahan 2006: 258).
İstanbul’daki ilk yıllarında sıkıntı çeken şair, Musahip Mustafa Paşa’yla tanışması
ile hayatı değişti. Kısa zamanda Musahip Mustafa Paşa tarafından divan kâtibi
görevine getirildi. Nâbî’nin divan kâtibi olması, onun saray çevresinde kabul
görmesini kolaylaştırmıştır. IV. Mehmed’in Edirne sarayına gidişinde yanına
aldığı şair bunun yanında padişahın av partilerine katılmış 1672’de Lehistan
Seferi’nde bulunarak Kamaniçe’nin fethi
üzerine ilk müstakil eseri olan Fetihnâme-i
Kamaniçe’yi kaleme almıştır. 1679 yılında hacca gitmeye niyetlenen şaire
padişah tarafından yolda rahat etmesi için bir ferman verildi. Nâbî hacca
giderken Râmi Mehmed Paşa’yı da yanına alarak resmî hac güzergâhından farklı olarak
Urfa üzerinden Medine’ye varmıştır. Hac dönüşünde Mustafa Paşa’ya kethüda olan
Nâbî, hac yolculuğunu anlattığı Tuhfetü’l-Harameyn adlı eserini bu dönemde yazdı. Musahip Mustafa
Paşa’nın Kapudan-ı Derya’lık göreviyle İstanbul’dan uzaklaştırılmasıyla Nâbî de
Paşa’yla birlikte Mora’ya gitti (Bilkan 2014: 27). Burada bir süre kalan şair, Paşa ile birlikte yeniden
İstanbul’a döndü. Paşa’nın 1687
yılında vefatı üzerine İstanbul’dan ayrılarak Halep’e yerleşti (Üstüner 2017: 1). Halep’e geldiği sırada, 45-46 yaşlarında olan
Nâbî’nin, 1100/1687 ile 1122/1710 yılları arasında, 23 yılı aşan bir süre
burada yaşaması, bir bakıma şairin gözden uzak bir yerde “kenara çekilme” tavrı
olarak yorumlanmaktadır (Bilkan
2014: 27). Halep’te evlenerek Vali Silahdar İbrahim Paşa’nın
himayesine giren şair, onun yakın ilgisiyle rahat bir hayat yaşar. Silahdar
İbrahim Paşa’nın gayreti ile şairin divanı tertip edilir. Nâbî, Halep’te doğan
oğlu Ebulhayr için 1701 yılında Hayriyye’yi nazmeder. Halep’te iken devletin
merkezinde olup bitenleri yakından takip eden Nâbî, II. Süleyman’ın (1687) ve II. Ahmed’in (1691) tahta çıkışlarına sessiz
kaldığı halde II. Mustafa’nın tahta çıkışını bir cülus kasidesi
ile tebrik etmiştir.
Halep’te sâkin bir hayat
süren şairin huzuru Çorlulu Ali Paşa’nın 1706’da sadarete
getirilmesi ile bozulur. Kendisine devletten bağlanan aylığın kesilmesi ile
beraber evi de elinden alınır. Bu sıkıntı Baltacı Mehmed Paşa’nın Halep Beylerbeyi olarak atanması ile son bulur.
Baltacı Mehmet Paşa ile beraber İstanbul’a dönen Nâbî, önce darphane eminliğine ardından da
başmukabelecilik mansıplarına getirildi. İstanbul’a geldiği yıllarda yaşı hayli
ilerlemiş olan şair, Halep’ten
döndükten iki yıl sonra, 3 Rebiulevvel 1124/12 Nisan1712 tarihinde vefât etti.
Nâbî’nin kabri, Üsküdar’da Karacaahmet Mezarlığındadır.
1.Divan: Birçok nüshası bulunan, Kahire’de (Bulak 1257) ve
İstanbul’da (1292) basılan divanın en eski nüshası 1107 (1696) tarihli olup
İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde kayıtlıdır (TY, nr. 5575). Şiir sayısı ve
nitelik bakımından en mükemmeli ise Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki (nr. 1118)
1117 (1706) istinsah tarihli nüshadır (Karahan 2006: 259). Bu nüshada 29
kaside, 888 gazel, 1 terkibibend, 5 tahmîs, 156 tarih, 10 mesnevi, 114 kıta,
218 rubâî, 61 matla‘, 74 müfred, 186 muamma ve 30 lugaz bulunmaktadır
(Bilkan.1997). Divân, Silahdâr İbrahim Paşa’nın
isteği üzerine tertip edilmiş olup “tevhîd” kasidesi ile başlamaktadır. Divânın gazeliyât bölümünde, kafiye
harfleri değiştikçe araya bir rubâ’î yazılması da Nâbî Divânı’na has bir
özelliktir. Kasideler bölümünde, 4 nat, 1
Çehâr-yâr medhiyesi, Muhyiddin-i Arabî ve Mevlânâ medhiyeleri, II. Sultan
Mustafa ve III. Sultan Ahmed için cülûsiye, Musahib Mustafa Paşa’ya îdiye ve
azliye, Sadrazam Amca-zâde Hüseyin Paşa’ya yazılmış sulhiye yer almaktadır.
Nâbî, Kırım Hânı Devlet Giray, Sadrazam Daltaban Mustafa Paşa, Sadrazam Râmî
Muhammed Paşa, Teberdâr Muhammed Paşa, Silahdâr Ali Paşa, Musahib Mustafa Paşa,
Vezir Cafer Paşa gibi sadrazam ve vezirler için yazılmış kasideler mevcuttur. Nâbî,
Rûhî-i Bağdâdî, Bahâyî, Fuzûlî ve Habeşî-zâde Rahîmî gibi sanatçıların
gazellerine tahmisler yazdı (Bilkan 1997: I/172-178). Divân’ın gazeliyât
bölümünde, kafiye harfleri değiştikçe araya bir rubâ’î yazılması da Nâbî
Divânı’na has bir özelliktir. Divân, şairin Halep’te bulunduğu sırada tertip
edildi.
2. Farsça Dîvânçe:
Türkçe divanın sonunda “Dîvançe-i Gazeliyyât-ı Fârisî” başlığı ile yer alır
(İstanbul 1292). Mevcut
bulunan yazma ve matbu nüshalarında, uzunlukları ortalama 7 ile 10 beyit
arasında değişen 33 gazel ile Mevlânâ, Molla Câmî, Hâfız, Sâib-i Tebrîzî, I.
Sultan Selim, Feyzî-i Hindî, Şifâî, Urfî, Kelîm, Nazîrî, Şevket, Meylî, Garibî
ve Tâlib gibi pek çoğu İran şairi olan ünlü şairlerin gazellerine nazire olarak
yazdığı 20 tahmis, mesnevi tarzında yazılmış iki küçük Türkçe hikâye 48 ve
tarih düşürülmüş kıt’a mevcuttur. Dolayısıyla şairin Farsça şiirlerinin önemli
bir kısmı gazellerden diğer kısmı da tahmislerden oluşmaktadır. Gazeller toplam
222 beyit, tahmisler ise toplam 540 beyittir. Divânçe’de yer alan şiirler
kafiye fihristine göre alfabetik olarak tertip edilmiştir. Nâbî’nin Türkçe
Divânı’ndaki manzumeler arasında çeşitli nazım şekilleriyle yazılmış (Farsça
Divânçenin dışında) 30 civarında Farsça şiir de yer almaktadır (Ördek 2012:
28).
3. Hayriyye: Hayriyye-i Nâbî olarak da bilinen eser, şairin en
çok tanınan eseridir. Nâbî, 1701 yılında oğlu Ebulhayr Mehmet Çelebi için
yazmıştır (Kaplan 1995). Nâbî, oğluna
güzel ahlak sahibi olması konusunda öğütler vermekle beraber, birçok sosyal ve
siyasi olayı da açık bir dille ifade ederek sosyal bir eleştiri yapar. Otuz beş
bölümden oluşan eser 1660 beyit olup aruzun fe’ilâtün fe’ilâtün fe’ilün kalıbı ile yazılmıştır. Nâbî,
eserde kendi durumunu anlattıktan sonra, oğluna dini konularda uyması gereken
kaideleri telkin eder. Eserde ilmin değeri, Allah’ı bilme, irfan yolu gibi
konulardan sonra İstanbul’un güzellikleri anlatılır. Akabinde Alay ve mizahın
zararları, cömertlik, güzel ahlak, dedikodunun, fal ve yıldızların içki ve
uyuşturucunun, süs ve ziynetin, yalanın vb zararları, ayanın zulmü, güzel söz
ve şiir, sabır, ziraat, paşaların durumu gibi konular işlenir. Nabi’nin bu
eseri yazmaktaki asıl amacı sosyal ve siyasi tenkitlerini dile getirmektir.
Nabi, devrin kötülüklerini ve ahlaksız tiplerini hicvederken çok defa esprili
bir dil kullanmıştır. Müflis devlet adamlarının sahte bir haşmet içindeki
gülünç ıstıraplarını, rüşvetçi kadıları, cahil doktorları zarif bir şekilde
canlandırmıştır. Nabi hadiselerin müspet ve maddi tahliline girerek İslam
ahlakını akıl ve mantıkla perçinlemiştir. Eserde insanı hayata ve tabiat
sevgisine, çalışmaya, bütün insani fazilet ve meziyetleri kazanmaya sevk eden
bir ruh olmakla beraber, pasif karakter daha kuvvetlidir. Yapmaktan çok
sakınmayı öğütlemiştir (Kocatürk 1964: 432).
4.Hayrâbâd:
yüzyılın en çok okunan ve beğenilen eseri olmakla birlikte Şeyh Galib’in
Hüsn ü Aşk’ı yazmasına da vesile olan bir mesnevidir (Türkdoğan-Koç 2013: 14). Hayrâbâd, esas olarak Feridüddin
Attar’ın (ö.1230) İlahiname adlı eserindeki “Hikâyet-i Fahrüddin-i Gürgani ve
Padişah Kölesi” adlı hikâyenin genişletilmiş şeklidir. Nâbî bu eseri 1705
yılında Halep’te kaleme almıştır. Beyit sayısı nüshalarda farklı olmakla
beraber ortalama 1955 civarındadır. Eser, aruzun “mef’ûlü mefailün fe’ûlün”
kalıbıyla yazılmıştır. Hayrâbâd, tertip açısından klasik mesnevi yazıcılığının
şekil özelliklerini gösterir. Eser, “besmele” ile başlamaktadır. 1-79. beyitler
arasında Tevhîd; 79-195. beyitlerde “Na‘t-i Fahr-i Mevcûdât”; 195-462. beyitler
arasında da “Makâle-i Mi‘râciyye” bölümleri yer alır. Giriş mahiyetindeki bu
bölümlerin, dini türlerin genel üslup özelliğine uygun olarak, son derece ağır,
sanatkârâne, tumturaklı bir dille kaleme alındığı görülmektedir. Nâbî’nin Hayrâbâd’ındaki
olaylar, Şeyh Attâr’ın eseriyle hemen hemen aynı olup sadece kahramanların
isimleri farklıdır. Gürgân padişahının adı “Hurrem Şâh”, kölenin adı
“Câvid” ve Fahreddin-i Gürgânî’nin adı ise “Cürcân padişahı Fahr” olarak
değiştirilmiştir.
5.Surname: Eser IV. Mehmet’in emriyle şehzadeleri Mustafa ve
Ahmet’in sünnetleri münasebetiyle 1675 yılında yazılmış olup 587 beyittir. İlk
olarak Âgah Sırrı Levend tarafından neşredilen (Levend 1944) eser mesnevi nazım şekliyle ve
aruzun fe’ilâtün fe’ilâtün fe’ilün kalıbıyla yazılmıştır. Tevhid, na’t ve
medhiyelerle başlayan eserde, IV. Mehmed’in şehzadeleri için Edirne’de yapılan
sünnet düğünü hazırlıkları, sadrazam ve vezirlerin getirdiği hediyeler, yemek
ve ikrâmlar, on beş gün devam eden şenlikler, mevlit ve sünnet töreni ayrıntılı
bir biçimde anlatılmaktadır. (Arslan 2008: 59).
6. Tercüme-i
Hadîs-i Erba’în (Kırk Hadis Tercümesi): Nâbî’nin, İran şairi Molla Câmî’nin “Hadîs-i Erba’în” adlı
eserinden tercüme ettiği eser ‘fe’ilâtün mefâ’ilün fe’ilün’ vezniyle yazılmıştır.
Tercüme-i Hadîs-i Erba’în, manzum bir mukaddimeyle başlamış ardından hadisler
Arapça metniyle verilmiş sonra da manzum tercümeleri ve açıklamaları
yapılmıştır. Hadislerin tercümesi kıt’alar halindedir, toplam kırk iki kıt’a
mevcuttur. Nâbi, bu eserinde oldukça sade bir dil kullanmıştır. Abdülkadir
Karahan, eserin sonunda yer alan tarih düşürülmüş bir kıt’anın iki şekilde
yorumlanabileceğini söyleyerek eserin telif tarihinin 1097/1686-87 veya
1085/1674-75 olabileceğini belirtmektedir. Necip Asım tarafından Millî
Tetebbular Mecmuası’nda yayınlanmıştır. Ayrıca Abdülkadir Karahan da “Türk
Edebiyatında Kırk Hadis” (Karahan 1952; 1991) adlı eserinde manzum kırk hadis
tercümesini incelemiştir.
7. Tuhfetü’l-Harameyn: Nâbi’nin,
Musahib Mustafa Paşa’nın desteğiyle, 1090/1679 yılında gittiği Hac yolculuğunu
anlattığı seyahatname türü mensur eseridir. Şair hac yolculuğuna İstanbul’da nasıl başladığını,
konakladığı menzilleri, memleketi olan Urfa’ya varışını, Suriye, Filistin,
Mısır ve nihayet Mekke’ye gidişini ayrıntılı bir şekilde anlatır. Mekke’den
itibaren haccı eda ederken bütün kutsal yerleri tanıtmış ve bu ibadetin bütün
gereklerini anlatmış olan Nâbî, Medine’ye yaptığı ziyareti de bütün
teferruatıyla dile getirmiştir (Kalkışım 1988: 14; Turan 1995: 28; Coşkun 52).
Tuhfetü’l- Harameyn, oldukça sanatlı bir dille kaleme alınmış olup, pek çok
Türkçe, Farsça, Arapça beyit ve mısralarla süslenmiştir. Eser dil yönüyle,
Nâbî’nin diğer bütün eserlerinden daha ağdalı ve süslüdür. Ancak şairin üslubu,
eseri sürükleyici kılmış ve eserin halk tarafından okunmasını sağlamıştır.
Eser, 1265 (1849) yılında 112 sayfa olarak Matba’a-i Âmire’de basılmıştır.
8. Münşeât:
Nâbî’nin mektuplarını ihtivâ eden eser, şairin vefâtından sonra, Şehîd Ali
Paşa’nın tezkirecisi olan Habeşî-zâde Abdurrahîm Çelebi tarafından, Paşa’nın
emriyle bir araya toplandı. Münşeât’ta
yer alan mektuplar, Nâbî’nin hayatının yaklaşık olarak elli (50) yılına
yayılmış mektuplardır. Dolayısıyla bu metinler, onun hayatı boyunca yapıp
ettiklerini, muhatap, dost ve düşmanlarını, his, hayal ve düşüncelerini
aksettirmesi bakımından oldukça önemlidir. Nâbî’nin mektuplarındaki muhatapları
toplumun her kesiminden tanıdık kişilerdir. Bu kişiler, çoğunlukla yönetici
insanlardır. Bunlar arasında Vezir Ali Paşa, Halep Muhafızı Mehmet Paşa, Halep
Muhafızı Silahtar İbrahim Paşa, Halep Valisi İbrahim Paşa, Damat Ali Paşa, Râmî
Paşa, Refia Efendi, Boz-oklu Mustafa Paşa, Çorlulu Ali Paşa, Şeyhülislâm Mehmet
Sadık Efendi, Defterdar İsmail Efendi, Mîr-i Mîrân Abdülbâkî Paşa, Arif Efendi,
Tevkiî Süleyman Paşa, Hamevî Ali Efendi, Baltacı Mehmet Paşa, Mehmet Paşa-zâde
Yusuf Beg, Diyarbakır Valisi Yusuf Paşa, Bâkî Paşanın Dîvân Efendisi Enis
Çelebi, Habeşî-zâde, Erzurum Muhafızı İbrahim Paşa, Veziriazam Ammî-zâde
Hüseyin Paşa, Maktûl Mustafa Paşa-zâde Ali Paşa, Mîr-zâ Efendi, Köprülü-zâde
Esad Beg, Kastamonu Mütesellimi Halil Ağa yer almaktadır. Derviş Salih Bey,
Sabit Efendi, Şair Mosis, Kâtip Ledünnî gibi bazı şair ve edipler de onun
mektuplaştığı kişilerdendir. Bu kişilerden hareketle mektupların sadaret
makamına ya da önemli devlet yöneticilerine gönderilmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Ayrıca Nâbî’nin sıradan insanlara göndermiş olduğu mektuplar da vardır (Oktay
2014: 32). Nâbî, mektuplarında nazım ve nesir alanında eserler veren kişiler
ile saz şairlerini övmüş, onlara adeta üstatlık etmiştir. Bir taraftan nesir
alanında eğiticilik yaparken bir taraftan muhatabının şiirlerinden zevk
aldığını belirtmiştir. Ayrıca Nâbî, saz şairleri ile de mektuplaşmakta, onların
eserlerini takip ettiğini ve bu eserlerden zevk aldığını beyan etmektedir.
Münşeât genelde Nâbî’nin kendi isteğiyle yazdığı mektuplardan oluşmaktadır.
Ancak bazıları, Nâbî’nin bizzat kendi isteğiyle değil, ona birilerinin rica
etmesiyle yazılmıştır.
9. Zeyl-i Siyer-i Veysî: San’atlı
divan nesrinin tanınmış isimlerinde Veysî, (ö. 1628) Siyer’inde, Hz.Muhammed’in
hayatını, Bedir Savaşına kadar yazmış; Nâbî buna, Mekke’nin fethine kadar olan
kısmı yazarak ilave etmiştir. Kronolojik bir sıra ile devam eden eserde Uhud
Savaşı, Hendek Savaşı, Hudeybiye Antlaşması, çevre ülkelere İslam’a davet
mektuplarının gönderilmesi, Kaza Umresi, Hayber’in Fethi, Mute Savaşı gibi
konular esas teşkil etmekle birlikte aradaki küçük gazveler, doğum, izdivaç vb.
konular da anlatılmıştır. Eserden söz eden kimi kaynaklar eserin Mekke’nin
Fethi’ne kadar yazılıp tamamlandığı konusunda bilgi vermektedir. Eser Mekke’nin
Fethi’nin anlatımı ile biter (Altunmeral 2015: 24). Eser 1103/1692 yılında
kaleme alınmıştır.
10. Fetih-nâme-i
Kamaniçe: İlk olarak, Tercümân-ı Ahvâl Matbaasında
“Târih-i Kamaniçe” adıyla 1284 (1867) yılında İstanbul’da basılan eser, 1082
(1671) yılında IV. Mehmed’in Lehistan’a yaptığı sefer sırasında yazılmıştır.
Nâbî, 1672’de alınan kaleye IV. Medmed ile beraber girmiş ve Musâhip Mustafa
Paşa’nın isteği üzerine gaza-nâmeyi yazmıştır. Nâbî kalenin fethinden sonra,
yazdığı tarihin kale kapısına kazdırıldığını da belirtir. Eser, toplam 84 sayfadır.
Eserde yer yer manzumeler de bulunmaktadır (Yalçınkaya 2012: 23).
Gerek manzum gerek mensur eserleriyle
17. Yüzyılın ikinci yarısında yer alan, Divan şairlerinin en önde gelen
isimlerinden biri olan Nâbî hakkında bilgi veren kaynakların çoğu, onun
Divan edebiyatının klasik devrinin son büyük temsilcisi olduğu fikrinde
birleşirler. Nâbî hakkında bilgi veren tezkireler, genellikle
şair hakkında övgü dolu cümleler kullanırlar. Safâyî, Nâbî’yi zamanın melikü’ş-şua’râsı
olarak gösterirken, onun bilgisinden, olgunluğundan, kusursuz ve güzel söz
söylemekteki ustalığından ve devletin ileri gelenlerinin meclislerindeki hoş
sohbeti ve nüktedanlığı nedeniyle aranan bir kişi olarak söz eder (Çapan 2005:
628). Sâlim de Nâbî’yi Divan şiirinin melikü’ş-şua’râsı
olarak gösterirken, onun zamanının bulanmaz şairi (şâir-i nâ-yâb), eserlerinin
ise dillere destan olduğunu ve bütün dünya tarafından bilindiğini söyledikten
sonra şairin tasavvufî bilgisinin derinliğine işaret ederek, Nabî’nin ilim ve
irfanının sanat gücünden daha fazla olduğunu belirtir (İnce 2005: 631).
Nâbî’nin şiirlerinde ilk göze batan şey,
fevkalade kolay şiir nazmetmiş olmasıdır. Nâbî’nin şiirini incelerken doğal
olarak kasideleri ile gazellerini birbirinden ayırmak gerekecektir. Zira şair,
Divan’ındaki şiirlerinden de görüleceği gibi esas kişiliğini gazellerinde
göstermiştir. Kasideleri ise şairin karakteristik ruhuna biraz aykırı
gelebilecek kusurlar mevcuttur. Nâbî’nin kasidelerinde Vasfi Mahir Kocatürk’ün de değindiği gibi Bâkî ve Nef’î ihtişamı yoktur (Kocatürk 1964: 458). Nabî
nesib bölümlerinde tabiat tasvirlerinden çok içtimai hayat teferruatına
girmekte, yer yer devrin siyasî tablolarını çizmektedir. Nâbî’nin kasidelerinin
bir diğer özelliği de, devlet adamlarını övmede klasik klişeye tamamen uymakla
birlikte haklı ve ahlaki görmediği abartmalara fazla yer vermemiş olmasıdır. O
daha çok buralarda devletin ve milletin durumunu açıkça ortaya koyma yoluna
gitmiştir. Gibb, Nâbî’nin kasidelerini lüzumsuz ve zorlama şeklinde olduğunu
bundan dolayı da bu nazım şeklinin Nâbî’ye uygun olmadığını söylerken tevhid,
na’t, sulhiyye ve azliyye gibi kasidelerini
bu görüşün dışında koyar (Gibb 1999: 235). Nâbî, kasidelerinin nesib bölümlerinde çevre
tasvirlerinden ziyade ‘fikrî’ tahlil ve hikemî anlatıma yer vererek, bu
husiyetiyle kaside geleneği içerisinde özel bir tavır sergiler. Medhiyyeler
daha samimi bir anlatımla yazılmış, Fahriyyeler ise oldukça kısa tutulmuştur.
Nâbî’nin gazellerinde ise bariz bir
çeşitlilik göze çarpmaktadır. Gazellerinin bazılarında Fuzûlî’deki içtenlik, duygululuk, bazılarında
Nâ’ilî’deki kanaatkârlık, bazılarında Nef’î’deki isyânkarlık, bazılarında Ruhî’deki
içtimai tenkid özellikleri görülmekle beraber, şair bütün bu özellikleri
harmanlayarak daha sonraları Nâbî üslubu olarak anılacak kendine has bir üslup
geliştirmiştir. Nâbî’yi edebiyat tarihimizde en önemli şair yapan tarafı da
budur. Nâbî’nin şiirleri incelendiği zaman
döneminin toplum yapısının tezahürlerinin bir yansıması olarak görülecektir.
Nâbî’yi Nâbî yapan bu özellik Nâbî’nin gözünden Osmanlı toplumunun içinde
bulunduğu durumu gözler önüne sermektedir. Onun şiirlerinde bazen eleştirilerde
bulunup ferahlamak, bazen şikâyetlerle gönlündekileri etrafındaki bulunanlara
duyurmak, bazen tevekkülle olayları göğüslemek, bazen de hikmetle yoğrulmuş
düşünce ve görüşlerle onlara ibretle bakmak vb. özellikler ön plana
çıkmaktadır. Nâbî’nin sosyal, ahlakî ve didaktik konuları
işleyip içinde yaşadığı muhitin kusurlarını, haksızlıklarını, sorunlarını
eleştirmesi çağına nisbetle bir yenilik olarak görülmüş; devletin ve halkın
gittikçe güçleşen ekonomik durumlarıyla gün geçtikçe daha da bozulan düzenin
sahip olduğu huzursuzluk Nâbî tarzı şiir alanında şairleri de teşvik etmiştir.
Nâbî’nin gerek şiirlerine ve gerekse şairlik
karakterine baktığımız zaman, dil ve içerik bakımından tamamen kendine ait,
benzeri olmayan yeni bir üslup arayışı içinde olduğunu ve bu üslubu da hikemî
tarzla isimlendirdiğini görmekteyiz. Nâbî’de hem geleneksel Divan şiiri karakterine hem de kendi yaşadığı dönemde
ortaya çıkan ve şairlerin büyük çoğunluğunu etkisi altına alan Sebk-i Hindî üslubuna tepki göstererek, kendi tarzının
niteliklerini sergilemeye başlamıştır. İlk olarak şiire fazla yabancı kelime
girmesine tepki göstermiş, sonra da yabancı dilden şiir tercümelerini
eleştirmiştir. Daha sonra şiirin şekil ve muhteviyatına inerek, Sebk-i
Hindî’nin en büyük özelliği olan söz sanatları ve anlaşılmazlığı eleştirip şiirde
sanattan ziyade muhteviyata, düşünmeye ve düşündürmeye ağırlık veren tarzı
ortaya koymuştur. Nâbî’nin ‘usandık’ redifli gazeli tamamen eski geleneğe
tamamen bir başkaldırı özelliği sergilemesi bakımından çok önemlidir (Erkal
2019: 310).
Nâbî’nin gerek şiirlerinde, dil ve içerik
bakımından tamamen kendine ait, benzeri olmayan yeni bir üslup arayışı içinde
olduğunu ve bu üslubu da hikemî tarzla
isimlendirdiğini görmekteyiz. Hikemî şiirin kaynaklarına indiğimiz zaman,
doğrudan doğruya Osmanlı toplumunun içinde bulunduğu durumla doğru orantılı
olarak geliştiğini görmekteyiz. Bu durumu impressionistlerin ortaya attığı sanat-obje ilişkisi içinde düşünürsek
daha net sonuçlara ulaşabiliriz (Erkal 2018: 336). Burada ifade edilen obje,
Nâbî’de toplum dolayısıyla da insandır.
Osmanlı toplumunun içinde bulunduğu siyasî ve malî bunalımlar, huzursuzluk,
rüşvet, siyasî çalkantılar toplumun yaşantısını alt üst etmiş ve sonuç olarak
da bir çöküşe doğru gitmiştir. Nâbî bu noktadan hareketle insanlara bilgi
vermek, nasihat etmek amacıyla didaktik mahiyette yazdığı şiirlerine ‘hikemî şiir’ adını vermiştir. Hikmetli söyleyiş,
aslında bütün Divan şairlerinde az-çok mevcuttur. Yalnız Nâbî, bu söyleyişi emsallerinden gözle
görülür derecede farklı bir şekilde sanatın gayesi haline getirince bir inkılap
yapmıştır (Yorulmaz 1996: 29). Hikemî şiirde Nâbî’nin ekol sahibi oluşu, ‘düşünmeye ve
düşündürmeye ağırlık veren bir sanat anlayışıyla yakından ilgilidir (Mengi
1991: 131). Nâbî, hikemî şiirlerinde özlü söz söylemeye
önem göstermiş ve bunu yaparken de atasözü ve deyimlere sık sık başvurmuştur.
Bunun yanında ‘berceste’ dediğimiz, az şeyle çok şey anlatmak, alışılmışın
üstende söz söylemek gibi bir üslupla şiirlerini yoğunlaştırmıştır. Nâbî’nin yetiştiği toplum İslam toplumu
olduğu için, bu toplumsal yapının bir bireyi olarak geleneksel değerlerin
sarsılması, şair üzerinde tedirginlik, kötümserlik, eleştiri ve yergi biçiminde
etkisini göstermiştir. Bu nedenle de hikemî şiirlerinde ahlâki değerlere önem
veren ve bunlara sahip çıkan Nâbî, bu şiirleriyle halkı bilinçlendirmeyi
amaçlamıştır. Mine Mengi’nin tespitlerine göre Nâbî’nin bu tür şiirlerinde kötülüğe,
haksızlığa karşı isyan veya mücadele ruhu görülmemektedir. Nâbî’nin ruhuna da
aykırı olan bu davranış, bu tür durumlara karşı mücadeleden ziyade sakınmayı
amaçlamaktadır (Mengi 1978: 180).
Kaynakça
Altunmeral, Mehmet (2015), Nâbi’nin Zeyl-i Siyer-i Veysî’si, -İnceleme-metin-, Balıkesir Üni.,
Sosyal Bilimler Enst. Doktora tezi, Balıkesir.
Arslan,
Mehmet (2008), Osmanlı Saray Düğünleri ve
Şenlikleri –Manzum Surnâmeler-, İstanbul: Sarayburnu kitaplığı.
Bilkan, Ali Fuat (2014), “Nâbi’nin Halep’i”, Nâbi,
Sempozyum Bildirileri, Ankara: AKM Yay.
Bilkan, Ali Fuat (hzl.) (1997). Nâbî Divânı. C. I-II .
İstanbul: MEB. Yay.
Coşkun,
Menderes (2002), Manzum ve Mensur Osmanlı Hac Seyahatnameleri ve Nâbî’nin
Tuhfetü‟l-Harameyn’i, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Çapan,
Pervin (2005), Mustafa Safâyi Efendi,
Tezkire-i Safâyi, Ankara: AKM Yay.
Erkal,
Abdulkadir (2018), Divan Şiiri Poetikası
(17. Yüzyıl), Ankara: Altınordu Yay.
Erkal,
Abdulkadir (2019), “Orta-Klasik Dönem: Şiir”, Türk Edebiyatı Tarihi, C.2, İzmir: Kültür Babanlığı Yay.
Gibb,
E.J. Wilkinson (1999), Osmanlı Şiiri
Tarihi, 2C, (çev. Ali Çavuşoğlu), Ankara: Akçağ Yay.
Gökcen,
Melike-Koç, Hamza (2018), Nâbi, Hayrâbâd,
https://ekitap.ktb.gov.tr/Eklenti/59849,nabi-hayrabadpdf.pdf?0
İnce,
Adnan (2005), Tezkiretü’ş-Şuarâ, Sâlim
Efendi, Ankara: AKM Yay.
Kalkışım,
Muhsin (1988), Nâbi’nin
Tuhfetü’l-Harâmeyn’i Dil İncelemesi, Metin, İndeks, Atatürk Üni., Sosyal
Bilimler Enst. Yüksek Lisans Tezi, Erzurum.
Kaplan,
Mahmut (1995), Hayriyye-i Nabi,
Ankara: AKM Yay.
Karahan,
Abdülkadir (1952), "Câmi'nin Hadis-i
Arba'in'i ve Türkçe Tercümeleri” Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C.IV, s.4,
s.345-371.
Karahan, Abdülkadir (1987), Nâbî. Ankara : Kültür Bakanlığı Yay.
Karahan, Abdülkadir (1991). İslam-Türk Edebiyatında Kırk Hadis.
Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.
Karahan, Abdulkadir (2006), “Nâbi”, DİA,
C.32, s.258-260, İstanbul.
Kocatürk,
V. Mahir (1964), Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul:
Edebiyat Yayınevi.
Levend, Âgah Sırrı (1944), Nâbî’nin Sûrnâmesi, İstanbul:
Burhaneddin Matbaası.
Mengi,
Mine (1978), “Çağının İnsanı Olarak Nâbî”,
Ömer Asım Aksoy Armağanı, Ankara: TDK
Yay.
Mengi,
Mine (1991), Divan Şiirinde Hikemî Tarzın
Büyük Temsilcisi Nâbî, Ankara: AKM Yay.
Nâbi (1265), Tuhfetü’l-Harameyn, İstanbul:
Dârü’t-Tıbâ’ati’l-Âmire.
Necib Asım (1331), “Hadis-i Erba’in Tercümeleri”, Milli Tetebbular
Mecmuası. II (4): 155-160.
Oktay, Adnan (2014), Nâbi’nin
Münşeat’ı, -İnceleme-metin-, Dicle Üni., Sosyal Bilimler Enst. Doktora
tezi, Diyarbakır.
Ördek,
Şerife (2012), Nâbi’nin Farsça Divançesi,
İnceleme- Türkçeye çeviri- Tenkidli Metin-, Nevşehir Üni., Sosyal Bilimler
Enst., Yüksek Lisans, Nevşehir.
Turan,
Selami (1995), Nâbi, Tuhfetü’l-Harameyn
–İnceleme-metin, Erciyes Üni., Sosyal Bilimler Enst., Yüksek Lisans Tezi,
Kayseri.
Türkdoğan,
Melike G.-Koç, Hamza (2013), Nabi,
Hayrâbâd, Ankara: Akademisyen Kitabevi.
Üstüner,
Kaplan (2017), Urfa-İstanbul Hattında
Nâbi, İstanbul: Kriter Yay.
Yalçınkaya, Şerife (hzl.) (2012). Nâbî’nin Nâsirliği ve Kamaniçe Fetih-nâmesi (Tenkitli Metin-İnceleme). İzmir : Kanyılmaz Matbaası.
Yorulmaz, Hüseyin (1996),
Divan Edebiyatında Nâbî Ekolü –Eski
Şiirde Hikemiyât-, İstanbul: Kitabevi Yay.
Madde Yazım Bilgileri
Yazar: DOÇ. DR. ABDULKADİR ERKALYayın Tarihi: 04.03.2014Güncelleme Tarihi: 17.05.2021Eserlerinden Örnekler
Divan’dan
Tevhid:
Te’âlallâh
zihî divân-tırâz-ı suret ü ma’nâ
Ki
cism-i lafz ile rûh-ı me’âli eylemiş peydâ
Zihî
hayyât-ı hil’at-dûz-ı bâzâr-ı hakâyık kim
Kad-i
ma’nâyı itmiş câme-i terkîb ile ber-pâ
Olup
hûrşîd ü mehden mühre-keş evrâk-ı eflâke
Hutût-ı
rûz-ı şebden nüsha-i sun’ eylemiş inşâ
İdüp
vaz’-ı kalem evrâk-ı hikmethâne-i sun’a
Çeküp
müsvedde-i gaybı beyâza eylemiş imlâ
Virüp
tertîb eczâ-yı mahâlif-gûne-i kevne
Dü-renge
târdan dikmiş ana şîrâze-i ibkâ
Kurup
bir bârgâh-ı sun’ lutf u kahrdan memzûc
Virüp
ezdâda amîziş komış nâmın anın dünyâ
Yazup
redd ü kabûle hüccet itmiş kişverin ta’dîl
Virüp
kevn ü fesâda sûret itmiş hükmini icrâ
Virüp
hakk-ı sarihin kabz u bast ü mahv ü isbâtın
Adâlet-hâne-i
hikmetde itmiş cümlesin irzâ
İdüp
dûlâb-ı istiğnâyı gerdân cûy-ı cûd üzre
Riyâz-ı
ihtiyâc-ı mümkinâtı eylemiş irvâ
Zihî
zât-ı ulûhiyyet mühim-sâz-ı rubûbiyyet
Ki
şehristân-ı sun’ında degül bir zerre nâ-ber-câ
Zihî
Mübdi’ ki bî-reng-i ‘amâdan eylemiş tasvîr
Hezârân
çihre-i rengîn hezârân dîde-i bînâ
Zihî
Vâcib ki itmiş mümkinün îcâdını îcâb
Kemâl-i
rahmetinden eylemiş ma’dûm iken ihyâ
Zihî
Hâlik ki kemter nutfe-i nâçîzden itmiş
Kıbâb-ı
bârgâh-ı çarha sığmaz kimseler peydâ
Zihî
Râzık ki enbân-ı ademden itmede ihsân
Hezârân
tûşe-i şîrîn hezârân ni’met-i ahlâ
Zihî
Fâtih ki agsân-ı hafâdan itmede ibrâz
Nikâb-ı
berge pîçîde hezârân mîve-i eşhâ (Bilkan 1997: 1-2)
Gazel
Bâğ-ı dehrin hem
hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da
gamın da rûzgârın görmüşüz
Çok da magrûr
olma kim meyhâne-i ikbâlde
Biz hezârân
mest-i magrûrun humârın görmüşüz
Top-ı âh-ı
inkisâra pâydâr olmaz yine
Kişver-i câhın
nice sengîn-hisârın görmüşüz
Bir hurûşiyle
eder bin hâne-i ikbâli pest
Ehl-i derdin
seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz
Bir hadeng-i
can-güdâz-ı âhdır sermâyesi
Biz bu meydânın
nice çâpük-süvârın görmüşüz
Bir gün eyler
dest-beste pâygâhı câygâh
Bî-‘aded magrûr-ı
sadr-ı i‘tibârın görmüşüz
Kâse-i deryûzeye
tebdîl olur câm-ı murâd
Biz bu bezmin
Nâbiyâ çok bâde-hârın görmüşüz (Bilkan 1997: 664)
Gazel
Bir devlet içün çarha temennâdan usanduk
Bir vasl içün ağyâra müdârâdan usanduk
Hicrân çekerek zevk-i mülâkâtı unutduk
Mahmûr olarak lezzet-i sahbâdan usanduk
Düşdük katı çokdan heves-i vuslata ammâ
Ol dâ’iye-i dağdağa-fermâdan usanduk
Dil gamla dahi dest ü giribândan usanmaz
Bir yâr içün ağyâr ile gavgadan usanduk
Nâbî ile ol âfetün ahvâlini nakl it
Efsâne-i
Mecnûn u Leylâdan usanduk (Bilkan 1997: 756)
Gazel:
Sakın terk-i
edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ'dır bu
Nazargâh-ı
ilâhîdir makâm-ı Mustafâ'dır bu
Felekde mâh-ı nev
bâbü's-selâmın cilvegâhıdır
Bunun kandîlidir
hûr matla‘-ı nûr u ziyâdır bu
Habîb-i
kibriyânın hâbgâhıdır fazîletde
Tefevvuk-kerde-i
‘arş-ı cenâb-ı kibriyâdır bu
Bu hâkin
pertevinden oldu deycûr-ı ‘adem zâ'il
‘Amâdan açdı
mevcûdât çeşmin tûtiyâdır bu
Mürâ‘ât-ı edep
şartiyle gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı
kudsiyândır bûsegâh-ı enbiyâdır bu (Bilkan 1997: 952)
Gazel:
Şâyânter olmaz inşâ destâr-ı
i’tibâre
Bî-reng ü bûy teşbîh bî-nakş
isti’âre
Ma’nî-i tâze fikr it itme
lugâtle memlû
Kim eyler i’tibârı berg-i
ne-dâde bâre
Bî-tâze isti’âre olma
lugâtde lezzet
Âhû-yı gayb-ı ma’nî düşmek
gerek şikâre
İrâs-ı kuvvet eyler tab’a
kebâb-ı murgân
İtme hayâli vakf-ı pîrâmen-i
kınnâre
Cins-i lugâtle memlû şehr-i sıhâh
u kâmûs
Olmaz metâ’-ı ma’nî üftâde
her diyara
Dinsünmi şi’r ü inşâ öyle
mu’akkadâne
Kim ola hall ü akdi muhtâc-ı
istişâre
Endek ola me’âli nâ-gûş-zed
makâli
Her satr ola mü’eddâ kâmûs-ı
ihtizâra
Yok farkı eylemekden endâhte
yabâna
Elfâz-ı müşkilâtın şerh
eylemek kenâre
Müşkil lugâtle olmaz
hoş-reng şi’r ü inşâ
İtmez çerâğ-ı mağşûş çeşm-i
şebi inâre
Olmaz garîb elfâz ârâyiş-i
ma’ânî
Ma’nî gerek nühüfte ta’bîr-i
âşikâre
Nâbî safâsı yokdur elfâz-ı ukde-dârun
Engûr
neş’e virmez rind-i uşâre-hâre (Bilkan 1997: 1060)
Hayriyye’den
Der
Beyân-ı Şeref-i İstanbul
İy meh-i nûr-dih-i çarḫ-ı ümmîd
Peder-i pîrüñ iden rûzını ʻîd
Olmadan mühr-zen-i genc-i güher
Yigdür olmak güher-efrûz-ı hüner
ʻİlm ile maʻrifete cây-ı kabûl
Olmaz illâ ki meğer İstanbul
Olmağa mîve- hor-ı bâğ-ı hüner
Olmaya şehr-i Sıtanbul kadar
İtsün İstanbul‘ı Allâh maʻmûr
Andadur cümle maʻâlî-i umûr
Mevlid ü menşe-i ashâb-ı himem
Terbiyet-hâne-i esnâf-ı ümem
Ne kadar var ise ashâb-ı kemâl
Hep Sıtanbul’da bulur istiklâl
Her kemâl anda bulur miʻyârın
Her hüner anda görür mikdârın
Andadur mertebe-i ʻizz ü şeref
Gayri yirlerde olur ʻömr telef
Hep revâcını bulur bî-teşvîş
Zâyiʻ olmaz hüner anda kem ü bîş
Bulınur câh u menâsıb anda
Turûk-ı katʻ-ı merâtib anda
Ne kadar ʻâlemi devr itse sipihr
Bulmaz İstanbul‘a beñzer bir şehr
Hüsn ile görmek ile müstesnâ
Anı âğûşına çekmiş deryâ
Ne kadar var ise aksâm-ı hüner
Hep Sıtânbul’da bulur revnak ü fer
Nakş u tasvîr ü hutût u tezhîb
Hep Sıtanbul’da bulur zînet ü zîb
…..
Nehy-i
Bâzîçe-i Nerd ü Şatranc
İy girâmî-güher-i bahr-ı kemâl
Olsun âvîze-i gûşuñ bu le’âl
İtme bâzîçeye katʻâ ragbet
Olma bazîçe-i dest-i gaflet
Olma dil-dâde-i nerd ü şatranc
Ki olur âdeme sermâye-i renc
ʻİlmi cehlinden egerçi hoşdur
Şuglı bîhûde me’âli boşdur
Bâri ol ʻilme çalış merdâne
Yaraya pîsgeh-i Yezdân’a
Var iken Mushaf u zikr ü salavât
İtme bazîçeye sarf-ı evkât
Mahz-ı lutf-ı Hak olan genc-i nefes
Hayflar kim ola masrûf-ı heves
Budur añla var ise ʻirfânuñ
Dem ganîmet didügi yârânuñ
Hayf kim mâye-i evkât-ı nefîs
Ola gâret-zede-i şugl-ı hasîs
Mekr-i İblîs’dür ol da nâsa
Ola beste ʻamel-i vesvâsa
Luʻb ü lehvün soñı vâveylâdur
Var ise fâ’idesi gavgâdur
Gerçi âsâyişe bir âletdür
Dikkat olınsa ʻaceb gafletdür
Hande yâ laklaka lehv-en-der-lehv
Lecc ü ya ʻarbede sehv-en-der-sehv
Tıfl-ı nev-sâle sezâdur bâzî
Eyleme kûdek ile enbâzî
ʻÂdet-i merd ü sezâvâr-ı ricâl
ʻİlm ü ‘ʻirfân u ʻibâdât u kemâl (Kaplan
1995: 165)
Hayrâbâd’dan:
Vech-i
Nazm-ı Kitâb-ı Hayrâbâd
Bir dem ki dil-i kesâlet-endûd
Olmışdı gubâr-ı gamla pür-dūd
Olmışdı dimâğ-ı fikr-i bâlâ
Micmer gibi pür-buhâr-ı sevdâ
Târîk idi hânesi dimâğuñ
Noksân idi revganı çerâğuñ
Olmışdı çerâğ-ı şevk mermerde
Ser-çeşme-i ârzû füsürde
İtmişdi seri hücûm-ı gayret
Zânû ile galka-bend-i ülfet
İtmişdi şeb-i kesel-fürûşı
Der-beste dükkân-ı çeşm ü gûşı
Endîşe olup keselle hem-dûş
Tûtî-i dil olmışıdı hamûş
Bâzâr-ı makâl olup mu‘assal
Olmışdı dükkân-ı leb mukaffel
Âzürde olup zebân sühandan
Üftâde idi sühan dehenden
Gelmişdi kuvâ-yı şevka kâhiş
Olmışdı füsürde tab‘-ı hˇâhiş
Huşk idi zebân-ı rîşe-i şevk
Künd idi dehân-ı tîşe-i şevk
Hˇâhişden olup zamîr sâde
Dönmişdi devât bî-midâda
Olmışdı ķalem şikeste dendân
Olmışdı varak derîde dâmân
Olmışdı mizâc-ı şevk haste
Dükkân-ı sühan gubâr-ı beste
…..
Sıfat-ı
Fahr-i Cürcân Şâ‘ir
Ol şâh ile olmuş idi mûnis
Bir rind-i cihân nedîm-i meclis
Leşker-keş-i şâh-râh-ı tağrîr
Dârâ-yı serîr hüsn-i ta‘bîr
Kâvende-i gevher-i me‘ânî
Pâşende-i gevherân-ı kânî
Hâven-zen-i matbah-ı ma‘ârif
Ma‘cûn-ken-i cevher-i letâ’if
Çâpük-dil ü bezle-senc-i yârân
Âlüfte vü nâzik ü mahall-hˇân
Mergûle-tırâz rûy-ı ‘irfân
Meşhûr idi nâmı Fahr-i Cürcân
Vefku’l-mahall idi her peyâmı
Darbü’l-mesel idi her kelâmı
Tohm-efgen-i bostân-ı taktî‘
Cevher-keş-i zer-nişân-ı tarsî‘
Söylerdi o deñlü tâze vü ter
Kim şi‘rine teşne idi Kevser
Bahş eyler idi selâset âba
Reşk-efgen-i sûz idi kebâba
Dîvânı hızâne-i Süleymân
Mecmû‘ası mevc-i âb-ı hayvân
Her mısra‘-ı beyt-i dürr-feşânı
Yek-pâre-i süllem-i me‘ânî
Nesrine benât-ı na‘ş bende
Pervîne iderdi nazmı hande
Yanında degüldi hall-i yek-mû
Şeh-beyt-i muhayyel-i dü-ebrû
Dîvânçesi hatt u hâl-i hûbân
Hem-sâye-i zülf-i ‘anber-efşân
Manzûmesi çâşnî-dih-i Rûh
Müsveddesi hod sefîne-i Nûh
Alurdı enâmil-i hayâli
Mecmû‘a-i mâhdan me’âli
Mâh oldığı dem husûfe pâ-mâl
Şâyân idi eylese kalem-mâl (Gökcen-Koç
2018: 85)
Sûrnâme’den:
Pîşkeş-i Defterdar Ahmed Paşa Be-Rikâb-ı Hümâyun
Eyledi Dâver i dîne ihdâ
Hâkim i defteri Ahmed Paşa
Cevheri raht ile bir re’s sermend
Bir dahi sorguc-i cevher peyvend
Pûstîn iki aded zî kıymet
Bir dahi tuhfe musanna’ saat
Sad ü bişi kıt’a metâ’ı zertâr
Hûb-rû yedi nefer
hidmetkâr
Dahi şehzâde-i vâlâkadre
Ya’ni evc-i azamette bedre
Bûstân ile Gülistân pürzer
Cevheri saat ile bir hançer
Nüh aded tuhfe metâ’-ı zîbâ
Eyledi banlan cümle ihdâ
Virdi şehzâde-i sânîye yine
Nüh metâ’ ile mücevher deşne
Pîşkeş-i Tevkî Abdûrrahman Paşa Be-Rıkâb-ı Hümayun
Akabinden anın itti ihdâ
Dâver-i dîne Nişancı Paşa
Ma’ni-i nazm-ı kerîmi hâvî
Eser-i mu’teber-i
Beyzâvî
Bir de tertîb-i mûzehheb
zîbâ
Şeş ü pencâh metâ’-ı dîbâ
Sâhte dûr-rû cevahirle devât
Arz idüp itti hulûsun isbât
Bakıyye-i Ahvâl-i Hedâyâ-yı Umum Ber-Sebili-İcmal ve Netice-i Ahvâl-i Sûr-ı Hümâyun
Dahi şâir vûzerâ vû
ulemâ
Ehl-i dîvân-û umûrn-ı ûmerâ
Gün begün vakti olunca peydâ
İttiler cümle hedâgâ ihdâ
Olunup emr-i hedâyâ
tetmim
Olucak cümlesi arz u
teslim
İrişüp asr çalındı növbet
Sonra seyrâna irişti sohbet
Açılup Pâdişeh’in
bârgehi
Çıktı kasr üzre cihan pâdişehi
Sağ u solanda hezâran haddam
İttiler pây-i edeb üzre kıyam
Taşrada bârgeh önünde
temâm
Vüzerâya yapılıp başka makâm
Her biri nâzır olup meydâna
Oldular dîde küşâ seyrâna
Doldu nâs ile o denlû meydan
Değmez idi yere yağsa bârân
Evvelâ kol kol olup lû’biyyan
Oldular revnak-ı sahn-ı meydân (Levend 1944: 46-47)
Tercüme-i Hadis-i Erbâ’in’den:
La yu'minu min ehaduküm hatta yuhibbe li ehihi
ma yuhibbu li nefsihi
Didi fahr-i rusül degül mü’min
O kesân kim rûz-ı bî-sıdk u safâ
Kendi nefsine gördügin lâyık
Görmeyüp tâ birâderine revâ
El-muslimu men
selime’n-Nâsu min lisanihi ve yedihi
Müslim ol kimsedür hakîkatde
İtmeyüp kesb-i cürm bîhûde
Fi’l ü kavl yed ü lisânından
Müslimûn ola cümle âsûde
La’nu
abdu’d-dinâr la’nu abdu’d-dirhem
Hâlık u râzık-ı zemîn ü semâ
Rızkun ihsân iderken ey mağbûn
Zer ü sîme perestiş eyleyene
Ne revadır ki dinmeye mel’ûn
El kanâ’atû kenzûn lâ yefnâ
Dâde-i Hak ile olan hursend
Dâver-i mülk-i istirâhatdur
Bir tükenmez hazîne ister isen
Bil ki gencine-i kanâ’atdur
Kefâ bil-mevti vâizan
Mevti yâd eyle va’z ister isen
Eyü lâkin fenâsın istiş’âr
Her biri bir lisân-ı mev’izâdır
Hâl-i kevni beyâna seng-i mezâr
Hayrün-nâs men yenfeun-nâs
Hayr-ı nâsa murâdun ise vukuf
Hayr-ı nâsun hadîsin it iz’ân
Hayr oldur ki cümleden efzûn
Ola halk-ı cihana nef’-resân (Necip Asım 1331:
155-56)
Tuhfetü’l-Harameyn’den
Vasf-ı rîk-i bî-âmân-ı
râh-ı Mısır
Kuds-ı mübârekede
se-rûze ârâmdan sonra yine Remle ve Gazze canibine inân-gerdân olup Gazze’ye
karîb mahalde kubur-ı şühedâ-yı Askalan’a âmed-şud-i sefîr-i du’â der-kâr
kılındı.
Gazze’de beşinci
menzilde vâki’ Kal’a-i Arîş ile Sâlihiyye-i Mısır beyni ki beş merhaledir, âb u
dâneden tehî rîkistân olmağın… âvâzesi aklâm-ı elsine-i eshâb-ı vukûfdan
mersûm-ı sahife-i sâmi’a olmağın me’kel ü meşârib-i penç-rûze tahmil-i dûşy-ı
cimâl kılınmağla deryâ-yı rimâlde şitâba azm olundı. Vâkı’a arzan beş altı
menzil tûlen yiğirmi menzil mikdârı mahall leb-i Bahr-ı Sefîd’den kenâr-ı
Bahr-ı Süveyş’e varıncaya bîhte-i gırbâl-ı teng-çeşm olmuş rîk-i sâ’at
mesâbesinde rîk-i sefîd güsterde-i dest-i ferrâş-ı kudret olup meyânede tâk-ı
gerdûna peyveste kûhlarla tâziyâne-i tahrik-i bâd ile mevce-i deryâ gibi
bî-karâr ve dest-i hoş-bâziçe-i rüzgâr olup (beyt)…
El-hâsıl ol bahr-ı
emvâc-ı rîk içre gota-harî-i ıztırab ile azîmet olundukda kavâyim-i huyûl-i
Kârûna karîn ve hum-ı hüsrevâni gibi şikemleri zîb-i zemîn olup safha-i rîk
üzre âsâr-ı akdâm-ı metâyâ yerine nakş-ı tahta-ı rikâb hüveydâ ve resm-i
kavâyim-i cimâle bedel aks-i dâğ-ı sîneleri peydâ idi. Süvârlar piyâde şeklinde
nümûdâr, piyâdelerin ise ancak ukde-i zânûları aşkâr idiği mübâlağa ve iğrâk
değildir. Evtâd-ı hıyâma istikrâr hayyiz-i imkândan dûr olmağın dest-i burd-ı
tâb-ı âfitâbdan sâye-i şeb-i çeşm-i i’tibâra süme-i Sıfahâniden ber-ter ve
pây-ı devâbbh karâr-dâde olacak mertebe zemîn-i saht taht-ı Süleymâniden
nâzük-ter görünürdü. Ne hâl ise bu güne renc-i râhat-fersâ ile penç-şebâne-rûz
üftân ü hizân
Mısra:
İdelüm tayy-i beyâbân
bir içim su diyerek
Nahlistân-ı kasaba-yı
Sâlihiyye, âşiyâne-i tâ’ir-i nigâh oldukda Hikâyât-ı Er-Ferâcü Ba’de’ş-Şidde
sahife-i dilde merkum olup sâye-i nihâl-i bâlâ-keş-i hurmada vaz’-ı hıyâm-ı
ârâm olundu. (Nâbi, Tuhfetü’l-Harameyn 1265: 112.
İlişkili Maddeler
Yayın Tarihi: 04.03.2014Güncelleme Tarihi: 17.05.2021Eserlerinden Örnekler
Divan’dan
Tevhid:
Te’âlallâh
zihî divân-tırâz-ı suret ü ma’nâ
Ki
cism-i lafz ile rûh-ı me’âli eylemiş peydâ
Zihî
hayyât-ı hil’at-dûz-ı bâzâr-ı hakâyık kim
Kad-i
ma’nâyı itmiş câme-i terkîb ile ber-pâ
Olup
hûrşîd ü mehden mühre-keş evrâk-ı eflâke
Hutût-ı
rûz-ı şebden nüsha-i sun’ eylemiş inşâ
İdüp
vaz’-ı kalem evrâk-ı hikmethâne-i sun’a
Çeküp
müsvedde-i gaybı beyâza eylemiş imlâ
Virüp
tertîb eczâ-yı mahâlif-gûne-i kevne
Dü-renge
târdan dikmiş ana şîrâze-i ibkâ
Kurup
bir bârgâh-ı sun’ lutf u kahrdan memzûc
Virüp
ezdâda amîziş komış nâmın anın dünyâ
Yazup
redd ü kabûle hüccet itmiş kişverin ta’dîl
Virüp
kevn ü fesâda sûret itmiş hükmini icrâ
Virüp
hakk-ı sarihin kabz u bast ü mahv ü isbâtın
Adâlet-hâne-i
hikmetde itmiş cümlesin irzâ
İdüp
dûlâb-ı istiğnâyı gerdân cûy-ı cûd üzre
Riyâz-ı
ihtiyâc-ı mümkinâtı eylemiş irvâ
Zihî
zât-ı ulûhiyyet mühim-sâz-ı rubûbiyyet
Ki
şehristân-ı sun’ında degül bir zerre nâ-ber-câ
Zihî
Mübdi’ ki bî-reng-i ‘amâdan eylemiş tasvîr
Hezârân
çihre-i rengîn hezârân dîde-i bînâ
Zihî
Vâcib ki itmiş mümkinün îcâdını îcâb
Kemâl-i
rahmetinden eylemiş ma’dûm iken ihyâ
Zihî
Hâlik ki kemter nutfe-i nâçîzden itmiş
Kıbâb-ı
bârgâh-ı çarha sığmaz kimseler peydâ
Zihî
Râzık ki enbân-ı ademden itmede ihsân
Hezârân
tûşe-i şîrîn hezârân ni’met-i ahlâ
Zihî
Fâtih ki agsân-ı hafâdan itmede ibrâz
Nikâb-ı
berge pîçîde hezârân mîve-i eşhâ (Bilkan 1997: 1-2)
Gazel
Bâğ-ı dehrin hem
hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da
gamın da rûzgârın görmüşüz
Çok da magrûr
olma kim meyhâne-i ikbâlde
Biz hezârân
mest-i magrûrun humârın görmüşüz
Top-ı âh-ı
inkisâra pâydâr olmaz yine
Kişver-i câhın
nice sengîn-hisârın görmüşüz
Bir hurûşiyle
eder bin hâne-i ikbâli pest
Ehl-i derdin
seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz
Bir hadeng-i
can-güdâz-ı âhdır sermâyesi
Biz bu meydânın
nice çâpük-süvârın görmüşüz
Bir gün eyler
dest-beste pâygâhı câygâh
Bî-‘aded magrûr-ı
sadr-ı i‘tibârın görmüşüz
Kâse-i deryûzeye
tebdîl olur câm-ı murâd
Biz bu bezmin
Nâbiyâ çok bâde-hârın görmüşüz (Bilkan 1997: 664)
Gazel
Bir devlet içün çarha temennâdan usanduk
Bir vasl içün ağyâra müdârâdan usanduk
Hicrân çekerek zevk-i mülâkâtı unutduk
Mahmûr olarak lezzet-i sahbâdan usanduk
Düşdük katı çokdan heves-i vuslata ammâ
Ol dâ’iye-i dağdağa-fermâdan usanduk
Dil gamla dahi dest ü giribândan usanmaz
Bir yâr içün ağyâr ile gavgadan usanduk
Nâbî ile ol âfetün ahvâlini nakl it
Efsâne-i
Mecnûn u Leylâdan usanduk (Bilkan 1997: 756)
Gazel:
Sakın terk-i
edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ'dır bu
Nazargâh-ı
ilâhîdir makâm-ı Mustafâ'dır bu
Felekde mâh-ı nev
bâbü's-selâmın cilvegâhıdır
Bunun kandîlidir
hûr matla‘-ı nûr u ziyâdır bu
Habîb-i
kibriyânın hâbgâhıdır fazîletde
Tefevvuk-kerde-i
‘arş-ı cenâb-ı kibriyâdır bu
Bu hâkin
pertevinden oldu deycûr-ı ‘adem zâ'il
‘Amâdan açdı
mevcûdât çeşmin tûtiyâdır bu
Mürâ‘ât-ı edep
şartiyle gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı
kudsiyândır bûsegâh-ı enbiyâdır bu (Bilkan 1997: 952)
Gazel:
Şâyânter olmaz inşâ destâr-ı
i’tibâre
Bî-reng ü bûy teşbîh bî-nakş
isti’âre
Ma’nî-i tâze fikr it itme
lugâtle memlû
Kim eyler i’tibârı berg-i
ne-dâde bâre
Bî-tâze isti’âre olma
lugâtde lezzet
Âhû-yı gayb-ı ma’nî düşmek
gerek şikâre
İrâs-ı kuvvet eyler tab’a
kebâb-ı murgân
İtme hayâli vakf-ı pîrâmen-i
kınnâre
Cins-i lugâtle memlû şehr-i sıhâh
u kâmûs
Olmaz metâ’-ı ma’nî üftâde
her diyara
Dinsünmi şi’r ü inşâ öyle
mu’akkadâne
Kim ola hall ü akdi muhtâc-ı
istişâre
Endek ola me’âli nâ-gûş-zed
makâli
Her satr ola mü’eddâ kâmûs-ı
ihtizâra
Yok farkı eylemekden endâhte
yabâna
Elfâz-ı müşkilâtın şerh
eylemek kenâre
Müşkil lugâtle olmaz
hoş-reng şi’r ü inşâ
İtmez çerâğ-ı mağşûş çeşm-i
şebi inâre
Olmaz garîb elfâz ârâyiş-i
ma’ânî
Ma’nî gerek nühüfte ta’bîr-i
âşikâre
Nâbî safâsı yokdur elfâz-ı ukde-dârun
Engûr
neş’e virmez rind-i uşâre-hâre (Bilkan 1997: 1060)
Hayriyye’den
Der
Beyân-ı Şeref-i İstanbul
İy meh-i nûr-dih-i çarḫ-ı ümmîd
Peder-i pîrüñ iden rûzını ʻîd
Olmadan mühr-zen-i genc-i güher
Yigdür olmak güher-efrûz-ı hüner
ʻİlm ile maʻrifete cây-ı kabûl
Olmaz illâ ki meğer İstanbul
Olmağa mîve- hor-ı bâğ-ı hüner
Olmaya şehr-i Sıtanbul kadar
İtsün İstanbul‘ı Allâh maʻmûr
Andadur cümle maʻâlî-i umûr
Mevlid ü menşe-i ashâb-ı himem
Terbiyet-hâne-i esnâf-ı ümem
Ne kadar var ise ashâb-ı kemâl
Hep Sıtanbul’da bulur istiklâl
Her kemâl anda bulur miʻyârın
Her hüner anda görür mikdârın
Andadur mertebe-i ʻizz ü şeref
Gayri yirlerde olur ʻömr telef
Hep revâcını bulur bî-teşvîş
Zâyiʻ olmaz hüner anda kem ü bîş
Bulınur câh u menâsıb anda
Turûk-ı katʻ-ı merâtib anda
Ne kadar ʻâlemi devr itse sipihr
Bulmaz İstanbul‘a beñzer bir şehr
Hüsn ile görmek ile müstesnâ
Anı âğûşına çekmiş deryâ
Ne kadar var ise aksâm-ı hüner
Hep Sıtânbul’da bulur revnak ü fer
Nakş u tasvîr ü hutût u tezhîb
Hep Sıtanbul’da bulur zînet ü zîb
…..
Nehy-i
Bâzîçe-i Nerd ü Şatranc
İy girâmî-güher-i bahr-ı kemâl
Olsun âvîze-i gûşuñ bu le’âl
İtme bâzîçeye katʻâ ragbet
Olma bazîçe-i dest-i gaflet
Olma dil-dâde-i nerd ü şatranc
Ki olur âdeme sermâye-i renc
ʻİlmi cehlinden egerçi hoşdur
Şuglı bîhûde me’âli boşdur
Bâri ol ʻilme çalış merdâne
Yaraya pîsgeh-i Yezdân’a
Var iken Mushaf u zikr ü salavât
İtme bazîçeye sarf-ı evkât
Mahz-ı lutf-ı Hak olan genc-i nefes
Hayflar kim ola masrûf-ı heves
Budur añla var ise ʻirfânuñ
Dem ganîmet didügi yârânuñ
Hayf kim mâye-i evkât-ı nefîs
Ola gâret-zede-i şugl-ı hasîs
Mekr-i İblîs’dür ol da nâsa
Ola beste ʻamel-i vesvâsa
Luʻb ü lehvün soñı vâveylâdur
Var ise fâ’idesi gavgâdur
Gerçi âsâyişe bir âletdür
Dikkat olınsa ʻaceb gafletdür
Hande yâ laklaka lehv-en-der-lehv
Lecc ü ya ʻarbede sehv-en-der-sehv
Tıfl-ı nev-sâle sezâdur bâzî
Eyleme kûdek ile enbâzî
ʻÂdet-i merd ü sezâvâr-ı ricâl
ʻİlm ü ‘ʻirfân u ʻibâdât u kemâl (Kaplan
1995: 165)
Hayrâbâd’dan:
Vech-i
Nazm-ı Kitâb-ı Hayrâbâd
Bir dem ki dil-i kesâlet-endûd
Olmışdı gubâr-ı gamla pür-dūd
Olmışdı dimâğ-ı fikr-i bâlâ
Micmer gibi pür-buhâr-ı sevdâ
Târîk idi hânesi dimâğuñ
Noksân idi revganı çerâğuñ
Olmışdı çerâğ-ı şevk mermerde
Ser-çeşme-i ârzû füsürde
İtmişdi seri hücûm-ı gayret
Zânû ile galka-bend-i ülfet
İtmişdi şeb-i kesel-fürûşı
Der-beste dükkân-ı çeşm ü gûşı
Endîşe olup keselle hem-dûş
Tûtî-i dil olmışıdı hamûş
Bâzâr-ı makâl olup mu‘assal
Olmışdı dükkân-ı leb mukaffel
Âzürde olup zebân sühandan
Üftâde idi sühan dehenden
Gelmişdi kuvâ-yı şevka kâhiş
Olmışdı füsürde tab‘-ı hˇâhiş
Huşk idi zebân-ı rîşe-i şevk
Künd idi dehân-ı tîşe-i şevk
Hˇâhişden olup zamîr sâde
Dönmişdi devât bî-midâda
Olmışdı ķalem şikeste dendân
Olmışdı varak derîde dâmân
Olmışdı mizâc-ı şevk haste
Dükkân-ı sühan gubâr-ı beste
…..
Sıfat-ı
Fahr-i Cürcân Şâ‘ir
Ol şâh ile olmuş idi mûnis
Bir rind-i cihân nedîm-i meclis
Leşker-keş-i şâh-râh-ı tağrîr
Dârâ-yı serîr hüsn-i ta‘bîr
Kâvende-i gevher-i me‘ânî
Pâşende-i gevherân-ı kânî
Hâven-zen-i matbah-ı ma‘ârif
Ma‘cûn-ken-i cevher-i letâ’if
Çâpük-dil ü bezle-senc-i yârân
Âlüfte vü nâzik ü mahall-hˇân
Mergûle-tırâz rûy-ı ‘irfân
Meşhûr idi nâmı Fahr-i Cürcân
Vefku’l-mahall idi her peyâmı
Darbü’l-mesel idi her kelâmı
Tohm-efgen-i bostân-ı taktî‘
Cevher-keş-i zer-nişân-ı tarsî‘
Söylerdi o deñlü tâze vü ter
Kim şi‘rine teşne idi Kevser
Bahş eyler idi selâset âba
Reşk-efgen-i sûz idi kebâba
Dîvânı hızâne-i Süleymân
Mecmû‘ası mevc-i âb-ı hayvân
Her mısra‘-ı beyt-i dürr-feşânı
Yek-pâre-i süllem-i me‘ânî
Nesrine benât-ı na‘ş bende
Pervîne iderdi nazmı hande
Yanında degüldi hall-i yek-mû
Şeh-beyt-i muhayyel-i dü-ebrû
Dîvânçesi hatt u hâl-i hûbân
Hem-sâye-i zülf-i ‘anber-efşân
Manzûmesi çâşnî-dih-i Rûh
Müsveddesi hod sefîne-i Nûh
Alurdı enâmil-i hayâli
Mecmû‘a-i mâhdan me’âli
Mâh oldığı dem husûfe pâ-mâl
Şâyân idi eylese kalem-mâl (Gökcen-Koç
2018: 85)
Sûrnâme’den:
Pîşkeş-i Defterdar Ahmed Paşa Be-Rikâb-ı Hümâyun
Eyledi Dâver i dîne ihdâ
Hâkim i defteri Ahmed Paşa
Cevheri raht ile bir re’s sermend
Bir dahi sorguc-i cevher peyvend
Pûstîn iki aded zî kıymet
Bir dahi tuhfe musanna’ saat
Sad ü bişi kıt’a metâ’ı zertâr
Hûb-rû yedi nefer
hidmetkâr
Dahi şehzâde-i vâlâkadre
Ya’ni evc-i azamette bedre
Bûstân ile Gülistân pürzer
Cevheri saat ile bir hançer
Nüh aded tuhfe metâ’-ı zîbâ
Eyledi banlan cümle ihdâ
Virdi şehzâde-i sânîye yine
Nüh metâ’ ile mücevher deşne
Pîşkeş-i Tevkî Abdûrrahman Paşa Be-Rıkâb-ı Hümayun
Akabinden anın itti ihdâ
Dâver-i dîne Nişancı Paşa
Ma’ni-i nazm-ı kerîmi hâvî
Eser-i mu’teber-i
Beyzâvî
Bir de tertîb-i mûzehheb
zîbâ
Şeş ü pencâh metâ’-ı dîbâ
Sâhte dûr-rû cevahirle devât
Arz idüp itti hulûsun isbât
Bakıyye-i Ahvâl-i Hedâyâ-yı Umum Ber-Sebili-İcmal ve Netice-i Ahvâl-i Sûr-ı Hümâyun
Dahi şâir vûzerâ vû
ulemâ
Ehl-i dîvân-û umûrn-ı ûmerâ
Gün begün vakti olunca peydâ
İttiler cümle hedâgâ ihdâ
Olunup emr-i hedâyâ
tetmim
Olucak cümlesi arz u
teslim
İrişüp asr çalındı növbet
Sonra seyrâna irişti sohbet
Açılup Pâdişeh’in
bârgehi
Çıktı kasr üzre cihan pâdişehi
Sağ u solanda hezâran haddam
İttiler pây-i edeb üzre kıyam
Taşrada bârgeh önünde
temâm
Vüzerâya yapılıp başka makâm
Her biri nâzır olup meydâna
Oldular dîde küşâ seyrâna
Doldu nâs ile o denlû meydan
Değmez idi yere yağsa bârân
Evvelâ kol kol olup lû’biyyan
Oldular revnak-ı sahn-ı meydân (Levend 1944: 46-47)
Tercüme-i Hadis-i Erbâ’in’den:
La yu'minu min ehaduküm hatta yuhibbe li ehihi
ma yuhibbu li nefsihi
Didi fahr-i rusül degül mü’min
O kesân kim rûz-ı bî-sıdk u safâ
Kendi nefsine gördügin lâyık
Görmeyüp tâ birâderine revâ
El-muslimu men
selime’n-Nâsu min lisanihi ve yedihi
Müslim ol kimsedür hakîkatde
İtmeyüp kesb-i cürm bîhûde
Fi’l ü kavl yed ü lisânından
Müslimûn ola cümle âsûde
La’nu
abdu’d-dinâr la’nu abdu’d-dirhem
Hâlık u râzık-ı zemîn ü semâ
Rızkun ihsân iderken ey mağbûn
Zer ü sîme perestiş eyleyene
Ne revadır ki dinmeye mel’ûn
El kanâ’atû kenzûn lâ yefnâ
Dâde-i Hak ile olan hursend
Dâver-i mülk-i istirâhatdur
Bir tükenmez hazîne ister isen
Bil ki gencine-i kanâ’atdur
Kefâ bil-mevti vâizan
Mevti yâd eyle va’z ister isen
Eyü lâkin fenâsın istiş’âr
Her biri bir lisân-ı mev’izâdır
Hâl-i kevni beyâna seng-i mezâr
Hayrün-nâs men yenfeun-nâs
Hayr-ı nâsa murâdun ise vukuf
Hayr-ı nâsun hadîsin it iz’ân
Hayr oldur ki cümleden efzûn
Ola halk-ı cihana nef’-resân (Necip Asım 1331:
155-56)
Tuhfetü’l-Harameyn’den
Vasf-ı rîk-i bî-âmân-ı
râh-ı Mısır
Kuds-ı mübârekede
se-rûze ârâmdan sonra yine Remle ve Gazze canibine inân-gerdân olup Gazze’ye
karîb mahalde kubur-ı şühedâ-yı Askalan’a âmed-şud-i sefîr-i du’â der-kâr
kılındı.
Gazze’de beşinci
menzilde vâki’ Kal’a-i Arîş ile Sâlihiyye-i Mısır beyni ki beş merhaledir, âb u
dâneden tehî rîkistân olmağın… âvâzesi aklâm-ı elsine-i eshâb-ı vukûfdan
mersûm-ı sahife-i sâmi’a olmağın me’kel ü meşârib-i penç-rûze tahmil-i dûşy-ı
cimâl kılınmağla deryâ-yı rimâlde şitâba azm olundı. Vâkı’a arzan beş altı
menzil tûlen yiğirmi menzil mikdârı mahall leb-i Bahr-ı Sefîd’den kenâr-ı
Bahr-ı Süveyş’e varıncaya bîhte-i gırbâl-ı teng-çeşm olmuş rîk-i sâ’at
mesâbesinde rîk-i sefîd güsterde-i dest-i ferrâş-ı kudret olup meyânede tâk-ı
gerdûna peyveste kûhlarla tâziyâne-i tahrik-i bâd ile mevce-i deryâ gibi
bî-karâr ve dest-i hoş-bâziçe-i rüzgâr olup (beyt)…
El-hâsıl ol bahr-ı
emvâc-ı rîk içre gota-harî-i ıztırab ile azîmet olundukda kavâyim-i huyûl-i
Kârûna karîn ve hum-ı hüsrevâni gibi şikemleri zîb-i zemîn olup safha-i rîk
üzre âsâr-ı akdâm-ı metâyâ yerine nakş-ı tahta-ı rikâb hüveydâ ve resm-i
kavâyim-i cimâle bedel aks-i dâğ-ı sîneleri peydâ idi. Süvârlar piyâde şeklinde
nümûdâr, piyâdelerin ise ancak ukde-i zânûları aşkâr idiği mübâlağa ve iğrâk
değildir. Evtâd-ı hıyâma istikrâr hayyiz-i imkândan dûr olmağın dest-i burd-ı
tâb-ı âfitâbdan sâye-i şeb-i çeşm-i i’tibâra süme-i Sıfahâniden ber-ter ve
pây-ı devâbbh karâr-dâde olacak mertebe zemîn-i saht taht-ı Süleymâniden
nâzük-ter görünürdü. Ne hâl ise bu güne renc-i râhat-fersâ ile penç-şebâne-rûz
üftân ü hizân
Mısra:
İdelüm tayy-i beyâbân
bir içim su diyerek
Nahlistân-ı kasaba-yı
Sâlihiyye, âşiyâne-i tâ’ir-i nigâh oldukda Hikâyât-ı Er-Ferâcü Ba’de’ş-Şidde
sahife-i dilde merkum olup sâye-i nihâl-i bâlâ-keş-i hurmada vaz’-ı hıyâm-ı
ârâm olundu. (Nâbi, Tuhfetü’l-Harameyn 1265: 112.
İlişkili Maddeler
Güncelleme Tarihi: 17.05.2021Eserlerinden Örnekler
Divan’dan
Tevhid:
Te’âlallâh
zihî divân-tırâz-ı suret ü ma’nâ
Ki
cism-i lafz ile rûh-ı me’âli eylemiş peydâ
Zihî
hayyât-ı hil’at-dûz-ı bâzâr-ı hakâyık kim
Kad-i
ma’nâyı itmiş câme-i terkîb ile ber-pâ
Olup
hûrşîd ü mehden mühre-keş evrâk-ı eflâke
Hutût-ı
rûz-ı şebden nüsha-i sun’ eylemiş inşâ
İdüp
vaz’-ı kalem evrâk-ı hikmethâne-i sun’a
Çeküp
müsvedde-i gaybı beyâza eylemiş imlâ
Virüp
tertîb eczâ-yı mahâlif-gûne-i kevne
Dü-renge
târdan dikmiş ana şîrâze-i ibkâ
Kurup
bir bârgâh-ı sun’ lutf u kahrdan memzûc
Virüp
ezdâda amîziş komış nâmın anın dünyâ
Yazup
redd ü kabûle hüccet itmiş kişverin ta’dîl
Virüp
kevn ü fesâda sûret itmiş hükmini icrâ
Virüp
hakk-ı sarihin kabz u bast ü mahv ü isbâtın
Adâlet-hâne-i
hikmetde itmiş cümlesin irzâ
İdüp
dûlâb-ı istiğnâyı gerdân cûy-ı cûd üzre
Riyâz-ı
ihtiyâc-ı mümkinâtı eylemiş irvâ
Zihî
zât-ı ulûhiyyet mühim-sâz-ı rubûbiyyet
Ki
şehristân-ı sun’ında degül bir zerre nâ-ber-câ
Zihî
Mübdi’ ki bî-reng-i ‘amâdan eylemiş tasvîr
Hezârân
çihre-i rengîn hezârân dîde-i bînâ
Zihî
Vâcib ki itmiş mümkinün îcâdını îcâb
Kemâl-i
rahmetinden eylemiş ma’dûm iken ihyâ
Zihî
Hâlik ki kemter nutfe-i nâçîzden itmiş
Kıbâb-ı
bârgâh-ı çarha sığmaz kimseler peydâ
Zihî
Râzık ki enbân-ı ademden itmede ihsân
Hezârân
tûşe-i şîrîn hezârân ni’met-i ahlâ
Zihî
Fâtih ki agsân-ı hafâdan itmede ibrâz
Nikâb-ı
berge pîçîde hezârân mîve-i eşhâ (Bilkan 1997: 1-2)
Gazel
Bâğ-ı dehrin hem
hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da
gamın da rûzgârın görmüşüz
Çok da magrûr
olma kim meyhâne-i ikbâlde
Biz hezârân
mest-i magrûrun humârın görmüşüz
Top-ı âh-ı
inkisâra pâydâr olmaz yine
Kişver-i câhın
nice sengîn-hisârın görmüşüz
Bir hurûşiyle
eder bin hâne-i ikbâli pest
Ehl-i derdin
seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz
Bir hadeng-i
can-güdâz-ı âhdır sermâyesi
Biz bu meydânın
nice çâpük-süvârın görmüşüz
Bir gün eyler
dest-beste pâygâhı câygâh
Bî-‘aded magrûr-ı
sadr-ı i‘tibârın görmüşüz
Kâse-i deryûzeye
tebdîl olur câm-ı murâd
Biz bu bezmin
Nâbiyâ çok bâde-hârın görmüşüz (Bilkan 1997: 664)
Gazel
Bir devlet içün çarha temennâdan usanduk
Bir vasl içün ağyâra müdârâdan usanduk
Hicrân çekerek zevk-i mülâkâtı unutduk
Mahmûr olarak lezzet-i sahbâdan usanduk
Düşdük katı çokdan heves-i vuslata ammâ
Ol dâ’iye-i dağdağa-fermâdan usanduk
Dil gamla dahi dest ü giribândan usanmaz
Bir yâr içün ağyâr ile gavgadan usanduk
Nâbî ile ol âfetün ahvâlini nakl it
Efsâne-i
Mecnûn u Leylâdan usanduk (Bilkan 1997: 756)
Gazel:
Sakın terk-i
edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ'dır bu
Nazargâh-ı
ilâhîdir makâm-ı Mustafâ'dır bu
Felekde mâh-ı nev
bâbü's-selâmın cilvegâhıdır
Bunun kandîlidir
hûr matla‘-ı nûr u ziyâdır bu
Habîb-i
kibriyânın hâbgâhıdır fazîletde
Tefevvuk-kerde-i
‘arş-ı cenâb-ı kibriyâdır bu
Bu hâkin
pertevinden oldu deycûr-ı ‘adem zâ'il
‘Amâdan açdı
mevcûdât çeşmin tûtiyâdır bu
Mürâ‘ât-ı edep
şartiyle gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı
kudsiyândır bûsegâh-ı enbiyâdır bu (Bilkan 1997: 952)
Gazel:
Şâyânter olmaz inşâ destâr-ı
i’tibâre
Bî-reng ü bûy teşbîh bî-nakş
isti’âre
Ma’nî-i tâze fikr it itme
lugâtle memlû
Kim eyler i’tibârı berg-i
ne-dâde bâre
Bî-tâze isti’âre olma
lugâtde lezzet
Âhû-yı gayb-ı ma’nî düşmek
gerek şikâre
İrâs-ı kuvvet eyler tab’a
kebâb-ı murgân
İtme hayâli vakf-ı pîrâmen-i
kınnâre
Cins-i lugâtle memlû şehr-i sıhâh
u kâmûs
Olmaz metâ’-ı ma’nî üftâde
her diyara
Dinsünmi şi’r ü inşâ öyle
mu’akkadâne
Kim ola hall ü akdi muhtâc-ı
istişâre
Endek ola me’âli nâ-gûş-zed
makâli
Her satr ola mü’eddâ kâmûs-ı
ihtizâra
Yok farkı eylemekden endâhte
yabâna
Elfâz-ı müşkilâtın şerh
eylemek kenâre
Müşkil lugâtle olmaz
hoş-reng şi’r ü inşâ
İtmez çerâğ-ı mağşûş çeşm-i
şebi inâre
Olmaz garîb elfâz ârâyiş-i
ma’ânî
Ma’nî gerek nühüfte ta’bîr-i
âşikâre
Nâbî safâsı yokdur elfâz-ı ukde-dârun
Engûr
neş’e virmez rind-i uşâre-hâre (Bilkan 1997: 1060)
Hayriyye’den
Der
Beyân-ı Şeref-i İstanbul
İy meh-i nûr-dih-i çarḫ-ı ümmîd
Peder-i pîrüñ iden rûzını ʻîd
Olmadan mühr-zen-i genc-i güher
Yigdür olmak güher-efrûz-ı hüner
ʻİlm ile maʻrifete cây-ı kabûl
Olmaz illâ ki meğer İstanbul
Olmağa mîve- hor-ı bâğ-ı hüner
Olmaya şehr-i Sıtanbul kadar
İtsün İstanbul‘ı Allâh maʻmûr
Andadur cümle maʻâlî-i umûr
Mevlid ü menşe-i ashâb-ı himem
Terbiyet-hâne-i esnâf-ı ümem
Ne kadar var ise ashâb-ı kemâl
Hep Sıtanbul’da bulur istiklâl
Her kemâl anda bulur miʻyârın
Her hüner anda görür mikdârın
Andadur mertebe-i ʻizz ü şeref
Gayri yirlerde olur ʻömr telef
Hep revâcını bulur bî-teşvîş
Zâyiʻ olmaz hüner anda kem ü bîş
Bulınur câh u menâsıb anda
Turûk-ı katʻ-ı merâtib anda
Ne kadar ʻâlemi devr itse sipihr
Bulmaz İstanbul‘a beñzer bir şehr
Hüsn ile görmek ile müstesnâ
Anı âğûşına çekmiş deryâ
Ne kadar var ise aksâm-ı hüner
Hep Sıtânbul’da bulur revnak ü fer
Nakş u tasvîr ü hutût u tezhîb
Hep Sıtanbul’da bulur zînet ü zîb
…..
Nehy-i
Bâzîçe-i Nerd ü Şatranc
İy girâmî-güher-i bahr-ı kemâl
Olsun âvîze-i gûşuñ bu le’âl
İtme bâzîçeye katʻâ ragbet
Olma bazîçe-i dest-i gaflet
Olma dil-dâde-i nerd ü şatranc
Ki olur âdeme sermâye-i renc
ʻİlmi cehlinden egerçi hoşdur
Şuglı bîhûde me’âli boşdur
Bâri ol ʻilme çalış merdâne
Yaraya pîsgeh-i Yezdân’a
Var iken Mushaf u zikr ü salavât
İtme bazîçeye sarf-ı evkât
Mahz-ı lutf-ı Hak olan genc-i nefes
Hayflar kim ola masrûf-ı heves
Budur añla var ise ʻirfânuñ
Dem ganîmet didügi yârânuñ
Hayf kim mâye-i evkât-ı nefîs
Ola gâret-zede-i şugl-ı hasîs
Mekr-i İblîs’dür ol da nâsa
Ola beste ʻamel-i vesvâsa
Luʻb ü lehvün soñı vâveylâdur
Var ise fâ’idesi gavgâdur
Gerçi âsâyişe bir âletdür
Dikkat olınsa ʻaceb gafletdür
Hande yâ laklaka lehv-en-der-lehv
Lecc ü ya ʻarbede sehv-en-der-sehv
Tıfl-ı nev-sâle sezâdur bâzî
Eyleme kûdek ile enbâzî
ʻÂdet-i merd ü sezâvâr-ı ricâl
ʻİlm ü ‘ʻirfân u ʻibâdât u kemâl (Kaplan
1995: 165)
Hayrâbâd’dan:
Vech-i
Nazm-ı Kitâb-ı Hayrâbâd
Bir dem ki dil-i kesâlet-endûd
Olmışdı gubâr-ı gamla pür-dūd
Olmışdı dimâğ-ı fikr-i bâlâ
Micmer gibi pür-buhâr-ı sevdâ
Târîk idi hânesi dimâğuñ
Noksân idi revganı çerâğuñ
Olmışdı çerâğ-ı şevk mermerde
Ser-çeşme-i ârzû füsürde
İtmişdi seri hücûm-ı gayret
Zânû ile galka-bend-i ülfet
İtmişdi şeb-i kesel-fürûşı
Der-beste dükkân-ı çeşm ü gûşı
Endîşe olup keselle hem-dûş
Tûtî-i dil olmışıdı hamûş
Bâzâr-ı makâl olup mu‘assal
Olmışdı dükkân-ı leb mukaffel
Âzürde olup zebân sühandan
Üftâde idi sühan dehenden
Gelmişdi kuvâ-yı şevka kâhiş
Olmışdı füsürde tab‘-ı hˇâhiş
Huşk idi zebân-ı rîşe-i şevk
Künd idi dehân-ı tîşe-i şevk
Hˇâhişden olup zamîr sâde
Dönmişdi devât bî-midâda
Olmışdı ķalem şikeste dendân
Olmışdı varak derîde dâmân
Olmışdı mizâc-ı şevk haste
Dükkân-ı sühan gubâr-ı beste
…..
Sıfat-ı
Fahr-i Cürcân Şâ‘ir
Ol şâh ile olmuş idi mûnis
Bir rind-i cihân nedîm-i meclis
Leşker-keş-i şâh-râh-ı tağrîr
Dârâ-yı serîr hüsn-i ta‘bîr
Kâvende-i gevher-i me‘ânî
Pâşende-i gevherân-ı kânî
Hâven-zen-i matbah-ı ma‘ârif
Ma‘cûn-ken-i cevher-i letâ’if
Çâpük-dil ü bezle-senc-i yârân
Âlüfte vü nâzik ü mahall-hˇân
Mergûle-tırâz rûy-ı ‘irfân
Meşhûr idi nâmı Fahr-i Cürcân
Vefku’l-mahall idi her peyâmı
Darbü’l-mesel idi her kelâmı
Tohm-efgen-i bostân-ı taktî‘
Cevher-keş-i zer-nişân-ı tarsî‘
Söylerdi o deñlü tâze vü ter
Kim şi‘rine teşne idi Kevser
Bahş eyler idi selâset âba
Reşk-efgen-i sûz idi kebâba
Dîvânı hızâne-i Süleymân
Mecmû‘ası mevc-i âb-ı hayvân
Her mısra‘-ı beyt-i dürr-feşânı
Yek-pâre-i süllem-i me‘ânî
Nesrine benât-ı na‘ş bende
Pervîne iderdi nazmı hande
Yanında degüldi hall-i yek-mû
Şeh-beyt-i muhayyel-i dü-ebrû
Dîvânçesi hatt u hâl-i hûbân
Hem-sâye-i zülf-i ‘anber-efşân
Manzûmesi çâşnî-dih-i Rûh
Müsveddesi hod sefîne-i Nûh
Alurdı enâmil-i hayâli
Mecmû‘a-i mâhdan me’âli
Mâh oldığı dem husûfe pâ-mâl
Şâyân idi eylese kalem-mâl (Gökcen-Koç
2018: 85)
Sûrnâme’den:
Pîşkeş-i Defterdar Ahmed Paşa Be-Rikâb-ı Hümâyun
Eyledi Dâver i dîne ihdâ
Hâkim i defteri Ahmed Paşa
Cevheri raht ile bir re’s sermend
Bir dahi sorguc-i cevher peyvend
Pûstîn iki aded zî kıymet
Bir dahi tuhfe musanna’ saat
Sad ü bişi kıt’a metâ’ı zertâr
Hûb-rû yedi nefer
hidmetkâr
Dahi şehzâde-i vâlâkadre
Ya’ni evc-i azamette bedre
Bûstân ile Gülistân pürzer
Cevheri saat ile bir hançer
Nüh aded tuhfe metâ’-ı zîbâ
Eyledi banlan cümle ihdâ
Virdi şehzâde-i sânîye yine
Nüh metâ’ ile mücevher deşne
Pîşkeş-i Tevkî Abdûrrahman Paşa Be-Rıkâb-ı Hümayun
Akabinden anın itti ihdâ
Dâver-i dîne Nişancı Paşa
Ma’ni-i nazm-ı kerîmi hâvî
Eser-i mu’teber-i
Beyzâvî
Bir de tertîb-i mûzehheb
zîbâ
Şeş ü pencâh metâ’-ı dîbâ
Sâhte dûr-rû cevahirle devât
Arz idüp itti hulûsun isbât
Bakıyye-i Ahvâl-i Hedâyâ-yı Umum Ber-Sebili-İcmal ve Netice-i Ahvâl-i Sûr-ı Hümâyun
Dahi şâir vûzerâ vû
ulemâ
Ehl-i dîvân-û umûrn-ı ûmerâ
Gün begün vakti olunca peydâ
İttiler cümle hedâgâ ihdâ
Olunup emr-i hedâyâ
tetmim
Olucak cümlesi arz u
teslim
İrişüp asr çalındı növbet
Sonra seyrâna irişti sohbet
Açılup Pâdişeh’in
bârgehi
Çıktı kasr üzre cihan pâdişehi
Sağ u solanda hezâran haddam
İttiler pây-i edeb üzre kıyam
Taşrada bârgeh önünde
temâm
Vüzerâya yapılıp başka makâm
Her biri nâzır olup meydâna
Oldular dîde küşâ seyrâna
Doldu nâs ile o denlû meydan
Değmez idi yere yağsa bârân
Evvelâ kol kol olup lû’biyyan
Oldular revnak-ı sahn-ı meydân (Levend 1944: 46-47)
Tercüme-i Hadis-i Erbâ’in’den:
La yu'minu min ehaduküm hatta yuhibbe li ehihi
ma yuhibbu li nefsihi
Didi fahr-i rusül degül mü’min
O kesân kim rûz-ı bî-sıdk u safâ
Kendi nefsine gördügin lâyık
Görmeyüp tâ birâderine revâ
El-muslimu men
selime’n-Nâsu min lisanihi ve yedihi
Müslim ol kimsedür hakîkatde
İtmeyüp kesb-i cürm bîhûde
Fi’l ü kavl yed ü lisânından
Müslimûn ola cümle âsûde
La’nu
abdu’d-dinâr la’nu abdu’d-dirhem
Hâlık u râzık-ı zemîn ü semâ
Rızkun ihsân iderken ey mağbûn
Zer ü sîme perestiş eyleyene
Ne revadır ki dinmeye mel’ûn
El kanâ’atû kenzûn lâ yefnâ
Dâde-i Hak ile olan hursend
Dâver-i mülk-i istirâhatdur
Bir tükenmez hazîne ister isen
Bil ki gencine-i kanâ’atdur
Kefâ bil-mevti vâizan
Mevti yâd eyle va’z ister isen
Eyü lâkin fenâsın istiş’âr
Her biri bir lisân-ı mev’izâdır
Hâl-i kevni beyâna seng-i mezâr
Hayrün-nâs men yenfeun-nâs
Hayr-ı nâsa murâdun ise vukuf
Hayr-ı nâsun hadîsin it iz’ân
Hayr oldur ki cümleden efzûn
Ola halk-ı cihana nef’-resân (Necip Asım 1331:
155-56)
Tuhfetü’l-Harameyn’den
Vasf-ı rîk-i bî-âmân-ı
râh-ı Mısır
Kuds-ı mübârekede
se-rûze ârâmdan sonra yine Remle ve Gazze canibine inân-gerdân olup Gazze’ye
karîb mahalde kubur-ı şühedâ-yı Askalan’a âmed-şud-i sefîr-i du’â der-kâr
kılındı.
Gazze’de beşinci
menzilde vâki’ Kal’a-i Arîş ile Sâlihiyye-i Mısır beyni ki beş merhaledir, âb u
dâneden tehî rîkistân olmağın… âvâzesi aklâm-ı elsine-i eshâb-ı vukûfdan
mersûm-ı sahife-i sâmi’a olmağın me’kel ü meşârib-i penç-rûze tahmil-i dûşy-ı
cimâl kılınmağla deryâ-yı rimâlde şitâba azm olundı. Vâkı’a arzan beş altı
menzil tûlen yiğirmi menzil mikdârı mahall leb-i Bahr-ı Sefîd’den kenâr-ı
Bahr-ı Süveyş’e varıncaya bîhte-i gırbâl-ı teng-çeşm olmuş rîk-i sâ’at
mesâbesinde rîk-i sefîd güsterde-i dest-i ferrâş-ı kudret olup meyânede tâk-ı
gerdûna peyveste kûhlarla tâziyâne-i tahrik-i bâd ile mevce-i deryâ gibi
bî-karâr ve dest-i hoş-bâziçe-i rüzgâr olup (beyt)…
El-hâsıl ol bahr-ı
emvâc-ı rîk içre gota-harî-i ıztırab ile azîmet olundukda kavâyim-i huyûl-i
Kârûna karîn ve hum-ı hüsrevâni gibi şikemleri zîb-i zemîn olup safha-i rîk
üzre âsâr-ı akdâm-ı metâyâ yerine nakş-ı tahta-ı rikâb hüveydâ ve resm-i
kavâyim-i cimâle bedel aks-i dâğ-ı sîneleri peydâ idi. Süvârlar piyâde şeklinde
nümûdâr, piyâdelerin ise ancak ukde-i zânûları aşkâr idiği mübâlağa ve iğrâk
değildir. Evtâd-ı hıyâma istikrâr hayyiz-i imkândan dûr olmağın dest-i burd-ı
tâb-ı âfitâbdan sâye-i şeb-i çeşm-i i’tibâra süme-i Sıfahâniden ber-ter ve
pây-ı devâbbh karâr-dâde olacak mertebe zemîn-i saht taht-ı Süleymâniden
nâzük-ter görünürdü. Ne hâl ise bu güne renc-i râhat-fersâ ile penç-şebâne-rûz
üftân ü hizân
Mısra:
İdelüm tayy-i beyâbân
bir içim su diyerek
Nahlistân-ı kasaba-yı
Sâlihiyye, âşiyâne-i tâ’ir-i nigâh oldukda Hikâyât-ı Er-Ferâcü Ba’de’ş-Şidde
sahife-i dilde merkum olup sâye-i nihâl-i bâlâ-keş-i hurmada vaz’-ı hıyâm-ı
ârâm olundu. (Nâbi, Tuhfetü’l-Harameyn 1265: 112.
İlişkili Maddeler
Eserlerinden Örnekler
Divan’dan
Tevhid:
Te’âlallâh
zihî divân-tırâz-ı suret ü ma’nâ
Ki
cism-i lafz ile rûh-ı me’âli eylemiş peydâ
Zihî
hayyât-ı hil’at-dûz-ı bâzâr-ı hakâyık kim
Kad-i
ma’nâyı itmiş câme-i terkîb ile ber-pâ
Olup
hûrşîd ü mehden mühre-keş evrâk-ı eflâke
Hutût-ı
rûz-ı şebden nüsha-i sun’ eylemiş inşâ
İdüp
vaz’-ı kalem evrâk-ı hikmethâne-i sun’a
Çeküp
müsvedde-i gaybı beyâza eylemiş imlâ
Virüp
tertîb eczâ-yı mahâlif-gûne-i kevne
Dü-renge
târdan dikmiş ana şîrâze-i ibkâ
Kurup
bir bârgâh-ı sun’ lutf u kahrdan memzûc
Virüp
ezdâda amîziş komış nâmın anın dünyâ
Yazup
redd ü kabûle hüccet itmiş kişverin ta’dîl
Virüp
kevn ü fesâda sûret itmiş hükmini icrâ
Virüp
hakk-ı sarihin kabz u bast ü mahv ü isbâtın
Adâlet-hâne-i
hikmetde itmiş cümlesin irzâ
İdüp
dûlâb-ı istiğnâyı gerdân cûy-ı cûd üzre
Riyâz-ı
ihtiyâc-ı mümkinâtı eylemiş irvâ
Zihî
zât-ı ulûhiyyet mühim-sâz-ı rubûbiyyet
Ki
şehristân-ı sun’ında degül bir zerre nâ-ber-câ
Zihî
Mübdi’ ki bî-reng-i ‘amâdan eylemiş tasvîr
Hezârân
çihre-i rengîn hezârân dîde-i bînâ
Zihî
Vâcib ki itmiş mümkinün îcâdını îcâb
Kemâl-i
rahmetinden eylemiş ma’dûm iken ihyâ
Zihî
Hâlik ki kemter nutfe-i nâçîzden itmiş
Kıbâb-ı
bârgâh-ı çarha sığmaz kimseler peydâ
Zihî
Râzık ki enbân-ı ademden itmede ihsân
Hezârân
tûşe-i şîrîn hezârân ni’met-i ahlâ
Zihî
Fâtih ki agsân-ı hafâdan itmede ibrâz
Nikâb-ı
berge pîçîde hezârân mîve-i eşhâ (Bilkan 1997: 1-2)
Gazel
Bâğ-ı dehrin hem
hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da
gamın da rûzgârın görmüşüz
Çok da magrûr
olma kim meyhâne-i ikbâlde
Biz hezârân
mest-i magrûrun humârın görmüşüz
Top-ı âh-ı
inkisâra pâydâr olmaz yine
Kişver-i câhın
nice sengîn-hisârın görmüşüz
Bir hurûşiyle
eder bin hâne-i ikbâli pest
Ehl-i derdin
seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz
Bir hadeng-i
can-güdâz-ı âhdır sermâyesi
Biz bu meydânın
nice çâpük-süvârın görmüşüz
Bir gün eyler
dest-beste pâygâhı câygâh
Bî-‘aded magrûr-ı
sadr-ı i‘tibârın görmüşüz
Kâse-i deryûzeye
tebdîl olur câm-ı murâd
Biz bu bezmin
Nâbiyâ çok bâde-hârın görmüşüz (Bilkan 1997: 664)
Gazel
Bir devlet içün çarha temennâdan usanduk
Bir vasl içün ağyâra müdârâdan usanduk
Hicrân çekerek zevk-i mülâkâtı unutduk
Mahmûr olarak lezzet-i sahbâdan usanduk
Düşdük katı çokdan heves-i vuslata ammâ
Ol dâ’iye-i dağdağa-fermâdan usanduk
Dil gamla dahi dest ü giribândan usanmaz
Bir yâr içün ağyâr ile gavgadan usanduk
Nâbî ile ol âfetün ahvâlini nakl it
Efsâne-i
Mecnûn u Leylâdan usanduk (Bilkan 1997: 756)
Gazel:
Sakın terk-i
edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ'dır bu
Nazargâh-ı
ilâhîdir makâm-ı Mustafâ'dır bu
Felekde mâh-ı nev
bâbü's-selâmın cilvegâhıdır
Bunun kandîlidir
hûr matla‘-ı nûr u ziyâdır bu
Habîb-i
kibriyânın hâbgâhıdır fazîletde
Tefevvuk-kerde-i
‘arş-ı cenâb-ı kibriyâdır bu
Bu hâkin
pertevinden oldu deycûr-ı ‘adem zâ'il
‘Amâdan açdı
mevcûdât çeşmin tûtiyâdır bu
Mürâ‘ât-ı edep
şartiyle gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı
kudsiyândır bûsegâh-ı enbiyâdır bu (Bilkan 1997: 952)
Gazel:
Şâyânter olmaz inşâ destâr-ı
i’tibâre
Bî-reng ü bûy teşbîh bî-nakş
isti’âre
Ma’nî-i tâze fikr it itme
lugâtle memlû
Kim eyler i’tibârı berg-i
ne-dâde bâre
Bî-tâze isti’âre olma
lugâtde lezzet
Âhû-yı gayb-ı ma’nî düşmek
gerek şikâre
İrâs-ı kuvvet eyler tab’a
kebâb-ı murgân
İtme hayâli vakf-ı pîrâmen-i
kınnâre
Cins-i lugâtle memlû şehr-i sıhâh
u kâmûs
Olmaz metâ’-ı ma’nî üftâde
her diyara
Dinsünmi şi’r ü inşâ öyle
mu’akkadâne
Kim ola hall ü akdi muhtâc-ı
istişâre
Endek ola me’âli nâ-gûş-zed
makâli
Her satr ola mü’eddâ kâmûs-ı
ihtizâra
Yok farkı eylemekden endâhte
yabâna
Elfâz-ı müşkilâtın şerh
eylemek kenâre
Müşkil lugâtle olmaz
hoş-reng şi’r ü inşâ
İtmez çerâğ-ı mağşûş çeşm-i
şebi inâre
Olmaz garîb elfâz ârâyiş-i
ma’ânî
Ma’nî gerek nühüfte ta’bîr-i
âşikâre
Nâbî safâsı yokdur elfâz-ı ukde-dârun
Engûr
neş’e virmez rind-i uşâre-hâre (Bilkan 1997: 1060)
Hayriyye’den
Der
Beyân-ı Şeref-i İstanbul
İy meh-i nûr-dih-i çarḫ-ı ümmîd
Peder-i pîrüñ iden rûzını ʻîd
Olmadan mühr-zen-i genc-i güher
Yigdür olmak güher-efrûz-ı hüner
ʻİlm ile maʻrifete cây-ı kabûl
Olmaz illâ ki meğer İstanbul
Olmağa mîve- hor-ı bâğ-ı hüner
Olmaya şehr-i Sıtanbul kadar
İtsün İstanbul‘ı Allâh maʻmûr
Andadur cümle maʻâlî-i umûr
Mevlid ü menşe-i ashâb-ı himem
Terbiyet-hâne-i esnâf-ı ümem
Ne kadar var ise ashâb-ı kemâl
Hep Sıtanbul’da bulur istiklâl
Her kemâl anda bulur miʻyârın
Her hüner anda görür mikdârın
Andadur mertebe-i ʻizz ü şeref
Gayri yirlerde olur ʻömr telef
Hep revâcını bulur bî-teşvîş
Zâyiʻ olmaz hüner anda kem ü bîş
Bulınur câh u menâsıb anda
Turûk-ı katʻ-ı merâtib anda
Ne kadar ʻâlemi devr itse sipihr
Bulmaz İstanbul‘a beñzer bir şehr
Hüsn ile görmek ile müstesnâ
Anı âğûşına çekmiş deryâ
Ne kadar var ise aksâm-ı hüner
Hep Sıtânbul’da bulur revnak ü fer
Nakş u tasvîr ü hutût u tezhîb
Hep Sıtanbul’da bulur zînet ü zîb
…..
Nehy-i
Bâzîçe-i Nerd ü Şatranc
İy girâmî-güher-i bahr-ı kemâl
Olsun âvîze-i gûşuñ bu le’âl
İtme bâzîçeye katʻâ ragbet
Olma bazîçe-i dest-i gaflet
Olma dil-dâde-i nerd ü şatranc
Ki olur âdeme sermâye-i renc
ʻİlmi cehlinden egerçi hoşdur
Şuglı bîhûde me’âli boşdur
Bâri ol ʻilme çalış merdâne
Yaraya pîsgeh-i Yezdân’a
Var iken Mushaf u zikr ü salavât
İtme bazîçeye sarf-ı evkât
Mahz-ı lutf-ı Hak olan genc-i nefes
Hayflar kim ola masrûf-ı heves
Budur añla var ise ʻirfânuñ
Dem ganîmet didügi yârânuñ
Hayf kim mâye-i evkât-ı nefîs
Ola gâret-zede-i şugl-ı hasîs
Mekr-i İblîs’dür ol da nâsa
Ola beste ʻamel-i vesvâsa
Luʻb ü lehvün soñı vâveylâdur
Var ise fâ’idesi gavgâdur
Gerçi âsâyişe bir âletdür
Dikkat olınsa ʻaceb gafletdür
Hande yâ laklaka lehv-en-der-lehv
Lecc ü ya ʻarbede sehv-en-der-sehv
Tıfl-ı nev-sâle sezâdur bâzî
Eyleme kûdek ile enbâzî
ʻÂdet-i merd ü sezâvâr-ı ricâl
ʻİlm ü ‘ʻirfân u ʻibâdât u kemâl (Kaplan
1995: 165)
Hayrâbâd’dan:
Vech-i
Nazm-ı Kitâb-ı Hayrâbâd
Bir dem ki dil-i kesâlet-endûd
Olmışdı gubâr-ı gamla pür-dūd
Olmışdı dimâğ-ı fikr-i bâlâ
Micmer gibi pür-buhâr-ı sevdâ
Târîk idi hânesi dimâğuñ
Noksân idi revganı çerâğuñ
Olmışdı çerâğ-ı şevk mermerde
Ser-çeşme-i ârzû füsürde
İtmişdi seri hücûm-ı gayret
Zânû ile galka-bend-i ülfet
İtmişdi şeb-i kesel-fürûşı
Der-beste dükkân-ı çeşm ü gûşı
Endîşe olup keselle hem-dûş
Tûtî-i dil olmışıdı hamûş
Bâzâr-ı makâl olup mu‘assal
Olmışdı dükkân-ı leb mukaffel
Âzürde olup zebân sühandan
Üftâde idi sühan dehenden
Gelmişdi kuvâ-yı şevka kâhiş
Olmışdı füsürde tab‘-ı hˇâhiş
Huşk idi zebân-ı rîşe-i şevk
Künd idi dehân-ı tîşe-i şevk
Hˇâhişden olup zamîr sâde
Dönmişdi devât bî-midâda
Olmışdı ķalem şikeste dendân
Olmışdı varak derîde dâmân
Olmışdı mizâc-ı şevk haste
Dükkân-ı sühan gubâr-ı beste
…..
Sıfat-ı
Fahr-i Cürcân Şâ‘ir
Ol şâh ile olmuş idi mûnis
Bir rind-i cihân nedîm-i meclis
Leşker-keş-i şâh-râh-ı tağrîr
Dârâ-yı serîr hüsn-i ta‘bîr
Kâvende-i gevher-i me‘ânî
Pâşende-i gevherân-ı kânî
Hâven-zen-i matbah-ı ma‘ârif
Ma‘cûn-ken-i cevher-i letâ’if
Çâpük-dil ü bezle-senc-i yârân
Âlüfte vü nâzik ü mahall-hˇân
Mergûle-tırâz rûy-ı ‘irfân
Meşhûr idi nâmı Fahr-i Cürcân
Vefku’l-mahall idi her peyâmı
Darbü’l-mesel idi her kelâmı
Tohm-efgen-i bostân-ı taktî‘
Cevher-keş-i zer-nişân-ı tarsî‘
Söylerdi o deñlü tâze vü ter
Kim şi‘rine teşne idi Kevser
Bahş eyler idi selâset âba
Reşk-efgen-i sûz idi kebâba
Dîvânı hızâne-i Süleymân
Mecmû‘ası mevc-i âb-ı hayvân
Her mısra‘-ı beyt-i dürr-feşânı
Yek-pâre-i süllem-i me‘ânî
Nesrine benât-ı na‘ş bende
Pervîne iderdi nazmı hande
Yanında degüldi hall-i yek-mû
Şeh-beyt-i muhayyel-i dü-ebrû
Dîvânçesi hatt u hâl-i hûbân
Hem-sâye-i zülf-i ‘anber-efşân
Manzûmesi çâşnî-dih-i Rûh
Müsveddesi hod sefîne-i Nûh
Alurdı enâmil-i hayâli
Mecmû‘a-i mâhdan me’âli
Mâh oldığı dem husûfe pâ-mâl
Şâyân idi eylese kalem-mâl (Gökcen-Koç
2018: 85)
Sûrnâme’den:
Pîşkeş-i Defterdar Ahmed Paşa Be-Rikâb-ı Hümâyun
Eyledi Dâver i dîne ihdâ
Hâkim i defteri Ahmed Paşa
Cevheri raht ile bir re’s sermend
Bir dahi sorguc-i cevher peyvend
Pûstîn iki aded zî kıymet
Bir dahi tuhfe musanna’ saat
Sad ü bişi kıt’a metâ’ı zertâr
Hûb-rû yedi nefer
hidmetkâr
Dahi şehzâde-i vâlâkadre
Ya’ni evc-i azamette bedre
Bûstân ile Gülistân pürzer
Cevheri saat ile bir hançer
Nüh aded tuhfe metâ’-ı zîbâ
Eyledi banlan cümle ihdâ
Virdi şehzâde-i sânîye yine
Nüh metâ’ ile mücevher deşne
Pîşkeş-i Tevkî Abdûrrahman Paşa Be-Rıkâb-ı Hümayun
Akabinden anın itti ihdâ
Dâver-i dîne Nişancı Paşa
Ma’ni-i nazm-ı kerîmi hâvî
Eser-i mu’teber-i
Beyzâvî
Bir de tertîb-i mûzehheb
zîbâ
Şeş ü pencâh metâ’-ı dîbâ
Sâhte dûr-rû cevahirle devât
Arz idüp itti hulûsun isbât
Bakıyye-i Ahvâl-i Hedâyâ-yı Umum Ber-Sebili-İcmal ve Netice-i Ahvâl-i Sûr-ı Hümâyun
Dahi şâir vûzerâ vû
ulemâ
Ehl-i dîvân-û umûrn-ı ûmerâ
Gün begün vakti olunca peydâ
İttiler cümle hedâgâ ihdâ
Olunup emr-i hedâyâ
tetmim
Olucak cümlesi arz u
teslim
İrişüp asr çalındı növbet
Sonra seyrâna irişti sohbet
Açılup Pâdişeh’in
bârgehi
Çıktı kasr üzre cihan pâdişehi
Sağ u solanda hezâran haddam
İttiler pây-i edeb üzre kıyam
Taşrada bârgeh önünde
temâm
Vüzerâya yapılıp başka makâm
Her biri nâzır olup meydâna
Oldular dîde küşâ seyrâna
Doldu nâs ile o denlû meydan
Değmez idi yere yağsa bârân
Evvelâ kol kol olup lû’biyyan
Oldular revnak-ı sahn-ı meydân (Levend 1944: 46-47)
Tercüme-i Hadis-i Erbâ’in’den:
La yu'minu min ehaduküm hatta yuhibbe li ehihi
ma yuhibbu li nefsihi
Didi fahr-i rusül degül mü’min
O kesân kim rûz-ı bî-sıdk u safâ
Kendi nefsine gördügin lâyık
Görmeyüp tâ birâderine revâ
El-muslimu men
selime’n-Nâsu min lisanihi ve yedihi
Müslim ol kimsedür hakîkatde
İtmeyüp kesb-i cürm bîhûde
Fi’l ü kavl yed ü lisânından
Müslimûn ola cümle âsûde
La’nu
abdu’d-dinâr la’nu abdu’d-dirhem
Hâlık u râzık-ı zemîn ü semâ
Rızkun ihsân iderken ey mağbûn
Zer ü sîme perestiş eyleyene
Ne revadır ki dinmeye mel’ûn
El kanâ’atû kenzûn lâ yefnâ
Dâde-i Hak ile olan hursend
Dâver-i mülk-i istirâhatdur
Bir tükenmez hazîne ister isen
Bil ki gencine-i kanâ’atdur
Kefâ bil-mevti vâizan
Mevti yâd eyle va’z ister isen
Eyü lâkin fenâsın istiş’âr
Her biri bir lisân-ı mev’izâdır
Hâl-i kevni beyâna seng-i mezâr
Hayrün-nâs men yenfeun-nâs
Hayr-ı nâsa murâdun ise vukuf
Hayr-ı nâsun hadîsin it iz’ân
Hayr oldur ki cümleden efzûn
Ola halk-ı cihana nef’-resân (Necip Asım 1331:
155-56)
Tuhfetü’l-Harameyn’den
Vasf-ı rîk-i bî-âmân-ı
râh-ı Mısır
Kuds-ı mübârekede
se-rûze ârâmdan sonra yine Remle ve Gazze canibine inân-gerdân olup Gazze’ye
karîb mahalde kubur-ı şühedâ-yı Askalan’a âmed-şud-i sefîr-i du’â der-kâr
kılındı.
Gazze’de beşinci
menzilde vâki’ Kal’a-i Arîş ile Sâlihiyye-i Mısır beyni ki beş merhaledir, âb u
dâneden tehî rîkistân olmağın… âvâzesi aklâm-ı elsine-i eshâb-ı vukûfdan
mersûm-ı sahife-i sâmi’a olmağın me’kel ü meşârib-i penç-rûze tahmil-i dûşy-ı
cimâl kılınmağla deryâ-yı rimâlde şitâba azm olundı. Vâkı’a arzan beş altı
menzil tûlen yiğirmi menzil mikdârı mahall leb-i Bahr-ı Sefîd’den kenâr-ı
Bahr-ı Süveyş’e varıncaya bîhte-i gırbâl-ı teng-çeşm olmuş rîk-i sâ’at
mesâbesinde rîk-i sefîd güsterde-i dest-i ferrâş-ı kudret olup meyânede tâk-ı
gerdûna peyveste kûhlarla tâziyâne-i tahrik-i bâd ile mevce-i deryâ gibi
bî-karâr ve dest-i hoş-bâziçe-i rüzgâr olup (beyt)…
El-hâsıl ol bahr-ı
emvâc-ı rîk içre gota-harî-i ıztırab ile azîmet olundukda kavâyim-i huyûl-i
Kârûna karîn ve hum-ı hüsrevâni gibi şikemleri zîb-i zemîn olup safha-i rîk
üzre âsâr-ı akdâm-ı metâyâ yerine nakş-ı tahta-ı rikâb hüveydâ ve resm-i
kavâyim-i cimâle bedel aks-i dâğ-ı sîneleri peydâ idi. Süvârlar piyâde şeklinde
nümûdâr, piyâdelerin ise ancak ukde-i zânûları aşkâr idiği mübâlağa ve iğrâk
değildir. Evtâd-ı hıyâma istikrâr hayyiz-i imkândan dûr olmağın dest-i burd-ı
tâb-ı âfitâbdan sâye-i şeb-i çeşm-i i’tibâra süme-i Sıfahâniden ber-ter ve
pây-ı devâbbh karâr-dâde olacak mertebe zemîn-i saht taht-ı Süleymâniden
nâzük-ter görünürdü. Ne hâl ise bu güne renc-i râhat-fersâ ile penç-şebâne-rûz
üftân ü hizân
Mısra:
İdelüm tayy-i beyâbân
bir içim su diyerek
Nahlistân-ı kasaba-yı
Sâlihiyye, âşiyâne-i tâ’ir-i nigâh oldukda Hikâyât-ı Er-Ferâcü Ba’de’ş-Şidde
sahife-i dilde merkum olup sâye-i nihâl-i bâlâ-keş-i hurmada vaz’-ı hıyâm-ı
ârâm olundu. (Nâbi, Tuhfetü’l-Harameyn 1265: 112.
İlişkili Maddeler
Sn. | Madde Adı | D.Tarihi / Ö.Tarihi | Benzerlik | İncele |
---|---|---|---|---|
1 | REŞÎD, İsmail | d. ? - ö. ? | Doğum Yeri | Görüntüle |
2 | FÂİK, Mahmud Efendi | d. d. ? - ö. ö. 1715 | Doğum Yeri | Görüntüle |
3 | SÂNÎ/SEYYİDÂ, Seyyid Mehmed Seyyidâ Efendi | d. ? - ö. 1809 | Doğum Yeri | Görüntüle |
4 | AHMED, Sultan II. Ahmed | d. 1642 - ö. 1695 | Doğum Yılı | Görüntüle |
5 | ÂRİF, Abdülbâkî Ârif Efendi | d. 1642-43 - ö. 1713-14 | Doğum Yılı | Görüntüle |
6 | VEFÂÎ, IV. Mehmed | d. 1642 - ö. 1693 | Doğum Yılı | Görüntüle |
7 | NÂMIK, Mehmed Nâmık Çelebi b. Hayyat İsmail Çelebi | d. ? - ö. 1712-13 | Ölüm Yılı | Görüntüle |
8 | KÂDİRÎ, Şeyh Seyyid Abdurrahman Şerif Efendi | d. ? - ö. 1712 | Ölüm Yılı | Görüntüle |
9 | SÂBİT, Alâaddin (Ali) | d. ? - ö. 5 Eylül 1712 | Ölüm Yılı | Görüntüle |
10 | RÂTİB, Seyyid Ebû Bekir Râtib Efendi | d. ? - ö. 1799 | Meslek | Görüntüle |
11 | RIZÂ, Rızâ Efendi | d. ? - ö. 19. yy. | Meslek | Görüntüle |
12 | Hasan Remzi | d. 1871 - ö. 1919 | Meslek | Görüntüle |
13 | ADNÎ, Receb Dede | d. ? - ö. 1689 | Alan/Yüzyıl/Saha | Görüntüle |
14 | NAZÎF, Mehmed Efendi | d. ? - ö. 1694 | Alan/Yüzyıl/Saha | Görüntüle |
15 | RÛHÎ, Sadreddin-zâde Rûhullâh Mehmed Efendi | d. 1602 - ö. 1660 | Alan/Yüzyıl/Saha | Görüntüle |
16 | ÂRİF MEHMED EFENDİ | d. ? - ö. 1563 | Madde Adı | Görüntüle |
17 | ZUHÛRÎ, Kara Çelebi-zâde Mehmed Zuhûrî Efendi | d. 1562-63 - ö. 14 Haziran 1633 | Madde Adı | Görüntüle |
18 | ZÂRÎ, AlÎ Efendi | d. ? - ö. 1777 | Madde Adı | Görüntüle |